“Arap Baharı”ndan Çin “Kış”ına: Doğu Türkistan Sorunu

ÖZET

Dünya ekonomik sisteminin içinde bulunduğu ‘yalancı bahar’ değişimleri, içerisinde nerdeyse aynı dinamikleri barındıran Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde (Doğu Türkistan) ters tepki yaratarak baskı, şiddet, benzetme ve asimilasyon politikasının Çin yönetimi tarafından daha da artırılmasına neden olmuştur.

Bu bağlamda, bu çalışmada tarih içerisinde Doğu Türkistan Sorunun şekillenişi, soğuk savaş sonrası dönemde gösterdiği değişim, Çin yönetiminin süreç içerisindeki politika değişiklikleri ve 2000’den sonra meydana gelen olayların, bu olaylar karşısında diğer güç/dinamiklerin konumları/tutumları ve Küresel kriz bağlamında diğer bölgelerde meydana gelen olaylar ve bu olaylara müdahil olan güçlerin Doğu Türkistan sorunu karşısında takındığı tavır incelenmeye çalışılacaktır. Küresel kapitalist sistemdeki, özellikle 2008 yılından itibaren, aşırı genişleme ile baş gösteren finansal kriz sonucundan, uluslararası pazarlara önemli doğal kaynak/hammadde tedarikçisi durumunda olan ya da önemli stratejik bölgelerde yer alan ülkelerde vuku bulan rejim ve/ya yönetim karşıtı gösteri ve ayaklanmalar Kuzey Afrika başta olmak üzere belli başlı bölgelerde değişimlere (yeniden düzenlemelere) yol açmıştır. Ancak nerdeyse yüz yıldır bağımsızlık, özgürlük, hak taleplerinde bulunan Doğu Türkistan halkı henüz ‘Çin Baharı’na şahit olamamıştır. İşte yine bu çalışmada, son dönem gelişmeler çerçevesinde Çin’deki sessiz çığlık üzerinde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Uygurlar, Küresel Ekonomik Kriz,  Arap Baharı.

GİRİŞ

Yıllarca varlıklarını sürdüren diktatör ve otoriter yapılar/yönetimlerin koltuklarının sallandığını, geniş halk kitlelerinin hak ve özgürlük talepleri uluslararası konjonktürü etkilediğini görmekteyiz. Ancak bu olayları incelerken görünen olay ve olgular üzerinden bir değerlendirmede bulunurken sadece bu olay ve olgulara odaklanmak yapılan araştırmanın sığ ve derinlikten yoksun olması sonucunu doğuracaktır. Bu yüzden, bu olayları açıklama ve diğer coğrafyalardaki, denk olmasa da benzer sorunlara yönelik analizlerimizde süreç, yani bu duruma nasıl gelindiği sorusu önem teşkil etmektedir. Ancak bu analizlerimiz yaparken de komplo teorilerinden uzak, verilere dayalı olarak tasvir ve açıklamada bulunmamız gerektiğini düşünmekteyim.

Bu bağlamda, ‘Arap Baharı’nın yaşandığı coğrafyalar ve bu coğrafyalara hakim olan yerel devletlerdeki uzun geçmişe sahip otoriter rejimlerin nasıl olurda bugün bir sorun teşkil ettiği ve değişimlerinin sistemdeki başat güçlerin çıkarına olduğunu, bu yönde uygulanan küresel politikaları anlamamız bir süreç analizinin yapılmasını gerekli kılmaktadır.

Diğer yandan, aynı şekilde on yıllardır içerisinde şekil itibariyle aynı hak ve özgürlük taleplerini barındıran, Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi[i]nde, ana yurtlarında yaşayan Uygurların durumunu anlama da bir süreç analizi beraberinde getirmektedir. Burada altı çizilmesi gereken bir husus olarak şunu da belirtmek isterim ki; Arap Baharı ve coğrafyasının, Doğu Türkistan ve coğrafyasının içerisindeki özel koşulların birbirinden farklı olduğunun, kesinlikle bir indirgemeci yaklaşıma mahal verilmemesi gerektiğinin farkındayım. Çünkü her iki olay ve olaylar serisi kendine has özellikler barındırmaktadır, ayrıca çıkış noktaları, gelişimlerinde bir noktada farklıdır. Tek ortak noktaları ise hak, özgürlük ve adalet arayışıdır. Ancak çalışmanın ileriki bölümlerinde görüleceği üzere Arap Baharı ve karşılığındaki sonuçları ile başat devlerin tutumu, Doğu Türkistan sorunu ve sonuçları ile başat devletlerin tutumu net bir şekilde farklıdır, farklı dinamikleri dayanmaktadır.

İlk olarak Arap Baharı, süreç içerisindeki aktörleri, sonuçları ve muhtemel olayları asıl araştırma konuma araç oluşturması bağlamında inceledikten sonra asıl konum Doğu Türkistan sorununa ilişkin olarak geçmişi, günümüzü, geleceğine ilişkin tutumlar üzerine değerlendirmede bulunulacaktır.

‘Arap Baharı’: Sürekliliğin Görece Değişikliği

2011 yılının başından itibaren, ilk olarak Tunus’ta hayat pahalılığı ve işsizliği protesto etmek amacıyla başlayan ve giderek yönetim karşıtı olan gösteriler bu ülkedeki yönetimin alaşağı edilmesine, çökmesine neden olmuştur. Bu olayın başlangıcı ve sürekliliği Mısır’a, Libya’ya, Yemen’e, Suriye’ye doğru yayılan bir muhalifler grubunun sesinin yükselmesi sonucunu doğurmuştur.

Tarih boyunca gördüğümüz ve alışılageldiği gibi bu tür ülkelerin yönetim kadroları dış odaklı ‘devrim’lerle, başat güçlerin kendi çıkarlarına (soğuk savaş döneminde hem siyasal ideoloji hem de ekonomik anlamda/soğuk savaş sonrası dönemde, siyasal ideoloji olmasa da olur bağlamında ekonomik anlamda) uygun yapılanmalar ve yönetimleri iş başına gelmesini sağlamıştır. Özellik bu müdahalelerin, Amerika Birleşik Devletleri tarafından, modern anlamda bir araç olarak kullanılmaya başlandığı 1893’te Hawaii’ye yapılan müdahaleden itibaren sıklıkla görmekteyiz. Ancak bu tabi ki tarih içerisinde kullandığı araçlar bağlamında; doğrudan müdahale, örtülü operasyonlar, istilalar şeklinde uluslararası konjonktürün bir gerekliliği olarak şekil değiştirmiştir.[ii]

Bu bağlamda, bugün Arap Baharı olarak adlandırılan coğrafyalarda gerçekleşen devrimlerin ne kadar devrim olduğu sorusu kafamızda soru işareti uyandıracaktır. Bu devrimler, geçmişte yönetimlere yapılan müdahalelerden farklı çünkü iç dinamikler bu sürece başlı başına bir etki ve itici güç oluşturmaktadır. Peki, bu ülkelerde oluşan hak, özgürlük, ekonomik yeterlilik vb. isteği, uluslararası sistemde başat durumda olan ülkelerin çıkarları ile ne kadar uyumlu sorunu gündeme getiriyor. Çünkü bu başat güçler, özellikle ABD, yine tarih içerisinde bize göstermiştir ki kendi savunduğu değerler olan siyasal ve ekonomik liberalizmin bazı ülkelerde sadece ekonomi boyutunun gerçekleşmesinin, o ülkelerdeki anti-liberal yönetimlerin varlığını onların gözünde meşrulaştırmıştır. Hemen yine aklımıza bir soru geliyor. Peki,  o zaman bugün devrimlerin gerçekleştiği veya gerçekleşme arifesinde olan ülkeler yeterince liberal bir ekonomik düzene sahip değil mi? Bir dönem için kısmen, evet sahip idi, fakat bugün içerisinde bulunulan kriz, liberal ekonomik düzenin geçmişten daha çoğunu istemesine neden oldu veya kriz ortamının etkisi ile daha az maliyetli olmasını istemesine neden oldu. Bu maliyet sorunu, bu olaylar karşısında başat güçlerin tutumunu etkiledi. Örneğin bu olaylara, Libya istisna olmak üzere (Libya’daki doğrudan müdahale ülkenin doğal kaynaklar bakımından özel konumuna dayandırılabilir. Ancak yine de maliyeti düşürme açısından ise NATO karşımıza çıkmaktadır), doğrudan dahil olunmaması ancak işler istenilen sonuca ulaştığında, yani pastadan pay alma, daha az maliyet ile ham madde kaynaklarına ulaşma aşamasına gelindiğinde azami müdahilliği gördük.

Bu bağlamda, benim belirtmek istediğim şudur ki; geçmiş dönemlerin konjonktürü o ülkelerdeki halkların hak, özgürlük, adalet, ekonomik yeterlilik gibi sorunlarının yani ‘siyasal liberalizme’ konu olan sorunların başat güçlerin ekonomik çıkarları ile uyuşmadığı için göz ardı edilmiştir. Ancak değişen koşullar ve ekonomik kriz, pazar ve hammadde sunucusu olan ülkelerde bu taleplerin kendiliğinden, halk yığınları tarafından ortaya çıkmasına ses çıkarmamış, bir aşamaya kadar karışmama politikası izlemişlerdir. Başat güçler, bu talepleri araç olarak kullanıp kendi ekonomik çıkarları açısından, finansal ve ekonomik kriz döneminde maliyetli konuma gelen ülkelerdeki, geçmişin meşru yönetimleri birer birer alaşağı etmiştir.

İşte bu çerçevede asıl irdeleyeceğim konu olan ‘Doğu Türkistan Sorunu’nun tarih içerisinde barındırdığı; ilk önce ekonomik ve siyasal bağımsızlık, daha sonra şartlar ve reel-politik gereği olarak hak, özgürlük, adalet taleplerine karşı oluşturulan, karşı politikalar sonucu bütün bu taleplere bir de sosyo-ekonomik talepler eklenmiştir. Ancak bu talepler hem devletler hem de sistem düzeyinde etki yaratmamış ya da sınırlı kalmıştır. Bunun nedenleri ve ‘Arap Baharı’ ile mukayesesi çalışmanın ilerleyen aşamalarında tartışılacaktır. Ancak bu tartışmaları yapmadan önce, bu sorunun kökenin uzun yıllara dayanması, süreç içerisinde hem sorunun içinde hem de dışındaki algılanışında değişimlerin olması, farklı dinamiklere dayanmasından dolayı; Doğu Türkistan özelinde bir ayrıntıya inmek gerekmektedir.

Doğu Türkistan[iii] Sorunu: Kökeni, Gelişimi ve Günümüz[iv]

Doğu Türkistan, tarihi süreç içerisinde birçok Türk devleti ve Moğol hâkimiyeti altında kalmıştır. Türkistan coğrafyasının (bugünkü merkezi Asya olarak adlandırılan bölge) doğusunun Çin ile ilk etkileşimi ve işgali 18. YY’da Amursam idaresindeki Cungurların 1755 tarihinde Çin ile ittifakı sonucu olmuştur. Bu ittifak, Çin’in Cungurların hâkimiyetine son vermesi ile sonuçlanmış ve bu dönemden sonrada Çin istilası hızlanmıştır.

Çin askerlerinin Doğu Türkistan’a girdiği 1755 tarihinden, Yakup Bey’in iktidara geldiği 1865 yılına kadar ki olan 110 yıllık zaman kaynaklarda ‘1. Çin istilası’ olarak geçmektedir. Sözünü etmiş olduğumuz Yakup Bey döneminde (1865–1884), görece olarak Doğu Türkistan içeride ve dışarıda bir birlik sağlamış ancak bu durum onun ölümüne kadar geçerliliğini sürdürmüştür. 1884’de Çin ordusunun işgali kaçınılmaz olmuştur. Yine bu dönemde, Çin imparatorunun emri ile bu bölgeye “yeni toprak” anlamına gelen “Şin Cang” ismi verilmiştir. 1884’den, 1944 yılına kadar sürecek olan ‘2. Çin İstilası’ dönemi başlamıştır. Bu dönem Çinlilere yaramamış, bölge tam bir istikrarsızlık içerisine girmiş, 1933 ve 1944 yılında çıkan isyanlarla, 10 yıl arayla iki milli devlet[v] kurulmuştur. Ancak oluşturan bu milli devletler hem iç yönetimsel nedenlerden ve tartışmalardan hem de bölgedeki diğer büyük devletlerin, bölgede milliyetçiliği artıracağı ve Türkistan coğrafyasını birleşmesine neden olacağı düşüncesi ile yapılan müdahaleler bu devletlerin uzun soluklu olmalarını engellemiştir.

Sorunun kökenine ilişkin sonuç olarak, bu iki milli devletin, yukarıda söylenen malum nedenlerden ötürü yaşayamaması, 1949 yılında iç savaşı kazanmış olan komünistlerin üçüncü kez Doğu Türkistan’ı işgal etmesi ile sonuç bulmuştur. Bu işgal, Çin Halk Cumhuriyetinin (ÇHC) hâkimiyetinin bu güne kadar gelmesine neden olmuştur.

Doğu Türkistan’ın genelinde, 1953 yılında ÇHC’ye karşı büyük bir ayaklanma olmuş ancak ‘devrim aleyhtarı unsurları yok etmek’ sloganı ile 250.000’den fazla kişi tutuklanarak çeşitli işkencelerle öldürülmüştür. Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde, ÇHC’de bu tür ayaklanmalar devamlı kendisini göstermiştir. 1955, 1962’de binlerce insan ayaklanmalar meydana getirmiş ve sonucunda sert önlemlerle binlerce kişi işkencelere maruz bırakarak öldürülmüş ve binlercesi de ana yurtlarından koparak Kazakistan’a ilticaya mecbur bırakılmıştır. Yine aynı şekilde, 1969’da Ahunoğlu (Ahunov) Mecit liderliğinde bir teşkilat, ayaklanma öncesi yönetim tarafından haber alınmış ve teşkilat üyeleri idam edilmiştir. Bütün bunlara ek olarak, 1981 ve 1985’te farklı şekilde gelişen ancak amaçları ve sonuçları aynı olan gösteriler yapılmış, bir çok insan o dönem itibariyle giriştikleri hak, özgürlük, adalet, meşru bir talep olan ‘kendi kaderini tayin etme hakkı’ndan edilmiştir. 1989’da dini inançlarını ve geleneklerini serbest bir şekilde yaşama, demokratik haklar talep etmek ve Müslümanlığa yapılan hakaretlerin durdurulması amacıyla gösteriler yapılmış, sonucunda göstericiler ya anında ya da daha sonra öldürülmüş, yok edilmiştir.[vi]

Bu noktada, ayaklanmaların ve bu ayaklanmalar karşısında ÇHC uygulamalarının ana nedenlerinin ne olduğunu belirtmek yerinde olacaktır: İlk başta, Uygurlar açısından, ana yurtlarında işgal altında yaşamalarıydı. Ardından kendileri ilk başta vaat edilen ve ÇHC anayasası ile de garanti altına alınan özgürlüklerin verilmemesidir.[vii] Diğer bir neden olarak, ÇHC’nin uyguladığı kimlik politikasıdır. Bu kimlik politikası ise temel ayaklanmaların ve protestoların en önemli nedenini, kaynağını oluşturmaktadır: Soy ve ırksal bir milliyetçilik anlayışı yerine, ortak kültürü ve değerleri ön plana çıkaran ve ardından bu kimlik anlayışı çerçevesinde azınlıklara yönelik ‘benzetme politikası’ uygulamak. Bu benzetme politikası ÇHC yönetimi tarafından çok sistematik, süreklilik arz eden bir şekilde uygulanmaktadır. Bu terimi biraz daha açıp ve örneklendirirsek; ÇHC içerisinde yaşayan bütün etnik grup ve milletlerin tek bir pota içerisinde eritilip, hatta bazılarının yok sayılıp, bir Çin milletinin oluşturulması ancak bu oluşum sürecinde bu azınlıkların geçmişlerine yönelik olarak hiç bir izin de kalmaması, kısaca asimilasyon politikasıdır. Özellikle 1990’lar ile birlikte Doğu Türkistan’da, ÇHC merkezi yönetimin aldığı kararlar doğrultusunda Uygurca, anayasada verilen haklara rağmen, kademe kademe eğitim dilinden çıkarılmış hatta çalışma hayatına atılmak ve iş bulmak için iyi düzeyde Çince (sınavla belirlenerek tasdik edilen) koşul haline getirilmiştir. Ayrıca, Uygurların dini ve geleneksel yapılagelişlerine karşı sınırlamalar getirilmiş, çocukların ve üniversite öğrencilerinin dini eğitim almaları yasaklanmıştır. Bu uygulamalara ek olarak, benzetme politikasının direği olan iskân politikaları uygulamaya konmuştur ve Sincan Uygur özerk bölgesine milyonlarca Han Çinlisi iskân edilmiş, doğal demografik yapı ile oynanmıştır.[viii] 1953’te 300 bin olan Han Çinli sayısı, 1990’da 6 milyona yükselmiştir. Diğer yandan, 1990’lardan itibaren uygulanan kalkınma programı benzetme programının bir parçasını oluşturmaktadır. Kalkınma programı kapsamında Uygurlu birçok genç, özellikle genç kızlara yönelik olarak, ÇHC’nin başka yerlerinde istihdam edilmesi yönünde politikalar izlenmiştir. Bu durumu da bütün dünyaya, bir propaganda aracı olarak, azınlık bölgelerinin kalkındırılması olarak sunmuştur.

Bütün bu kimlik ve nüfus politikaları, Uygurların ekonomik anlamda da köşeye sıkışmasına da neden olmuştur. Yani bu politikalar; i) bölgedeki kaynakların adaletsiz bir şekilde dağıtılarak, kaynakların büyük çoğunluğunun Han Çinlilerine tahsis edilmesi, ii) işveren, yerel ve önde gelen endüstrilerin Han Çinlilerin elinden bulunması sonucunu doğurmuştur. Sonuç itibariyle, uygulanan siyasi, ekonomik, sosyal, dini, demografik baskılar ve politikalar bölgede etnik olmayan bir Sincan kimliğinin oluşmasını amaçlamış ve büyük ölçüde de amacına ulaşmıştır. Bu çerçevede de görmekteyiz ki,  Uygur Türklerinin Doğu Türkistan’daki mevcut durumu, onların reel politika gereği bağımsızlığı savunmanın gerçekçi olmadığı, daha çok hak ve özgürlük taleplerinde bir mücadele etmenin mantıklı olduğu düşüncesini uyandırmıştır.

Diğer yandan, bu bölgenin neden ÇHC için vazgeçilmez olduğunu kavramamız açısından Doğu Türkistan’ın stratejik önemine değinmek yerinde olacaktır. Doğu Türkistan, sekiz Orta Asya devleti ile komşudur. Tarih boyunca özellikle 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş süresince önemli bir tampon bölge olarak kullanılmıştır. Bunlara ek olarak, ülkenin büyümesinde önemli etkileri olan; petrol rezervlerinin üçte biri ayrıca, uranyum ve önemli derecede kömür kaynaklarının yanında, bölgenin pamuk ihtiyacının yarısını karşılamakta olan Doğu Türkistan önemli altın ve bakır madenlerine de sahiptir. Diğer yandan, Doğu Türkistan ÇHC’nin Orta Asya, Kafkasya ve Avrupa ile iletişimini ve ulaşımını sağlamaktadır. Dolasıyla bölge ulaşım, iletişim, doğal kaynaklar ve güvenlik açısından ÇHC için stratejik öneme sahiptir.

Doğu Türkistan sorunun süreç içerisindeki değişimi ve algılanışında kırılma noktasını oluşturan olaylardan biri de 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelere yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları olmuştur. Tüm dünyada o tarihten sonra olduğu gibi, ÇHC’de de Uygur Türklerine yönelik uygulanan politikalar, alınan önlemler terörizmle savaş kapsamı içerisinde görülmüş ve uluslararası alanda zaten cılız olan eleştirilerin bastırılmasına neden olmuştur. Bu olaydan sonra, sorunun uluslararası anlamda tekrar gündeme gelmesi ise 2009 yılının Temmuz ayında meydana gelen olaylar olmuştur. Bu olaylar, aynı yılın Haziran ayında bir fabrikada meydana gelen ve iki Uygur’un öldürülmesinden sonra Çin hükümetinin olayları yeterince araştırmaması ve gerekli cezaları uygulamaması üzerine Urimçi’de Uygurların protestosu üzerine başlamıştır. Çin yönetimi bu protesto gösterilerini çok sert biçimde bastırmıştır. Bu olay, Doğu Türkistan sorununun dünya kamuoyunda tekrar gündeme gelmesine neden olmuş ancak eleştirileri beklenen başat güçlerden gerekli sert uyarılar ve destekler gelmemiştir.

Sonuç: Yerelden Küresele Siyasi Isınma ve Mevsimsel Görece Değişimler

Bugün değişimin milletler bazında başlatıldığı ancak küresel çapta ve devletler bazında ise bir şeyin değişmediğine, değişenin ise sadece araçlar olduğuna tanık olmaktayız. ‘Arap Baharı’ndan Çin kışına olarak adlandırdığımız bu tablo farklı dinamiklere, farklı tarihsel süreçlere ve geçmişlere sahip olmalarına rağmen sonuç itibariyle günümüz konjonktüründe amaç birliği halinde görünmektedir. Bu nedenledir ki; Sincan Uygur Özerk bölgesinde kitle iletişim araçlarına sansürler uygulanarak Arap baharı, yasemin devrimi ve hatta tek başına yasemin kelimesinin kullanılmasına dahi yasaklar ve sansürler oluşturulmuştur. Bu amaç birliği, ‘Bahara’ müdahil olanların değerleri ile bire bir örtüşmesine rağmen ‘Çin Kışı’nı savunmamakta ve destek vermemektedirler. Çalışmanın başında ‘Arap Baharı’na yönelik yapılan değerlendirmede de belirtildiği üzere; bütün bu olayları yürüten ‘batılı’ güçlerin tarih içerisinde doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale ettikleri devletlerde, savundukları ekonomik ve siyasal değerlerin bir arada olmadıkları, bunun nedeninin ise ekonomik çıkarların bazen siyasal hak ve özgürlüklerden önce geldiği çıkarımını yapmamıza neden olmaktadır. Bunu, 1970’ler ile neo-liberal politikaların uygulamalarını ve deneylerinin yapıldığı ülkeler olan Şili’de, Bolivya’da, Rusya’da, Orta Asya Cumhuriyetlerinde, Irak’ta, ‘Arap Baharı’na kadar Libya’da, Mısır’da pek çok ülkede gördük. Ayrıca Çin’de de bunu aynı şekilde gördük. 1990’da Tiananmen meydanında toplanan ve Çin’in kapitalizme, neo-liberal politikalara entegrasyonunu, bunların toplum üzerindeki etkilerini protesto eden halk kanlı bir şekilde bastırılmış ancak bu durum bugün Arap coğrafyasında yaşanan sonuçları doğurmamıştır. Çünkü başat devletlerin liberal ekonomik çıkarları işlemekteydi. Peki, süreç şimdi hangi yöne evirilmekte? Doğu Türkistan bağlamında ne söylenebilir?

Arap Coğrafyasındaki halklar geçmişlerine göre özgürlüklerine kavuşmuş ya da o şekilde bir tablo çizilmektedir. Görece özgürleşen, devrimlerin gerçekleştiği ülkelerdeki Arap halkları, kendilerine yardım eden ve onların sorunlarını uluslararası alanda dile getiren devletlere, aslında onları yönetenlerin kriz içerisindeki Batılı güçlere her açıdan daha maliyetli hale geldiklerini hatırlatmış, beklemede olan politikaların kendiliğinden oluşacak ve bir derecede de müdahil olunacak şekilde uygulanması sağlanmıştır. Diğer yandan, ÇHC bakıldığında oradaki sorunlara uluslararası güçlerin müdahilliği bu kadar kolay olamamaktadır. Tabi ki burada Çin ile günümüzde devrimlerin gerçekleştiği ve muhtemelen gerçekleşecek devletler ile bir tutmuyorum, çünkü bu gerçek dışı olacaktır. Ancak diğer yandan bunun nedenleri üzerine konuşacak olursak; Doğu Türkistan’daki Uygur muhalefetinin birlik olamaması, ÇHC küresel çapta yapmış olduğu kara propaganda, baskı, sansür, terörizmle mücadele konsepti, ABD başta olmak üzere büyük güçlerle büyük ortaklıkları ve onların karşılıklı bağımlılığı hatta bazı alanlarda bağımlılığı, Çin’e karşı Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinin haklı talepleri, hem devlet nezdinde hem de uluslararası sistem nezdinde tepki ve destek yaratması sınırlı olmaktadır. Ancak bazı yazarlara göre, Hayek ve Friedman’ın temel öğretileri olan ekonomik liberalizmin, siyasal liberalizmi doğuracağı ya da bunların birbirlerini beslediği yönündeki görüşler, Çin’in ekonomik liberalizme giderek daha fazla entegre olması, bu ülkede azınlıkların koşullarında iyileştirmelere gidilmesi sonucunu doğuracağı teorileri öne sürülmektedir. Ancak süreç ve tarihe bakıldığında bu teorinin, pratikle uyuşmadığını bu ikisinin her zaman bir arada olması veya birbirlerinden beslenmesinin gerekmediğini görmekteyiz.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim ki, kriz ortamında ortaya çıkın tipik halk ayaklanmalarının aslında önceki başat güçlerin yenilenen çıkarlarına hizmet ettiğini, oluşturulan şoklarla ve görece verilen özgürlüklerle amaçlara ulaşıldığını görmekteyiz. Ancak bu durumun Doğu Türkistan’da halk taleplerinde ve ayaklanmalarında ortaya çıkmasının hem küresel anlamda siyasal ve ekonomik desteğe, çıkara hizmet etmemesi hem de Çin’in batılı güçler karşısında sahip olduğu güçlü konumunun, batılı güçlerin bu sorun karşısında ikircikli bir tutum almasına neden olmaktadır. Gelecekte Doğu Türkistan’daki sorunların çözülebilmesi için Uygurların içeride ve dışarıda bütünlük arz eden sağlam örgütlenmelere ihtiyacı vardır. Var olanların ise daha güçlendirilmesi, oluşturulan diasporanın ise etkinleştirilmesi gerekmektedir. ÇHC’nin ise Sincan Uygur Özerk bölgesine yönelik gerçekçi olmayan öngörü ve korkularını bir kenara bırakarak, gerçek anlamda anayasasında barındırdığı hak ve özgürlükleri sağlamak zorundadır. Bence, ÇHC açısından böyle bir politikanın uygulanmasının önünde engel teşkil eden durum ise eğer Doğu Türkistan’a reform yapılırsa bunun bir domino etkisi yapıp yapmayacağı sorunudur. Zira geleceğin süper gücü olarak görünen ÇHC’nin bu hedef için ekonomik anlamda aşamayacağı pek bir engel görülmezken, siyasal anlamdaki sorunlar ve bu açıdan çözüm için uygulanabilecek politikalar Çin’in tam bir ikilemde kalmasına neden olmaktadır. Çünkü verilecek olan taviz birçok azınlık problemini çözerek yani iç güvenliği garanti altına alarak ya onu süper güç yapacak ya da diğer güçlerin Çin’e müdahil olmasını sağlayan ve onu parçalayan bir süreci mi başlatacak sorunsalı içindedir.     

 

Ömer Çağrı Tecer

Abant İzzet Baysal Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi

 

 


[i] Bu çalışmada, Çin içerisindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi ‘Doğu Türkistan’ olarak belirtilecek ve kullanılacaktır.

[ii] Yapılan kategorileştirme bağlamında: Kinzer, Stephen, Darbe; Hawaii’den Irak’a ABD’nin Rejim Değişiklikleri Yüzyılı, İletişim Yayınları,  İstanbul, 2007, s. 7–8.

[iii] Doğu Türkistan, resmi adı ile Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin beş özerk bölgesinden birisidir. Çin’in kuzey batısında yer alır. Başkenti Urimçi’dir. Nüfusu, 2009 yılı kayıtlarına göre; 21.590.000’dir. Uygurlar bu nüfusun yaklaşık %45’ini (yaklaşık 9 milyon), Han Çinlileri % 41, diğer bölümünü ise Kazak, Hui (Müslüman Çinliler), Kırgız, Moğol ve diğer gruplardır. En yüksek mülkü amiri ise Vali Nur Bekri’dir. https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html (Erişim Tarihi 19.11.11).  

[iv] Bu bölümde, genel itibariyle şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Dr. Karaca, R. Kutay, Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti İlişkilerinde Doğu Türkistan Sorunu, Akademik Bakış, Cilt 1, Sayı 1, Kış 2007, s.219-245., Arş. Gör. Şen, Fatih, Çin’in Sincan-Doğu Türkistan Sorunu: Dünü, Bugünü, Geleceği, Ortadoğu Analiz (inceleme), Temmuz-Ağustos’09, Cilt 1, Sayı 7–8.

[v] 1931’deki ayaklanma ile 1933’de ‘Doğu Türkistan Türk-İslam Cumhuriyeti’, 1938’de ÇHP’nin altıncı kurultayında ‘Çin’deki azınlık milletler Çinlilerle eşit haklara sahip olacaktır.’ beyanatı, Türkleri komünist güçlerin yanında yer almaya itmiş ve komünistlerle birlikte Çang-Kay Şek kuvvetlerini mağlup ettikten sonra 1944’de ‘Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni ilan etmişlerdir. Bkz: A.g.m., Dr. Karaca, R. Kutay, s.224. 

[vi] ÇHC’de süreç içerisinde yapılan insan hakları ihlalleri için bakınız: MAZLUMDER, “2010 Doğu Türkistan İnsan Hakları Raporu”, 2010.

[vii] ÇHC Anayasasının 4. Maddesinde; “milliyetlerin eşitliği belirtilmiş, özerk bölgelerde azınlıkların haklarının korunması için ‘özerklik organları’ tesis edildiği” vurgulanmıştır. Yine anayasasının 59, 65, 114 ve 116. maddelerinde; “ Milli Halk Kurultayı Daimi Komitesi’nde, yerel idarelerde etnik azınlıkların eşit temsili vurgulanmış ve özerk yönetimlerin bölge milliyetinin politik, ekonomik ve kültürel kimliklerini geliştirmede belirli düzenlemeler yürürlüğe koyma hakkına sahip olduğu” (116 mad.) belirtilmiştir. Ayrıca, ÇHC Anayasasının 117 ve 118. Maddelerinde; “otonom idarelerin bölgenin mali durumunu yönetme yetkisine sahip olduğu belirtilerek, bölge ile ilgili bütün gelirlerin özerk yönetim tarafından kullanılacağı ve devlet planları önderliğinde yerel ekonomik gelişmenin düzenlenebileceği” ifade edilmiştir. Bkz: MAZLUMDER, “2010 Doğu Türkistan İnsan Hakları Raporu”, 2010.   

[viii] 1949 yılında %87 olan Uygur Türkü nüfusu, 2002 yılında %53’e düşerken, 1949 yılında %7 olan Han Çinli nüfusu (Müslüman olan Hui’lerle birlikte) 2002 sonunda toplam nüfusun %45’ini teşkil etmektedir. Tabi bu durumun oluşmasında ağır baskı gören Uygur Türklerinin Orta Asya Cumhuriyetlerine göçü de etkili olmuştur. Bkz: A.g.e., Dr. Karaca, R. Kutay, s.231.

Sosyal Medyada Paylaş

Previous article
Next article

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...