Bir “Buçuk” Hikâyesi

İlk röportajımızı, Çingene ve Çingeneler gibi yaşayan dezavantajlı gruplarla ilgili yaptığı özverili çalışmalarla tanınan, Avrupa Konseyi’nin İnsani Yardım Ödülü’nün sahibi olan yönetmen Elmas Kara Arus ile gerçekleştiriyoruz. Elmas Kara Arus, Sıfır Ayrımcılık Derneği’nin kurucusu ve aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin 2014’te İsveçli diplomat Raul Wallenberg adına ilk defa vereceği ödülün sahibi olması ile medyanın ilgisini çeken bir isim.

 

Sıfır Ayrımcılık Derneği’nde derneğin gönüllülerinden Hatice Hanım ve Gökhan Bey karşılıyor beni. Avrupa Konseyi ödülünün açıklanmasından bu yana basının yoğun ilgisi, yakın zamanda yapacakları etkinliklerin koşuşturmacası ve derneğin rutin işleri içinde bir hayli yoğun çalışan dernek üyeleri ile sohbetimize başlamadan önce tabi ki ocağa çay koyuluyor. Ofiste dikkatimi çeken el işi çantaların, derneğin kadın örgütleriyle birlikte başlattığı atölyelerde çalışan Roman kadınlar tarafından, geleneksel sepetçilik işinden esinlenerek telefon kablolarından yapıldığını öğreniyorum.

İsveç’te bulunan Hatice Çetinkaya ve Elmas Arus, Roman Sivil Toplum ve Kamu Kuruluşları ile Türkiye’den 6 Bakanlık, STK’lar ve birçok kuruluşla birlikte yaptıkları toplantıdan yakın zamanda dönmüşler. Hatice Hanımla İsveç’teki ve Türkiye’deki Çingenelerin durumu ve uygulanan politikalar üzerine beni de hayli şaşırtan kısa bir sohbetimizin ardından gün boyu oradan oraya koşturan Elmas Hanım geliyor ve röportajımıza geçiyoruz.

ÇOK KİMLİKLİ, ÇOK KÜLTÜRLÜYÜM

Son zamanlarda basında aldığınız ödülle ilgili olarak adınızı sıkça duyduk. Ödüllü Çingene kızı, Roman kızı gibi tanımlamalar yapıldı. Peki Elmas Arus kimdir? Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Aslında tanımlama konusunda en az basın kadar ben de karışığım. Çünkü dört sene öncesine kadar toplum tarafından Çingene olarak tanımlanan bir gruptuk. Roman nedir, Çingene nedir pek bilinmiyordu. Toplum bize Çingene diyordu. Biz kendimizi tanımlarken göçebe diyorduk. Ailem kendi kimliğini başka bir şeyin altına da gizlemek için Alevi göçebe diyordu. Sonuç olarak baba tarafım Abdal, anne tarafım Roman. Bu kültürün içinde yetişen bir bireyim, o yüzden ben kendimi çok kültürlü çok kimlikli olarak tanımlıyorum. Çingene veya Roman denmesi de beni rahatsız etmiyor açıkçası.

ROMAN KİM ÇİNGENE KİM?

Roman ve Çingene tanımlamaları konusunda birçok kişide kafa karışıklığı var. Anlaşılabilmesi adına biraz açabilir miyiz bu kavramları?

Çingene karşı tarafın kullandığı ve altını olumsuzluklarla doldurduğu bir tanım olduğu için toplumun hiç bir bireyi kendini kolay kolay Çingene olarak tanımlamaz. Hiç kimse kendini ”hırsız” olarak tanımlamak istemez veya herhangi bir kötülüğe maruz kalacak şekilde tanımlanmak istemez. Roman kelimesinin aslında daha çok etnik bir tanımı var. Türkiye’de Roman olarak kullanılan kelime herkesi kapsamayan bir tanımlama. Ötekinin verdiği isim olan Çingene kelimesi ise sosyo-kültürel olarak bu şekilde yaşayan bütün grupları içine alıyor. Resmi yazışmalarda Çingene diyemediğimiz için ‘Romanlar ve Romanlar gibi yaşayan gruplar’ diyoruz. Parantez açıyoruz, Rom, Dom, Lom, Abdal gibi tüm Çingene grupları ekliyoruz.

Peki bu kimliğinizle tanışmanız, farkına varmanız ne zaman oldu?

Ben üniversiteye gidene kadar hep Çingene adı altında kendimi tanımlamıştım. Çünkü bana hep öyle deniyordu. 1998’de Edirne’ye okumaya gittiğimde bir baktım benim başka tarafıma benzeyen gruplar var. Bunlar da kendine Roman diyor. Gelenekler ve göreneklerde farklılıklar var, benzerlikler var ama yaşam tarzı ve uğradıkları toplumsal ayrımcılık aynı. Dışarıdan bakıldığında Çingeneler ama kendilerine Roman diyorlar. Aslında fark eden bir şey yok. Daha sonra 2009’da Roman Çalıştayı oldu, 2010’da Roman Açılımı oldu ve Roman kelimesi popülarize edilmiş bir hale dönüştü. Aslında hayatımıza o zaman girdi Roman kelimesi. Sonra resmi yazılarda, televizyonlarda sıkça rastladık.

İLLE DE “ROMAN” MI OLSUN?

Hatta bir dönem Çingene kelimesinin hakaret içerikli olduğu için yasaklanacağı gündeme geldi. Bazıları Çingene’nin bu topluluğun kendi adı olduğu, hakaret olarak kabul edip bu kelimeyi yasaklamanın aslında bu kelimenin hakaret amaçlı olarak kullanılmasını onaylamak anlamına geleceğini savunarak karşı çıkmıştı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kesinlikle ben de karşıyım ve bu tepkilerden yanayım. Çünkü biz Çingene’nin altındaki nefret söylemiyle savaşmadığımız sürece, bu söylemleri ortadan kaldıracak cezai müeyyideler uygulamadığımız ve toplumu bilinçlendirmediğimiz sürece, bu ayrımcı kafatasçı yapıyı değiştirmeye çalışmadığımız sürece, Çingene kelimesini yasaklasan ne olur, Roman kelimesini yasaklasan ne olur? Şimdi Çingene’yi yasakladın Roman’ı kullanıyorsun on sene sonra bu nefret söylemleri bu şekilde devam ederse o zaman hangi kelimenin altına sığınacaksın? Biraz geçiştirme, biraz oyalama gibi görüyorum bu meseleyi.

Yani on sene sonra belki de Roman kelimesi, ayrımcılık ve hakaret amaçlı olarak kullanılacak.

Kesinlikle. Aslında o nefret söylemini yaratan argümanları ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu söylemi topluluğun yaşadığı yoksulluk besliyorsa, yoksulluğu kırmak için mücadele etmek gerekiyor. Eğitim oranının düşüklüğü, Çingeneleri bu söylemlere maruz bırakıyorsa eğitim politikası oluşturmak gerekiyor. Aksi takdirde Çingene’yi yasakladık, Romanların sorunu bitti mi, Çingenelerin Çingenelikten kaynaklı sorunları ortadan kalktı mı? Tabii ki hayır.

“KUŞTEPELİ OLDUĞUMUZU SÖYLEYEMİYORUZ”

Peki kimliğinizden ötürü ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kaldığınız alanlar nereler oldu? En fazla bu ayrımcılığı hissettiğiniz alanlar nereler oldu?

Toplum kapalı olduğu için diğer topluluklarla iletişim kurulan alanlar genelde alışveriş yapılan alanlar oluyor. Bakkal oluyor, pazar oluyor, manav oluyor. Toplumsal ayrımcılığa en çok maruz kaldığın yerler ise eğitim alanları. Çünkü gününün büyük bir kısmını okulda geçiriyorsun ve ayrımcılık uygulayan öğrencilerle öğretmenlerle berabersin. Mesela Kuştepe’deki gençlerle konuştuğumuzda Kuştepeli olduklarını söyleyemediklerini belirtiyorlar. Niye diyorum, Kuştepeli eşittir Çingenedir gibi bizimle ilgili bir sürü yaftalar yakıştırmalar yapıyorlar dolayısıyla söyleyemiyoruz diyorlar. Kuştepeli gençler de artık çalışıyor. Ve onların en çok ayrımcılığa uğradıkları yer iş alanları örneğin.

Ben en çok ayrımcılığı eğitim alanında, eğitim kurumlarında yaşadım. Çünkü en fazla gacoyla, ötekiyle bir araya geldiğim alan orasıydı. Sonra iş alanında zaten bu kimliğimle çalışma yaptığım için çok fazla ayrımcılıkla karşı karşıya kalmadım. Çünkü ben üniversite bitirmiş, okumuş, kendi toplumunun içinden çıkmış onların deyimiyle “elit” olmuş, onların değerleriyle hayata tutunan bir insandım. Dolayısıyla onlar gibiydim. Kimliğinle ilgili olarak sana iki tür bakış açısı oluşuyor. Ya aşağılayan, dışlayan, yok sayan bir bakış açısı, ya da seni korunması kollanması gereken nesli tükenmekte olan bir hayvan gibi gören bakış açısı. Ben hep şunu söylüyorum: ne zamanki bu iki tür bakış açısı ortadan kalkar, bizi saf halimizle ve tüm çıplaklığımızla insan olarak görmeye başlarlar işte o zaman bu ayrımcılık ortadan kalkar.

“BİZİM CİNGANLARDAN NE OLUR Kİ !”

Bu tür durumlarla (dışlanma, ayrımcılık) karşılaştığınızda tepkiniz ne oluyor? Agresifleşiyor kızıyor musunuz, anlamaya mı çalışıyorsunuz?

Tabii zaman zaman tepkilerim farklılaşıyor. Örneğin lisedeyken çok üzülüyordum. İlkokuldayken ağlıyordum geceleri. İçimize atıyorduk. Çünkü toplum öyle diyorsa öyleyiz biz. Kendi kültürümüzün farkında değiliz ki. Toplum bize bizi anlatmış, biz de ona inanmışız. Evet biz kötüyüz, Çingeneyiz… Aksini iddia edecek bir bilgimiz yok. Geçmişimizi tarihimizi bilmiyoruz çünkü. Nerden gelmişiz, ne yapmışız, hayata dair neler yaşamışız bunları bilmiyoruz. Kültürümüz bize göre güzel ama yeri gelince ailemde bile “bizim cinganlardan ne olur ki” dendiği oluyor. Sonuçta böyle bir bakış açısıyla bugüne kadar gelmişsiniz. İlkokuldayken keşke bu toplumun içinde olmasaydım keşke Çingene olmasaydım biz kimiz ki niye bizi bu kadar aşağılıyorlar falan diye ağlardım. Ama sonra liseye geliyorsun içerliyorsun ve tam tersi güçlenmeye başlıyorsun. Evet mücadele etmeliyim, biz kötü değiliz diyorsun ve mücadele ruhu gelişiyor. Üniversitede daha bilinçlisin. Bu kez itelenen kimliğe sahip çıkıyorsun.

Zamanla neyle mücadele edebildiğini hangi sorunla karşı karşıya olduğunu görüyorsun. Onunla mücadele ettiğin zaman ayrımcılık karşısındaki tavırlarının şekli daha da değişiyor. Geçenlerde bakanlıklar, İŞKUR ve Roman STKlar ile birlikte İsveç’e gittik. İsveç’teki İŞKUR’da çalışan bir Çingene vardı. Değindiğimiz konular açısından güzel bir örnek. Kendisi “30 yıldır iş çıkışları ofisten en son çıkan olmamaya dikkat ediyorum. Çünkü ofiste bir şey kaybolsa ve en son ben çıksam Çingene olduğum için beni suçlayacaklar.” dedi. Bir taraftan sürekli niyeti sorgulanan bir grup var ve değişimi sadece ondan istiyorlar. Sen değişirsen ancak iyi insan olabilirsin ve benim değerlerimle yaşarsan iyi insan olabilirsin görüşü. Diğer taraftan küçük bir hata yapma şansı bile yok bu topluluğun. Çalma lüksü de yok. Bu çok acı bir durum sürekli kendinin iyi olduğunu ispat etmeye zorlanan bir topluluk var.

Sürekli kendinin iyi olduğunu kanıtlamak zorunda kalmak en ağırı olmalı…

Evet. Mesela ben lisedeyken kız arkadaşlarım yanlış da doğru da yaparlardı, rahattılar. Ben o zaman hiç yanlış yapmamak için kendimi kollardım. Çünkü ben o toplumdan geliyorum. Yanlış yapmamak için mesela flört etmemek gerekirdi. Çünkü hafifmeşreplik olarak görülür ve aman beni bu şekilde algılamasınlar diye düşünürdüm. Veya daha mütevazı olmaya çalışırdım. Aman ukala, yırtık olarak görmesinler derdim. Yani sürekli toplumun seni algıladığının tam tersinde davranma ihtiyacı duyarak hareket etmek. Hayatının her alanında bu tür zorluklarla mücadele etme zorunluluğun var. Kimliğini sakladıktan sonra hiç bunlarla mücadele etme zorunluluğun yok. Bu yüzden insanlar kimliklerini açıklamıyorlar ve hak veriyorum onlara.

“TOPLUMUN ADALET TERAZİSİ SENİ EN KÖTÜ OLARAK NİTELENDİRMİŞ”

Toplumun farklı alanlarında farklı kesimlerinde maruz kaldığınız bu ayrımcılık, dışlama, nefret suçuna varan eylem ve söylemleri bu açıdan baktığınızda toplumsal bilinçsizlik ve önyargılar olarak mı, yoksa bireysel önyargılar olarak mı görüyorsunuz?

Bireysel önyargılar için bir deneyim olması gerekiyor. Fakat Romanlar için deneyime gerek yok. Çünkü geçmişten gelen söylemlerle bu topluluğu değerlendiriyorlar. Yüzlerce yıldır bu topluluğu nitelendiren çeşitli hikayeler var. Buçuk hikayesinden tut çingen hikayesine kadar bu insanlara bu önyargılar yüklenmiş. Bir taraftan da bakıyorsun ne kadar çelişik bir insan grubuyuz. Bütün insanlık tarihine bakıyorsun, bütün topluluklar savaşmış kan dökmüşler, biri diğerine üstünlük kurmuş, toprağına oturmuş, malına el koymuş. Çingene tarihine baktığın zaman bunların hiç biri yok. Ne kana ne cana bulaşmış, ne toprağa bulaşmış, yıkmış göçünü almış gitmiş. En fazla yaptığı şey karnını doyurmak için çalmış bunun karşılığında öldürülmüş. Bu kadar barışçıl bir topluluk ama toplumun adalet terazisini görüyorsun, en kötü olarak nitelendirilmiş. Demek ki iyilik ve kötülük kavramını da tartışmamız gerekiyor.

“ROMANLARLA İLGİLİ ATILAN HER ADIM POZİTİFTİR”

Son yıllarda Türkiye’de Çingenelerin yaşadığı sorunların, onlara yönelik toplumsal ayrımcılığın daha fazla gündeme geldiğini, açılım ve demokratik dönüşüm sürecinde Çingenelerin daha görünür olmaya başladığını söyleyebilir miyiz sizce? Mesela demokratikleşme paketinde yer alan nefret suçu, ayrımcılık ve eşitlik kurulu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kesinlikle. Başka sivil toplum örgütleri başka şeyler düşünebilirler ama ben şunu düşünüyorum. Romanlarla ilgili hükümet, devlet veya sivil toplum nezdinde atılan her türlü adım bence pozitif bir adımdır. Eşitlik kurulu ve nefret suçlarının daha ağır cezalandırılması zaten ihtiyaç olan bir şey. Bunun yanı sıra hakikaten Romanların sorunları için bütünlüklü politikalar gerekli. Bu bütünlüklü politikalar neler? Kentsel dönüşümden, barınmadan tut istihdama kadar birbirine paralel gidecek politikalar geliştirilmeli ve bunun eylem planı olmalı. O eylem planının içinde de nefret söyleminin yer alması gerekiyor. Tek başına o madde hiç bir şeyi halletmez.

“ROMANLAR İÇİN BİR TARİH BAŞLANGICIYDI”

2009’daki Roman Çalıştayı’nda dernek olarak yer almış, çalıştaya katkı sağlamıştınız. Sonrasında yayınlanan raporu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Mart 2010 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen “Roman Buluşması”nın Avrupa’da şimdiye kadar yapılan Romanların buluştuğu en büyük organizasyon olduğu ifade edildi. Siz de orda konuşma yaptınız. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim hayatımda en büyük heyecan duyduğum yer orasıydı. İki tarafı vardı benim için önemli olan. 2001’den 2009’a kadar tüm Türkiye’yi dolaşarak Buçuk Belgeselini yapmıştık. Belgeselden sonra hissettiğimiz şey, bir sürü insanın bize söylediği gibi yükümlülüklerimizin ve bir misyonumuzun olduğuydu. Bize ilk sorulan ve en önemli olan şey bunu başbakan duyacak mı, vekiller duyacak mı? idi. Çok güzel bir tesadüf oldu benim için. Tesadüfen Roman Açılımı oldu. Orda da ben konuştum ve Başbakan’a bize tüm söylenenleri duyurduk.

Diğer taraftan kişisel olarak da duygularım, Romanlar için de bir tarih başlangıcıydı aslında. Hükümet ve devlet nezdinde bir tarih başlangıcıydı. Ve bu tarihin üzerine biz şuan bir şeyler koyuyoruz. Bunun için bence çok önemli bir dönüm noktası. Umarım altı doldurulur. Altı dolarsa dönüm noktası dönerek gider inşallah 🙂

“HER EŞİTLİK ADALET DEĞİL”

O dönem ilginç bir olay yansıdı basına. Bu buluşmaya katılmak için Türkiye’nin birçok yerinden Çingene ve roman dernekleri İstanbul’a coşkuyla çalgılarıyla şarkılarıyla geliyorlar. Ancak ironiktir Roman Buluşması’ndan dönen Romanlar mola verdikleri Susurluk’ta ayrımcılığa uğruyor, mekan görevlileri tarafından içeriye alınmak istenmiyorlar. Bunun üzerine bir tartışma yaşanıyor ve sonrasında girebiliyorlar. Orda Roman vatandaşlardan birinin söylediği çok önemli bir cümle vardı. “Biz şimdi Roman buluşmasından geliyoruz, başbakanımızın söylediği ayrımcılık yasası yürürlükte olsaydı hemen başvururdum.” Bu olay bile aslında bu konuda acilen adımların atılması gerektiğini gösteriyor sanırım.

Kesinlikle kesinlikle. Roman açılımı çok önemli hep söylüyorum. Ama bugüne kadar bu insanlar görünmeyerek bence tarihin en büyük ayrımcılığını yaşadılar. Yok sayılarak tarihin en büyük asimilasyonuna uğradılar. Herkes diyor ya TC vatandaşı eşit vatandaş. Her eşitlik adalet değil. Neye göre eşitlik? Bugüne kadar devletin sunduğu hiçbir imkanları bu insanlara ulaştıramadıysan bu eşitliği sorgulamak gerekiyor. Diğer taraftan bu insanlar devletin vatandaşının faydalanması gereken bu haklardan faydalanamamış, istihdam da en geri, eğitimde en geri, ayrımcılıkta en ileri olmuşsa burada bir handikap durumu var. Şuanda devlet Romanlar’ın sorunlarını görünür kıldı, bir rapor hazırladı. Fakat görünür kılmak sadece çözümün küçük ama önemli bir parçası. Asıl bundan sonra çözüm için somut adımlara ihtiyaç var. Mesela hızlı bir kentsel dönüşüm ve sonrasında barınma ile ilgili sorunlar ortaya çıkıyor. Ve bu insanların durumu acil önlem alınmazsa eskisinden çok daha kötü duruma düşecek. Konut politikalarının revize edilmesi gerekiyor. Kentsel dönüşümün mağdurları gittikçe artıyor. Hala bir tane bile Roman aile görmedim ki, apartmanına oturmuş, güzel güzel işini götürmüş, çocuğunu okula göndermiş, normal hayat standartlarına kavuşmuş. Benim daha pazar günü gördüğüm örnek, kentsel dönüşüme uğrayan kendi evlerinden edilen insanların, çadırlarda bitlendiği. İnsanların başını sokacakları bir evi vardı. Talep ettikleri şey belki bir ekmek parasıydı. Şuanda açlıkla mücadelenin yanında talep ettiği tek şey “çocuklarım bitlendi bit ilacı verin, yalvarırız bize bit ilacı verin”. Neden bahsediyoruz insanlara?

Bunların evleri var evleri 5-10 milyar lira verilerek gönderiliyorlar. Sonra al parayı nereye gidersen git. Ama bu adama bir danışmanlık vermiyorlar. Ne iş yapacaksın nasıl yapacaksın bir fikirleri yok. Bir yer de göstermiyorlar. Bakanlığa gittim iki gün önce ve tüm bunları sundum. Dedim ki madem devletsiniz madem Roman açılımı dediniz sosyal politikanız olması gerekiyor. Ben sivil toplum olarak bilip bulup getirmemeliyim. Sen bunlara ulaşabilmelisin. Ulaşamıyorsan ulaşmak için bir politika geliştirmelisin. Sistemini yenileyeceksin. Gelsinler İŞKUR’un bir sürü iş imkanları var başvursunlar deniliyor.. Oraya başvurmayı biliyor mu, okumayı yazmayı biliyor mu bu insanlar? Senin standardın ne, sen onu normal sıradan halk için yapmışsın. Sen bugüne kadar halk olarak tabir etmediğin insan için yeni bir politika geliştireceksin. Ulaşamıyorsan yollarını değiştireceksin. Biraz esnetmek zorundasın mevzuatlarını.

9 yılda 38 şehir ve 400 mahalleyi ziyaret ederek uzun süren bir çalışmanın sonucu olan Buçuk belgeselinizle bir anlamda Türkiye’de yaşayan tüm çingenelerin haritasını çıkardınız. Onlara kim olduklarını nerden geldiklerini sordunuz. Bu belgeselinizle tanındınız. Baştan sona yoğun emek içeren bir çalışma. Bu belgeseli yapmaya sizi iten sebepler neydi?

Toplumun içindesin, içinde olduğun için nerden geldiğini merak ediyorsun. Bu kadar dışarıda bırakılan aşağılanan bu toplumun kimliğinin aslında kim olduğunu bilmek istiyorsun. Herkes bir şey anlatıyor. Kimse kendi tarihini bilmiyor. Kimisi diyor Orta Asya kökenliyiz Horasan’dan gelmişiz, kimisi diyor Cingan milletinin nerden geldiği belli değil, kimisi diyor o cingan biz başka bir şeyiz… Herkes bir şey söylüyor. Hani Türksen Türk’üm abi dersin, Kürtsen Kürdüm dersin ama ne olduğunu bilmiyorsan çok daha beter. Tüm bu duyguların yanında zaten bir yaram var, eğitimde yaşadığım sorunlar, ailenin yaşadığı sorunlar, derin bir yoksunluk. Temel olarak da kimliğini düşünüyorsun. Sana atfedilen Çingene kimliği nedir, nerden gelmiştir, nerden bulaştı bize bu “kir” diye düşünüyorsun bir anlamda.

2000’lerin başında radyo televizyon okuyordum ben. O dönem herkes bir hikaye anlatıyor, ben de kendi toplumumla ilgili bir belgesel yapmak istiyorum dedim ve bu fikirle yola çıktık. Sonra gönüllü bir ekip oluşturduk, 2001’den 2009’a kadar tüm Türkiye’yi gezdik. Aslında biz bir film yaptık, kendimizi tanıdık, topluma da tanıttık. Sonra durumun bu kadar da kolay olmadığını fark ettik. Bir kere geçmişinden sıyrılamazsın. Mahallemde geleneksel olarak yaşayan ailem var, sonra geçmişim, anılarım var. Bu alanda sadece bana değil Buçuk ekibindeki herkese yüklenen bir misyon vardı. Biz o yoldan bir sürü sorumlulukla bir sürü acıyla geri döndük. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Filmi üniversitelerde birçok yerde gösterdik, söyleşilerde topluma daha iyi anlatmaya çalıştık. Artık ben zaten kim olduğumu, nerde duracağımı, nasıl bir mücadele vereceğimin çok çok farkındayım. Ama toplumun, hem gacoların yani toplumun diğer kesimlerinin, hem de Romanların ve Çingenelerin farkına varabilmesi için bu gönüllü ekiple Sıfır Ayrımcılık Derneği’ni kurduk. Elde ettiğimiz tüm materyalleri toplumsal farkındalık ve dönüşüm için kullanmaya başladık. Dört senedir de bunu yapıyoruz.

Birçok kişi sizi Buçuk belgesel filminizle tanıdı ama öncesinde iki film çalışmanız daha var bildiğim kadarıyla. Göçün Türküsü ve Dergaha Yolculuk filmlerinizden bahseder misiniz?

Evet. Üç tane aslında. Göçün Türküsü, Dergaha Yolculuk ve Kaçak Hayatlar. Dergaha Yolculuk Türkiye’de yaşayan Abdal gruplarıyla ilgili. Göçün Türküsü de bir taraftan yine Abdallarla ilgili, halk hikayeciliği yapan Horasan’dan gelen Türkmenlerin hikaye anlatıcılığını yapan halk ozanları, sözlü tarihçileriyle ilgiliydi. Kaçak Hayatlar da Türkiye’de kaçak olarak çalışan yabancı kadın işçilerle ilgili bir belgesel. Benim için Türkiye’de çalışan yabancı kadınların yarası da yüreğimdeki bir yara. Ben de orda çalışabilirdim. Benzer sorunlarla gelmiş insanlar, bu da bir dert bunu toplumla paylaşmam gerekiyor. Mesela bir gün oturuyoruz. Benim oğluma bakıyor kadıncağız, oğlum iki buçuk yaşında, kızını bırakmış gelmiş kızı da iki buçuk yaşındaymış. Gürcüce dilinde söylüyor ama o kadın orda ağlıyor ben öbür tarafta ağlıyorum… Nasıl bir acıdır? Ben oğlumu bırakacağım iki buçuk yaşında ve çalışmaya gideceğim. Acı herkes için acı yani benim için Gürcü kadının yaşadığı sorunla Roman kadının yaşadığı sorunlar aynı. Bana hissetirdikleri aynı şey…

“ELMAS YAKIYORLAR BİZİ!”

Birçok proje hazırlıyorsunuz dernek olarak. Kamu-STK Diyalogu Grubu oluşturma, bir de Eylem Planı hazırlama amacınız var. Projelerinize destek bulmakta zorlanıyor musunuz?

Aslında biz 2012 de biraz zorlanmıştık. Yani bizi ayakta tutan Global Diyalog ve Palme Center (Olof Palme Vakfı )oldu. Bu iki kurumun varlığı ve bir de bizim yaptığımız işe inancımız bizi ayakta tuttu. Çünkü çok zor. Bir derneksin, gönüllü üyelerin var ama üye tabanlı bir dernek değilsin. Herkesin üç beş lira katkılarıyla bu dernek döndü. Sonra proje yapmaya başladık. Ama proje bizim için bir amaç değil araçtı. Bu araç da yine hem derneği döndürebilmek hem de toplumu dönüştürebilmek içindi ve gerçekten iyi çalışmalar yapıldı. Sıfır Ayrımcılık hükümetin yaptığı Roman Açılımı stratejilerinin yazılmasına ön ayak oldu. Strateji yazımından sonra da stratejiyi izleme eylem planına etki edeceğine inanıyorum. Hakikaten bu alanda sözü geçen bir kurum. Dernektekilerin hepsi genç gördüğün gibi ve kimsenin sivil toplum deneyimi yoktu. İdealistçe yaklaşıyoruz. Biz bu sorun alanını biliyoruz ve bu sorunu çözeceğiz diyoruz. Ama STK’cılığı projeciliği bilmiyoruz. Onu da öğreniriz. Tabii ki zor oluyor. Tüm hayatın bu mesele oluyor. Gece 12’de de telefonun çalsa açmak zorundasın şimdi kim bilir hangi mahallede ne oldu diye. 3 ay önceydi sanırım İznik’ten aradılar açtım “Elmas yakıyorlar bizi ” dedi. Şoka uğradım nasıl yani, nasıl yakıyorlar dedim. “Elmas bütün mahalleyi ateşe verdiler bir şeyler yap” dedi. Gecenin bir vakti bakanın danışmanı kim varsa kimi biliyorsam aradım yazdım ve olası bir can kaybını önlemeye çalıştım. Tek başına sadece proje yaparak değil, hayata dönüştürecek çözüm odaklı çalışıyor aslında Sıfır Ayrımcılık Derneği. (Burada 22 Temmuz 2013’te Bursa’nın Osmangazi İlçesinde at pisliği yüzünden çıkan kavgadan sonra mahallelilerin Romanların yaşadığı barakaları ve at arabalarını ateşe verdiği olaydan bahsediyor Elmas Arus.)

“BİZ BİR KADINI ÖRNEK ALIYORUZ”

Kendinizi çok kimlikli olarak tanımladınız ama muhtemelen kadın kimliğinizle dernek başkanı olarak da bazı durumlarla karşılaşıyorsunuzdur Roman camiasında. Nelerdir bunlar?

Camiada özellikle kötüye örneğim ben. Çingen gibi ne işim var benim burada! Ne güzel mahallenin erkek liderleri kravatlarını takıyor, yumurta topuklarıyla çıkkıdı çıkkıdı giderken, sen orda böyle çıkmışsın, git evine! 🙂 Bayağı birbirimize girdik erkek dernek başkanlarıyla. “Ya sen ne arıyorsun, git evine çocuğuna bak, çocuğun anasız büyüyor…” bu kadar aşağılayıcı bir söylem yani. Bu kadar bilinçsiz erkek egemenliğinin olduğu bir yerde çalışmak da çok kolay değil. Mesela Kuştepe’de bugün Kuştepe Gençlik Platformu erkekler korosu karşıladı bizi. 50 tane genç hepsi üniversite mezunu veya eğitim düzeyi yüksek gençler. Dediler ki, “bizim normalde erkeği örnek almamız lazım biz bir kadını örnek alıyoruz”. Beni yüceltiyor mu aşağılıyor mu anlayamadım gitti yani. 🙂

Ama bir dönüşüm yaratmışsınız belli ki çünkü rol model anlayışını değiştirmişsiniz.

Evet öyle güzel bir taraftan. Ama zor aynı zamanda. Muhabbetler o kadar belden aşağı ki tiksiniyorsun. Sivil toplum bilinci yok bir taraftan, topluma dokunamıyorsun. Bu alanı biraz da rant alanı olarak görüyorlar. Roman olmak profesyonel bir iş, para kazanılacak bir iş oluyor yani. Böyle bir algı oluşuyor. Sen dimdik duruyorsun orada ve tabi “e kardeşim aldın paylarımızı sen önümüzü kestin” diyorlar, tehdit ediyorlar.

O derece yani?

O derece. Çünkü mahalle liderliği önemli. Belediyeden istediklerini almazsa burdan şurdan sana oylar verilmez diyebiliyor. Yerel yönetimler siyasetçiler de mahalle temsilcileri olarak onları görüyor. Yani danışıklı dövüş. Sonuçta bu sistemin içinde onlar ne kadar kötüyse, bu sistemin uygulayıcıları da o kadar kötü. Geçenlerde bir ödül aldık. Çalışmamıza verilen bir ödül. Sonuçta Roman olsan da o ödülü alırsın olmasan da alırsın. Ödülü sana değil çalışmana veriyorlar. Adam şöyle yazmış ” Romanların ödülünü geri versin”

Nasıl yani?

Ne diyor bu adam, dedim. Sanki bütün Romanlara ödül dağıtılıyor Avrupa’da! Ben herkesin ödülüne el koymuşum. Bunlarla uğraşmak motivasyonunu kırıyor. Çok önemli değil ama yine de etkiliyor. Sürekli dengeleri korumak zorundasın. Sistemin içinde kadın olarak, toplumun temsilcisi olarak denge kurmak zorundasın. Zor bir alan onu söyleyeyim. Çünkü cehaletle savaşıyorsun bir taraftan.

 

Zor olduğu kadar çok da değerli bu çalışmalarınız. Çok teşekkürler bunları bizimle paylaştığınız için. Umarım bu röportajımızla, toplumda Çingenelerin maruz kaldıkları ötekileştirmeye, ayrımcılığa, dışlamaya dair farkındalık oluşmasına katkı sağlayabilmiş oluruz.

Son söz olarak; Türkiye’deki dezavantajlı gruplardan Çingeneler orantısız bir sefalet içinde yaşamakla beraber buna cevapları da, orantısız neşeleri, şarkıları, dansları oluyor. Çingeneleri seviniz, Çingeneler iyidir!

 

Bu röportaj TUİÇ Organizasyonlardan Sorumlu Başkan Yardımcısı Çiğdem KAPAN tarafından 20.12.2013 tarihinde gerçekleştirilmiştir.

 

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...