Ata Atun ile Kıbrıs Sorunu Üzerine Röportaj

Prof. Dr. Ata ATUN; 1948 yılında doğan Ata Atun Kıbrıslı Türk olup, Orta eğitimini Ankara Koleji, Magosa Namık Kemal Lisesi ve Şişli Koleji’nde tamamlayarak, İnşaat Mühendisliği Lisans eğitimini (Boston Üniversitesine bağlı) Hikma Üniversitesi, Lisansüstü eğitimini California’daki Century Üniversitesi ve Doktora eğitimini de Texas’daki Century Üniversitesinde tamamlamış ve 1994 yılında Fulbright bursu ile Washington’da Doktora üstü çalışma yapmıştır. 2007 yılında, Prag’daki Charles Üniversitesinde, Avrupa Gazetecilik Enstitüsü eğitimlerine katılmıştır. Cumhurbaşkanlığı müzakere heyeti danışma kurulu üyesi olan Atun, halen Yakın Doğu Üniversitesinde öğretim üyesidir.

Uluhan Ceran: Kıbrıs Sorunu uzun yıllardır bir çözümsüzlük statükosuna mahkûm oldu. Ne yazık ki bu durumdan en büyük zararı Kıbrıs Türk’ü görmekte. Sizce bu durumun nedenleri nelerdir? Kıbrıs Türk’ü ve Türkiye bir yerlerde hata mı yaptı?

Ata Atun: Yapılan bir hata yok, önce onu söyleyeyim size. Bunun kökenleri 1950’li yıllara kadar gidiyor. Şöyle, 50’lerin ortasına doğru artık imparatorlukların sömürgelerine özgürlüklerini verme modası başladı. Birleşmiş Milletler’de kolonilerin cumhuriyetleşmesi akımı başladı. Ve o dönemde küçük küçük devletler kuruldu. İngiltere’nin başını çektiği, Kıbrıs Adası’nın da dahil olduğu refah ülkeler topluluğu (common wealth countries) oluşmaya başladı. Bununla birlikte Afrika’da, Asya’da küçük devletler şeklinde bağlantısızlar da ortaya çıktı. Bu devletler ne doğuya, ne batıya ne de demir perdeye (iron curtain) dâhil oldular, üçüncü bir grup kurdular. Bu üçüncü grubun içine de Makaryos cübbesine güvenerek girdi. Bu oluşumda başı çeken Joseph Tito ve Gandi’ydi, Makaryos da onların arasına katıldı. Bu tabii ki Birleşmiş Milletler’de Rumlara çok büyük kazanımlar sağladı. 21 Aralık 1963’te başlayan Rum saldırıları, Türkler’in buna hazırlıklı olması ve karşı koyması, Birleşmiş Milleter’den 4 Mart 1964 kararını getirdi. 186 numaralı bu karar Kıbrıs’ta tanınan devletin Rum’lar olduğunu belirtiyordu. Türkiye o dönemde güçlü bir devlet değildi. Tamamen Amerika’nın uydusu konumunda, ihracatı çok düşük olan, bütün askeri malzemesini Amerika’dan temin eden bir ülkeydi. İskenderun Demir Çelik Fabrikası dahi Rusya tarafından kurulmuştu ki Adnan Menderes’e karşı yapılan ihtilalin nedeni aslında Türkiye’nin Rusya’ya doğru yakınlaşmasıydı.

Bu faktörleri ele aldığımızda, 1977 yılında Makaryos’un öldüğünü de göz önünde bulundurursak, barış harekâtından sonra üç yıl daha Makaryos’un Birleşmiş Milletlerdeki etkisinin devam etmiş olduğunu görüyoruz. Arkasından da Makaryos’un yardımcısı Spiros Kipriyanu cumhurbaşkanı oldu. Onun döneminde de Arap ülkeleri1948’de İsrail’i tanımasından ötürü Türkiye’ye kırgındılar. Bu nedenle o dönemde Türkiye Cumhuriyeti Birleşmiş Milletlerde arkasında kimseyi bulamadı. Gerek 1974’te gerekse 1977 ve 1979 ve 15 Kasım 1983’te KKTC ilan edildiğinde Türkiye haklı olmasına rağmen BM’de yalnız kaldı. Bunun sonucunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 numaralı kararlarıyla KKTC’nin tanınması engellendi ve Kıbrıs Türk’ü tüm dünyadan izole edildi. Bunlar yüz karası kararlardır.  Şimdi bunları alt alta koyduğunuzda ne Kıbrıslı Türklerin ne de Türkiye’nin başarısızlığı var. Tam tersi 2000’li yıllarda Türkiye’nin yükselen yıldızı var. Olaylar ters döndü. Yugoslavya dağıldı, Hindistan başta olmak üzere üçüncü ülkeler darmadağın oldu, liderleri yok. Rum tarafı bu destekten yoksun kalınca bu defa Türk Tarafı’nın haklılığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu yıllarda gördüklerimiz Türkiye’nin güçlenmesi, söz sahibi olması, BM’de güvenlik konseyi geçici üyeliğine seçilmesi ve güvenlik konseyi dönem başkanlığını yapması, Avrupa Birliği’nin üyelik müzakerelerini sürdürmesidir. Ayrıca bu dönemde Türkiye Arap Ülkeleri’nin desteğini almış, orta doğu ve balkanlarda söz sahibi olmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri Afganistan ve Pakistan devlet başlarının Türkiye’den arabuluculuk talep etmesidir.

Uluhan Ceran: Türkiye bölgesel bir aktör olma yolunda diyebilir miyiz?

Ata Atun: Yolunda değil, Türkiye tam anlamıyla bir bölgesel aktördür. Ekonomisi güçlü, lojistik desteğini eksiksiz yaparak sınır ötesi harekât yapabilen bir ülkedir. Yakın zamanda Kandil Dağı’na yapılan kara harekâtını düşünün. 20.000 asker sınır dışında çıktı. Düşünün her bir asker 50 kuruşa satılan küçük sulardan üç tane içse, günde 60.000 şişe suyun bölgeye transferi gerekir. İhtiyaç duyulan başta askeri mühimmat olmak üzere bunun gibi bir sürü unsur vardır.  Türkiye bu güce sahip dünyadaki dört devletten biridir. Avrupa’nın 6. dünyanın ise 16. büyük ekonomisidir. Bunlar Kıbrıs Konusunda KKTC’nin kör talihini değiştirecek etkenlerdir. Ben bundan sonrası için çok ümitliyim. Avrupa Birliği Türkiye’ye muhtaç hale gelmektedir. Ekim 2014’te Lisbon anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle nitelikli oylama gündeme gelecek. Tek başına veto hakkının ortadan kalkmasıyla, Estonya, Letonya, Kıbrıs Rum Kesimi gibi küçük devletler tek başına çok fazla etkin olamayacaklardır.

Uluhan Ceran: AK Parti’nin iktidara gelmesiyle uygulamaya koyduğu yeni dış politika anlayışını ve yeni Kıbrıs Politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ata Atun: AK Parti geçmiş dönemlere kıyasla çok farklı bir dış politika uygulamaya koydu. Önceki dönemlerde Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı doğrudan doğruya dış politikayı yönetiyordu ve oradaki diplomat ve büyük elçilerin çizdiği doğrultuda dış işleri bakanı yürümekteydi. Ancak AK Parti hükümeti bunu tamamen tersine çevirdi. Bürokratların çizdiği çizgiyi değil siyasetçilerin çizdiği çizgiyi takip etmek zorunda kaldı dış politika. Ben kişisel olarak AK Parti’nin dış politikasını çok başarılı buluyorum. Daha bu hafta gördük, Libya’dan 25.000 kişiyi tahliye etmesi bence olağan üstü bir başarı. Dış dünyadaki ülkelerin Türkiye’ye kendi vatandaşlarının tahliyesi için adeta yalvarması bile kendi başına övünç duymak için yeterlidir. Devletin tüm olanaklarını seferber etmek, Libya’da limanları açtırmak, uçakların inmesini sağlamak oldukça önemli noktalar. Türkiye’nin gücünü burada gayet güzel bir şekilde gördük. Özellikle İsrail konusunda taviz vermemesi önemli bir husus. Orta doğu ve dünyanın şımarık çocuğu İsrail’in  Uluslararası sularda, hiçbir hakkı olmadığı halde Mavi Marmara gemisine çıkarma yapıp insanlarımızı öldürmesi son derece büyük bir haksızlık. Daha sonra göstermelik bir araştırma komisyonu kurdular biliyorsunuz, oradan çıkan karar zaten yüz karası. Türkiye ben senin bu kararını tanımıyorum deyip uluslararası bir komisyon kurdurarak ağırlığını ortaya koydu. Bunlar son dönemlerde dış politikanın önemli başarılarıdır.

Annan Planı döneminde ise AK Parti çok bilinçli bir satranç oynadı. Bana göre yaptıkları analiz Rum’ların hayır diyeceği yönündeydi ve bütün siyasetlerini onun üstüne inşa ettiler. Rumlar evet deseydi de Türkiye Cumhuriyeti kazanıyordu, hayır deyince daha çok kazanmış oldular, daha sağlam bir yere bastılar. Dün Erdoğan Bey’in Almanya’daki toplantıda yaptığı bir açıklama vardı Kıbrıs’la ilgili, mükemmeldi. Avrupa Birliği Kıbrıs’la ilgili yanlış yaptı, Rumları alarak Türkleri hiçe saydı, yokmuş gibi davrandı. Adanın tümü kendinin diyorlar ama adada iki tane devlet var, üstelik Türkler %65 oyla evet derken Rumlar %75 oyla hayır dedi şeklinde çok güzel bir konuşma yaptı. Bu nedenle dış politikaları başarılı. Türkiye’nin içinde yaşamadığım için ekonomiyi ve iç gidişatı bilmiyorum ama dış politikayı elimle tutup gözümle görüyorum.

Uluhan Ceran: Hristofyas ve Talat çözüme en yakın liderler olarak lanse edilmişti. Hatta kimi çevreler bu iki liderin dönemini Kıbrıs Sorununun çözümü için son şans olarak görüyorlardı. Atmosfer bu kadar olumluyken neden bir çözüme ulaşılamadı? Liderler nerede hata yaptılar?  

Ata Atun:    Talat Bey’le Hritofyas aslında aynı ekolün çocukları, aynı ekolün öğrencileri. Bu nedenle dışarıdan bakıldığında anlaşacakları düşünülüyordu. Fakat o koltuklara oturunca düşünceler farklılaşıyor. Daha doğrusu siz temsil ettiğiniz halkın çıkarlarını düşünmeye başlıyorsunuz, idealleri düşünmüyorsunuz. Mehmet Ali Bey bence çok başarılı bir müzakere süreci götürdü. Bir takım tavizler aldı, tavizler verdi, bir takım tavizleri vermenin de sözünü verdi. Zaten tavizleri alıp veriyorsunuz, tek taraflı almayla çözüm olmaz. Bana göre başarılı bir siyaset güttü Mehmet Ali Talat Bey. Burada anlaşmazlığın kökeninde Rum’ların 1876 tarihli megali ideaları söz konusu. Bu megali idea Rum’ların kanına o şekilde işlemiş ki Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edilmesinden başka bir anlaşmaya evet diyen biri vatan haini ilan ediliyor tarih boyunca. Bu nedenle de Hristofyas dikkat ederseniz 2013’te Kıbrıs konusunda bir anlaşma yoksa ben bir daha aday olmayacağım diyor. Bu sebeplerle Hristofyas ve Talat hiç anlaşamadılar, çünkü Hristofyas’ın nihai hedefi adayı Yunanistana bağlayacak ve adanın mutlak hakimi Rumlar’ın olacağı üniter bir sistemdi. Rum’ların çoğunluk olduğu, Rum’ların yönettiği, Türk’lerin içerisinde azınlık olduğu bir sistemi Hristofyas düşünüyordu. Talat Bey ise çok farklı düşünüyordu. İki ayrı devletin eşit temsiliyetinden oluşan yeni bir devletten yanaydı. Nüfus oranına göre iki Rum’a bir Türk gelecek şekilde, her seviyede bürokratların olması ve Türk başkan yardımcısının belli konularda veto hakkının olması, senatoda eşit sayıda Türk ve Rum milletvekillerinin bulunması, temsilciler meclisinde ise nüfusa göre oranlanmış milletvekillerinin olması yönünde bir düşüncesi vardı. Bu nedenle aralarında anlaşma mümkün olmadı. Eroğlu’yla da olmayacak, şimdi ben müzakerelerin danışma kurulundayım. Bu dönemde hiç olamaz. Çünkü biz de aynı düşüncedeyiz. Bize göre KKTC egemen bir devlet olmalı, sonra Rumlar’la oturup konuşmalı. Biz azınlık değiliz, asla da azınlık olmayacağız.

Uluhan Ceran: Sayın Derviş Eroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi bir takım çevrelerde çözümle ilgili kaygılara neden olmuştu. Bugün müzakerelerde gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kaygılar haklı mı çıkıyor?

Ata Atun: Bu söylenenler Derviş Bey’in söylemlerine ve ya miting meydanlarında söylediklerine istinaden ortaya konan varsayımlardı. Aslında Derviş Bey müzakereleri sonuna kadar devam ettirmek istiyor, masadan kalkmak gibi bir niyeti yok. Ben beş yıl buradaysam beş yıl sürecekse müzakere yapacağız ama asla kaçan taraf olmayacağız. Bir kırk yıl daha bizim görüşmek gibi bir lüksümüz yok şeklinde düşüncesi var ve Derviş Bey’in politikası da Kıbrıs Türk Halkı’nın siyasi eşitliğini sağlayan oluşuma doğru gitmekte. Olursa olur, olmazsa da artık ayrı bir devletin devam etmesi şeklinde bir düşüncesi var. Nitekim Birleşmiş Milletler de bu son birkaç aydır aynı konu üzerinde durmakta. BM’nin düşüncesi bu müzakereler bu şekilde yıllarca daha gidemez, bizde söyleyeceğiz ki iki taraf anlaşamadı, biz bu konudan elimizi ayağımızı çekiyoruz noktasına gelebilir. Siz bakın artık başınızın çaresine diyecekler gibi.

Uluhan Ceran: Çözümsüzlük ihtimalinden bahsetmişken Tayvanlaşma ya da Kosovalaşma gibi alternatif senaryoları KKTC için gerçekçi buluyor musunuz?

Ata Atun: Evet her ikisini de gerçekçi buluyorum. Özellikle Kosova’nın oluşumuyla bizim oluşumumuz arasında çok fark yok. Kosova üç kere bağımsızlık ilan etti, biz daha birinciyi ilan ettik. İki kere şansımız daha var demektir.

Uluhan Ceran: Bildiğiniz gibi sendikal platformun düzenlediği mitinglerde Türkiye karşıtı protestolar ortaya çıktı. Buna bağlı olarak Ankara-Lefkoşa hattında ilişkiler oldukça gerildi. Sendikalar ‘toplumsal varoluş’ sloganıyla eylemler yapıyorlar. Kıbrıs Türkü’nün varlığı gerçekten tehdit altında mı ki bu söylemler ortaya çıkıyor? Bu sürecin sonu nereye varacak?

Ata Atun: Şimdi sendikalar devlet yönetmemiş, devlet yönetmenin ne olduğunu bilmeyen, hayal içinde yüzen insanlar. Arkalarında öğretmenler sendikası yıllarca konuşur, bütün Kıbrıs’taki öğretmenlerin sayısı 2600 tanedir, 2601 değil. Yani temsil ettikleri nüfus ve kitle gerçekten çok küçük. Bütün sendikaların temsiliyeti 18.000 kişi, 18.001 değil. Yani 270.000 nüfusu düşündüğünüz vakit büyük bir oran değil. 1987 yılında maalesef değiştirilen grev ve lokavt yasası vardı, grev ve reform yasası oldu bu. Bunun arkasına saklanıyorlar. Yani siz bu adamlara beğenmiyorsan çek git diyemiyorsunuz. Grev yaptıklarında kapının önüne koyamıyorsunuz. Üçüncü şahıslara karşı bir sorumlulukları yok. Grev yapıp elektrikleri kestiklerinde sizin buzdolabınızdaki etler kokarsa, grev yapanlar bunu ödemiyorlar. Böyle bir yasamız var, tek taraflı maalesef. Görüyorsunuz kendilerine karşı tutum alındığında hemen yaygarayı basıyorlar. İstiyorlar ki kendileri ne isterlerse yapsınlar, ama kendilerine karşı hiç bir şey yapılmasın. Bu olaylar bana Tanzimat devrini hatırlatıyor. Osmanlı tarihini hatırlayacaksınız, yeni çeriler vardı. Bir ocakları vardı, ortada kaynayan büyük bir kazan, yemek orada pişerdi. Yeni çeriler padişahı beğenmediklerinde kazan kaldırıp, kazanı sırtlayıp Beyazıt Meydanı’na sarayın tam karşısına götürürlerdi. Paraları biterdi cülus isterlerse, kazanı sırtlayıp Topkapı’nın önüne götürürlerdi. İş çığırından çıktı ve yeni çerilerin başı bizim sendika ağaları gibi ne isterlerse yaptırır duruma geldi. Yani devlet içinde devlet olmak yönüne gittiler o dönemde. En sonunda Nizam-ı Cedid askerleri, o dönemde Alemdar Mustafa Paşa’ydı sanırım komutanları, bu son kaldırılan kazanda da yeni çeri ocağını topa tutarak tamamen kapattı, yok etti bunu. Dönemin ünlü şairi Nef’i vardı. Çok güzel bir şiir yazdı orda, aynı durum bizim için de geçerli. İkide birde indirip kaldırmakta kazanı, kazan devrildi, söndürdü ocağı. Yani yeni çeri ocağı söndü, gitti manasında çok güzel bir dörtlüktür.

Bundan sonra olacakları ben söyleyeyim size. Devlet büyük bir olasılıkla sendikalarla ilgili tedbirler alacak. Yani grevlerin bir bedeli olacak. Sen üçüncü kişilere zarar veriyorsun, limanda gemileri yanaştırmadılar insanlar suyun içinde kaldı, kalp hastaları kalp krizleri geçirdi ama bunların umurunda değildi. Bunları yapamayacak duruma gelecekler. Büyük bir olasılıkla grev kararı oylamaları sandıkta olacak. Şimdi yatıyor sendika başkanı akşam, sabah grev diye kalkıyor, elinde bir top vekâletname, ben herkesten vekâletname aldım, herkes beni destekliyor diye lanse ediyor. Hâlbuki öyle değil. Bundan sonra büyük bir olasılıkla sandık konacak, herkes canlı olarak oylasın, ona göre bakalım isteniyor mu? Grevlerin bedeli büyük bir olasılıkla ödetilecek. Yani bundan sonra devletin içinde başka bir devletin olmasına müsaade edilmeyecek. Çünkü bu halk iradesi değil. Yarın bir miting var (2 Mart 2011), toplumsal varoluş mitingiymiş. Yarın bana bir komedi gibi geliyor, gerçekten bir komedi. Ben Kıbrıslı bir Türk’üm, benim en büyük özelliğim 26 yaşında milletvekili olmam, yani devlet mekanizmasının nasıl çalıştığını çok iyi biliyorum. Nasıl toplumsal varoluşu yapacaklar gerçekten çok merak ediyorum. Çıkıyorlar ve polis bize bağlansın diyorlar, bugün devletin gelirleri 18.000 kişilik memuru ödemeye yetmiyorken, polisi ve güvenlik kuvvetlerini neyle ödeyecekler ben çok merak ediyorum. Bizim mantığımızda memur olanlar, bütün yaşamlarını memur olmayanların verdikleri vergiler üzerine kurmuşlar. Ceplerinden bir tek kuruş çıkarıp emeklilik maaşları ve ikramiyeleri için herhangi bir yere yatırmıyorlar. Bugün bir asgari ücretli 380 TL sigortasına ve ihtiyat sandığına veriyor ki ihtiyat sandığı emeklilik primidir, sigortası da emeklilik aylığıdır. Ama 7.000 TL maaş alan bir memur 210 TL vermektedir. 7.000 TL maaş alan bir kişi emekli olduktan sonra 6.000 liraya yakın emekli maaşı almakta. Bana göre 2.500 lira her ay prim yatırması lazım ama yatırmıyor. Sırtını dayamış vatandaşa, sülük gibi kanını emiyor vatandaşın. Aslında devletin almak istediği tedbirler bunlara karşı. Tabii bunlarda bu tatlı hayatı bozmak istemiyorlar. Sorun burada, slogan bulmakta çok becerikliler ama düşündükleri bana göre çok yanlış.

Uluhan Ceran: 2 Mart Çarşamba günü yapılacak olan grevden ötürü ada genelinde elektrik kesintileri olacağı haberleri geliyor. Mahkemeler grevde olduğu için adalet sistemi iş göremez hale geldi, okullarda eğitim hayatı aksıyor. Sendikalar topluma ciddi zararlar vermeye başladılar. Bu durum toplum içinde nasıl karşılanıyor?

Ata Atun: Benim konuştuğum insanlar grevlere karşı büyük bir infial duyuyorlar. Umarım yarın elektriği kesmezler, elektriğin kesilmesi bana göre özelleştirmeleri hızlandıracak. Telefonların kesilmesi, elektriğin kesilmesi memurların inisiyatifinden bir gün çıkarılacak. Yani memurlar hiçbir zaman vatandaşı cezalandırabilecek yetkilere sahip olmayacak. Bunun getirisi bu olacak, tamam belki yarın ağlayacağız ama bir müddet sonra bütün bu yetkiler bunların elinden alınacak ve bunu acımasızca yapan kişiler bunun cezasını, bedelini maddi ve manevi ödeyecekler. Çünkü bu kadar haksızca bir hürriyet olması mümkün değil. Eğer bana bir eylem zarar veriyorsa, o kuruluşun bunu yapamaması gerekir.

Uluhan Ceran: Hükümete karşı sendikaların ağır bir baskısı var, sizce bir erken seçim söz konusu olabilir mi?

Ata Atun: Erken seçim mümkün değil. Zaten bir evvelki hükümet erken seçim olsun, biz gelelim diyor. Bir evvelki hükümet KKTC’yi batıran bir hükümettir. Gelip de ne yapacaklar ben çok merak ediyorum. Gelir gelmez üç beş bin kişiyi hemen istihdam ettiler, hazineyi batırdılar, hükümeti batıran insanlar şimdi ne yapmayı düşünüyorlar ben gerçekten çok merak ediyorum. Maalesef tamamen hayalperest insanlar.

Uluhan CERAN

BİLGESAM TUİÇ Platformu

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Temsilcisi

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Teknolojinin Göçmen Havaleleri Üzerindeki Etkisi: Gelişmekte Olan Ülke Perspektifi

Gökçen Ayzıt Kırkali  Göç Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Yurt dışında çalışan göçmenlerin...

Kosova Avrupa Konseyi Üyeliğine Bir Adım Daha Yaklaştı

Avrupa Konseyi'nin Siyasi İşler ve Demokrasi Komitesi, 31 ülkenin...

Bosna Hersek Seçim Yasası Değişti

Bosna Hersek, Dayton Barış Anlaşması sonrasında kurulan karmaşık siyasi...

Dijital Araçların Göç Süreçlerindeki Rolü

Hazırlayan: Büşra KEŞLİ TOROSLU Özet Bu araştırma, dijital teknolojilerin göç ve...