Türkiye’nin Ortadoğu Barışına Etkileri

Giriş

Barış, geniş anlamda; selam, ferah, refah, selamet, maslahat anlamına gelmektedir. Barış, savaşan iki tarafın yaptığı anlaşma olarak okunabileceği gibi, selamet anlamına da gelmektedir. Ortadoğu’da barıştan söz edebilmek için hem savaşan tarafların uzlaşması hem de uzun vadeli kalıcı düzeninin sağlanması gerekmektedir. Barışın sağlanabilmesi için gerekli şartlar vardır. Bunlardan en önemlisi, kriz alanlarının ortadan kaldırılmasıdır. Kalıcı barışı sağlamak için dört soruna çözüm üretmek gerekir. Bunlar özgürlük, güvenlik, ekonomik kalkınma, siyasi istikrardır.

Bu maddeleri kısaca açmaya çalışalım; özgürlük, insanın ontolojik olarak sahip olduğu bütün özgürlük alanlarının ve haklarının sağlanmasıdır. Kişisel hak ve özgürlükten tutun, seyahat özgürlüğüne, inanç özgürlüğünden fikir özgürlüğüne kadar bütün konuları kapsar. Özgürlüğün sağlanamadığı sosyal ve siyasal yapılarda düzen ve istikrarın oluşması imkânsızdır.

Güvenlik ise kişinin bireysel güvenliğinden, devletin güvenliğine ve bunun gibi konuları da kapsar. Siyasal sistemler genelde özgürlük-güvenlik dengesini sağlama noktasında sıkıntı çekmektedirler. Güvenlik odaklı düşünürken özgürlük alanlarını daraltmakta, özgürlük alanları açılırken güvenlik zafiyetleri yaşanmaktadır. Özgürlük-güvenlik dengesini sağlamak, kalıcı barış için önem arz etmektedir.

Üçüncü adım olarak siyasi düzen sağlamak; siyası düzen olmadan barışın sağlanması olanaksızdır. Kurulan siyasi düzende bütün farklılıkların sistem içinde kendine yer bulduğu ve yönetim kademesinde etkin olduğu bir çoğulcu siyasal düzen barış için önemlidir.

Barışın en son ayağı, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve refah; bireylerin ve toplumların ekonomik durumu sosyal ve siyasal düzeni olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve refah, sosyal düzen için çok önemlidir. Bütün bu veriler ışığında Ortadoğu’yu kısaca inceleyelim.

Ortadoğu

Tarihi, insanlık tarihi kadar eski olan Ortadoğu, tanımı ve anlatımı açısından çeşitli zorluklar taşıyan bir bölgedir. Öncelikle Ortadoğu, tıpkı “şark” (Doğu) ve “Yakındoğu” (Levant) gibi batılı bir terimdir. 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Bölgeyi ifade eden özellikler ve buna bağlı sınırlar, dünyadaki siyasal duruma, zamana ve bölgeye nereden bakıldığına bağlı olarak değişiklikler göstermiştir. Bu durumu Cemil Meriç; “Ortadoğu kaypak bir mefhumdur. Çünkü ne zaman doğduğu, niçin doğduğu, hudutlarının ne olduğu konusunda rivayetlerin muhtelif olduğu bir kavramdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu ise değişen tanımlamalara neden olmuştur. Her şeyden önce kavramın tanımladığı bölgenin doğu olması tanımlamayı yapan öznenin duruşuna göre değişiklik göstermiştir.

Biraz daha açıklamak gerekirse, Ortadoğu kavramının öncülü Fransızların, Osmanlı Devleti’nin toprakları için kullandığı “Yakın Doğu” tabiridir. 20. yüzyılın başlarına kadar sık sık kullanılmıştır. İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerine yayılması da “Uzak Doğu” kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki kavram, batılı devletler için yeni bir bölgesel tanımlama ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu doğrultuda İngilizler, “Yakın Doğu” terimine karşılık, Osmanlı Devleti toprakları içerisinde kalan ve “Uzak Doğu”ya geçişte önemli bir atlama taşı olan bölge için “Ortadoğu” terimini kullanmaya başlamıştır.

Peki, Ortadoğu kavramı ne zaman ve kim tarafından ortaya çıkarılmıştır? Bu soruya cevap olmak üzere Ortadoğu kavramını; ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi ve jeopolitikçi Alfred Thayer Mahan, National Review’de yayınlanan “The Persian Gulf and İnternational Relations” başlıklı makalesinde kullanmıştır. Mahan’a göre, Basra Körfezi, Süveyş Kanalı’ndan sonra Hindistan’a geçişte savunulması gereken en önemli bölgedir. Bu tanımlamada Mahan, Ortadoğu kavramını su yolları üzerinden stratejik bir konsept dahilinde aktarmıştır. Konsept içerisinde İngilizler, Ruslar ve Almanlar’ın nüfuz mücadelelerine dikkat çekmiştir. Özellikle Rusya’nın Trans-Sibirya hattı ve Orta Asya’daki ilerlemelerini, İngiltere’nin Basra Körfezi’nde durdurması gerektiğini ifade etmiştir. O, bölgeyi merkezi Basra Körfezi olan, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölge olarak tanımlamıştır. Ortadoğu kavramı dönemin küresel güçlerinin stratejik çıkarları neticesinde kavramsallaştırdıkları muğlâk tanımdır.

Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1916’da, Bay Sykes ve Mösyö Picot’un anlaşmaları sonucunda yeniden dizayn edildi. Arap ulusu, farklı devletlere ve farklı siyasal kimlikler kazandırılarak bir denge kuruldu. Ortadoğu’daki bu karmaşanın, gelişememenin temelinde birçok küçük yapılara bölünerek, suni gerginliklerin üretilmesi sonucunda birbirlerine entegre olamayan ve düşmanlık üreten Arap halklarının birbirleriyle politik anlamda uzlaşamadıklarından, kalıcı bir düzen oluşturulamamıştır. Nasırın birleşik Arap ulusu ideali yeterli alt yapı ve rasyonel politika eksikliğinden sadece Suriye ile sınırlı kalmıştır. İngiltere ve Fransa Ortadoğu’da bazı ailelere yeni devletler kurdurmuş ve bu ülkeleri uydu ülkeler olarak gelecekteki stratejilerinin üs merkezi olarak Arap uyanışlarına kadar kullanmıştır. Yapay olarak üretilen ulus devletlerin bir zamanlar Osmanlı barışının getirdiği düzen ve istikrar ve yekpare bir coğrafyayı, sosyal ve etnik bölünmelerle derin kriz alanları oluşturulmuştur. Ulusçuluk akımının Ortadoğu coğrafyasına verdiği zararlar bölgedeki kadim sorunların temelini oluşturmaktadır. Ulusçuluk, Avrupa’da bütünleşmeyi, Ortadoğu’da bölünmeyi getirdi. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili, başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil, birleşme vasıtası olarak değerlendirilmeli, ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde, mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha birçok farklı etnik ve dini kimlik bugün organik yapıdan koparılmış durumdadır. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerekmektedir.  Ortadoğu’da oluşturulan bu yapay düzen Arap Uyanışı’na kadar sürmüştür. Arap Baharı ile birlikte bu düzen sarsılmaktadır.

Arap Uyanışı

Tunus’ta, Muhammet Buazzizi adlı gencin kendisini yakmasıyla başlayan olaylar neticesinde Tunus diktatörü Bin Ali rejimi devrilmiş ve olaydan 20 gün sonra bu halk hareketi Mısır’a sıçramıştır.

Bu halk hareketlerinin birçok nedeni bulunmaktadır. Bu sebeplerden bir tanesi iletişim teknolojilerinin gelişmesidir. İletişim teknolojisinin hızla gelişmesi ile birlikte bilgi küreselleşmekte ve toplumlar arasındaki sınırlar ortadan kalkmaktadır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toplumlar bilginin serbest dolaşımı ile evrensel değerleri özümsemekte ve bu değerlerin kendi yaşam alanı içinde de hayat bulmasını istemektedirler. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşananlar bir medeniyet dönüşümüdür, bölge toplumu, muasır medeniyetlerin yaşam standartlarını ve evrensel değerlerini gördükçe kendi yaşamlarını ve batılıların Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kurmuş olduğu despotik rejimleri yerle bir etmektedir.

Bu bölgenin değişimine önayak olan sadece iletişim teknolojileri değil, elbette bunun ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri de bulunmaktadır. Arap devrimlerini sadece bölge dinamikleri ile okumak zordur. Çok boyutlu değerlendirmek ve her bir nedeni yerel ve küresel boyutu ile ele almak gerekir. Küresel stratejik denklemdeki değişim bakımından son dönemde yaşanan en önemli gelişme, şüphesiz Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da cereyan etmekte olan halk hareketleridir. Bölgede yaşanan bu dönüşümün önümüzdeki on yıllara damgasını vuracağı aşikârdır.

Avrupa’daki 1848 ve 1989 devrimlerine eşdeğer olarak gördüğüm Arap Baharı’yla esasen bölgede gecikmiş, ancak çok kuvvetli ve geri döndürülemeyecek bir süreç başlamıştır. Kapsamı ve muhtemel etkileri dikkate alındığında, modern tarihin üçüncü demokrasi dalgası olarak addedilebilecek tarihi bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu süreç de Batı Avrupa ve Amerika’da cereyan eden birinci demokrasi dalgası, 1989’dan sonra Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da yaşanan ikinci demokrasi dalgası gibi tarihteki yerini alacaktır. Ayrıca başta İslam dünyası olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde hak ve adalet özlemi çeken pek çok halk için bir ilham kaynağı olacak, önümüzdeki yıllarda dünyayı dönüştürmeye devam edecektir.

Arap Baharı veya Uyanışı kapsamında, Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve Yemen’de diktatörleri yerinden eden bölge halkları, Suriye’de de hayatları pahasına özgürlük, adalet ve onur mücadelesi vermeye devam etmektedir. Artık korku duvarları yıkılmıştır. Bu halk hareketleri, İslam’ın demokrasiyle uyumlu olmadığını iddia eden “siyasi oryantalistleri” de, “biz başka bir kültüre aidiz” kisvesi altında halkların insan haklarından, demokrasiden ve cinsiyet eşitliğinden mahrum bırakan “kültürel rövativistleri” de hayal kırıklığına uğratmıştır. Burada söz konusu halk hareketlerinin nedenlerini ve zamanlamasını uzun uzadıya tartışmak istemiyorum. Zaten bunun esasen geç kalmış bir süreç olduğunu ifade ettim. Bununla birlikte küreselleşmenin tüm toplumlar üzerindeki etkisine değinmeden de geçmek istemiyorum.

Küreselleşme, gerçekten tarihin akışını hızlandırmıştır. Toplumların siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kimyalarını değiştirmiştir. Hiçbir rejimin halkını demir perdelerin arkasından yönetme lüksü kalmamıştır. Bu nedenle Ortadoğu’daki hareketlerin ardında illa bir ideolojik saik ve yabancı parmağı aramak biraz zorlama bir tahlil olacaktır. Esasen bu hareketlerin baskın bir ideolojiden ve belirgin bir dış manipülasyondan uzak olması ümit verici bir durumdur. Zira bölge halkları, gerek Soğuk Savaş sırasında, gerek sonrasında tüm ideolojik akımların dertlerine çare olmadığını acı tecrübelerle öğrenmiştir. Neticede, bu başarısızlıklar bölge halklarını umutsuzluğa ve karamsarlığa itmiş, adalet ve onur kavramlarını zedelemiştir. Nitekim bölge halkları, sadece yukarda saydığım evrensel değerler ve haklı talepleri adına değil, aynı zamanda uzun süreden beri bastırılmış olan milli gurur ve saygınlıklarını yeniden elde etmek için de isyan etmişlerdir.  Osmanlı coğrafyasında üretilen yapay ulus devletler ve yapay iktidarlar siyasi devamlılıklarını sağlamak için ekonomik kaynakları ve siyasi gücü ellerinde tutmuşlardır. Sistemin dışına itilen toplumsal muhalefet, siyasi ve ekonomik arayışlara gitmişleridir. Atıl işsiz genç nüfus ekonomik memnuniyetsizlikleri sosyal alana yansımış, sosyal alandaki bu değişim siyasal değişimi zorunlu kılmıştır.

Bu halk hareketlerinin başlamasından sonra, bölgesel ve küresel güçler bu sürece dâhil olmuştur. Kimileri bölgedeki statükoyu korumak için dâhil olurken, kimileri oluşan yeni düzende söz sahibi olmak için bu sürece dâhil olmuşlardır. Türkiye’nin Arap Uyanışı’na müdahil olmasının nedeni bölgesel istikrar ve Türkiye tecrübesinin bölge halklarına aktarılmasından dolayıdır.

Türkiye Modeli

Türkiye dış politikasının öncelikleri, 1980 yılından sonra güvenlikten ekonomiye kaymıştır. Güvenlik odaklı dış politikada herkes bir düşman ve öteki olarak algılanmış ve içe kapalı bir dış politika stratejisi izlenmiştir.2002 Yılından sonra Türk dış politikası, sıfır sorun vizyonuyla bölge ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve ülkenin dört bir yanı düşmanlarla çevrili efsanesini yıkmayı başararak ulusal güvenlik devletinden ticaret devletine dönüşmüştür.

Türk dış politikası, son derece yapısal değişim geçirmiştir. Bunun en çarpıcı yanı Türkiye’nin bir “trading state”e (ekonomik dinamiklerle dış politikasını şekillendiren devlet )dönüşmesidir. Bu terim dünyaya diyalog, karşılıklı ekonomik ilişkiler penceresinden bakan ve çevresinde istikrar, refah ve barışçıl bir ortam yaratmak isteyen bir devlete dönüşmesidir.  Türkiye’yi ulusal güvenlik devletinden ticaret devletine dönüştüren ve toplumun psikolojik eşiğini aşmasına vesile olan “sıfır sorun politikası” nedir?

Sıfır sorun politikasının Türkiye’nin dış politikasına yaptığı katkılar çok önemlidir. Güçlü gelenekler üzerine kurulu olan ve Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal hukuk devleti niteliğinden güç alan Türk dış politikası, bugün dünya düzeninde önemli değişimlerin yaşandığı bir dönemde ve belki de bu gelişmelerin en yoğun şekilde meydana geldiği bir coğrafyanın merkezinde yürütülmektedir. Hızlı gelişmelere sahne olan dünyamızda, hem işbirliği imkânları hem de sorunların yayılma ve derinleşme riski hiç olmadığı kadar fazladır. Böyle bir ortamda barış, istikrar ve güvenliğin sağlam temeller üzerine oturtulması hem daha zorlaşmış, hem de daha büyük önem ve gerçeklik kazanmıştır. Bu durum Türkiye’ye bölgesinde pek çok sorumluluklar yüklemektedir. Nitekim köklü sorunların bulunduğu bölgemizde önemli görüş farklılıklarına sahip birçok ülkenin nadir ortak paydalarından biri, Türkiye’ye duydukları güvendir. Keza Türkiye’nin ekonomik kalkınma ve demokrasi alanında kaydettiği mesafe de dış ilişkilerdeki hareket sahasını ve etki gücünü artırmıştır. Bu durum, Türkiye’nin bölgede oynadığı kararlı ve yapıcı dış siyaseti daha da ihtiyaç duyulur ve aranır hale getirmiştir. Nitekim Türkiye bugün artan imkan ve kabiliyetlerinin ve bunun kendisine yüklediği sorumlulukların bilinci içinde tepkisel değil; önalıcı, tek boyutlu değil; çok boyutlu, gelişmeleri izleyen ve ona göre tutum belirleyen değil; inisiyatif alarak gelişmeleri düzenleyen, sonuç odaklı, pragmatik, gerçekçi ve belki de en önemlisi vizyoner bir dış siyaset izlemektedir. Herkes için güvenlik, siyasi diyalog, karşılıklı ekonomik bağımlılık ve kültürel uyum bu vizyonun temel yapı taşlarıdır. Türkiye’nin nihai tahlilde ulaşmak istediği nokta, yakın çevresinden başlayarak bir barış ve istikrar kuşağı yaratmak suretiyle tüm ülkelerin refah içinde yaşayabilmeleri ve aralarındaki entegrasyon düzeyini en ileri seviyeye taşımalarıdır. Türkiye, dış politikasını bu anlayışla küresel ölçekte uygularken, bunun olumlu sonuçlarını en yakınında, yani komşularıyla ilişkilerinde görmeye özel bir önem vermektedir. “Komşularla Sıfır Sorun” söylemi, bu bakımdan sınırdaş olduğumuz ülkelerle ilişkilerimizde beklentilerimizi özetleyen bir slogandır. Türkiye, komşularıyla ilişkilerini tüm sorunlardan arındırmayı, en azından mümkün olduğu kadar azaltmayı istemektedir. Türkiye, bu yönde kararlılıkla hareket ederken, elbette gerçekçiliği de hiçbir zaman elden bırakmamakta, “sıfır sorun” yaklaşımının bir hedef ve ideali temsil ettiğini unutmamaktadır. Nitekim köklü bir tarihe sahip bölgemizde tüm sorunların kısa sürede çözülebileceğini düşünmek pek mümkün değildir. Kaldı ki, dünyanın hiçbir yerinde uluslararası ilişkilerin doğası gereği sorunsuz bir ilişkiler ağı bulunmamaktadır. Ancak, bazı konularda çözüme bugünden yarına ulaşılamayacak olması, bu sorunların -ki ne kadar girift ve derin olurlarsa olsunlar- çözümü için yapıcı adımlar atılması ve bu yönde aktif çaba sarf edilmesi ihtiyacını ortadan kaldırmamaktadır. Bu yönde hareket edildiğinde ise sorunlar hemen çözülmese dahi, nihai çözümleri için elverişli ortamlar eninde sonunda yaratılabilmektedir. İşte Türkiye de bu anlayışla komşularıyla sorunlarını dondurmak ve hatta bunlardan çıkar sağlamak gibi bir anlayışı reddetmekte, aksine sorunların barışçı yollardan kazan-kazan yaklaşımı doğrultusunda çözülmesi için aktif çaba gösterilmesini ilişkilerinin dokusuna enjekte etmektedir. 2002 sonrasında Türkiye’nin izlediği dış politika, Ortadoğu coğrafyası ile tarihi bağlarımızın yeniden tesis için önem arz etmektedir. Türkiye’nin geliştirdiği bu sağlıklı ve etkin dış politika sayesinde bölge ülkeleri Türkiye’yi yakından izlemektedir. Türkiye, kendi tecrübelerini aktarması açısından iyi ilişkilerin devam etmesi ve aynı zamanda ikili ilişkilerin yanında bölgesel düzen oluşturma sürecinde rol oynamalıdır. Arap ve İslam dünyası açısından Türkiye’yi “model ülke” haline getiren dört temel unsur vardır:

1) Türkiye’nin demokrasisi: İslam ülkelerinin çoğu demokratik olmayan rejimler tarafından yönetiliyor. Buna karşın halk arasında demokrasi talebi, Batılı ülkelerden daha geri değil. O yüzden Huntington  “Medeniyetler Çatışması” makalesinde “İslam toplumları demokratik değil” dediğinde, rejimlerin demokratik olmamasına atıfta bulunurken, toplumun demokrasi talebini tamamen göz ardı ediyordu. Oysa Mısır’dan Fas’a, Arap ve Müslüman toplumların çok büyük bölümü demokrasiyle yönetilmek istiyor. Türkiye’yi bir model olarak görmelerinin arkasında bu demokrasi arzusu yatıyor.  Türkiye, bölgesindeki diğer ülkelerle mukayese edildiğinde bu unsurların pek çoğuna sahiptir. Bu yüzden de cazibe merkezi haline gelebiliyor. Türk bilim, kültür ve sanat insanları, diplomatları, gazetecileri, eğitimcileri ve insani yardım kuruluşları, Türkiye’nin ince gücünü hem inşa eden hem de sınır ötesine taşıyabilen temel aktörlerdir. Fakat Türkiye’nin ince gücünü oluşturan asıl özelliği, onun demokrasisidir. Bütün iniş çıkışlarına rağmen Türk demokrasisi, yükselen “Türkiye Hikâyesi”nin en önemli ve güçlü unsurudur. İç ve dış politikanın iç içe geçtiği kesişme noktası da burasıdır. Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi, aynı zamanda dış politika hamlelerinin de beslendiği en önemli kaynaktır. Özgürlük-güvenlik dengesini kuramamış, askeri müdahalelerle anılan, temel hak ve hürriyetleri garanti altına alamamış, kendi vatandaşlarını hukuk ve kanun önünde eşit hale getirememiş bir Türkiye tek başına ordusuyla yahut ekonomisiyle bir cazibe merkezi olamaz. Karşınızdakini ikna edebilmek için öncelikle sizin demokrasi karnenizin temiz olması gerekir. Adil ve akıllı politika, aynı zamanda değer merkezli bir dış politika izlemek anlamına geliyor. Ahlaki değerlerden arındırılmış, ‘real-politik’ adına haksızlığın, hırsın, doyumsuzluğun ve çifte standardın meşrulaştırıldığı bir uluslararası ilişkiler düzeninden adalet, barış, insan onuru ve dürüstlüğün hâkim olduğu bir dış politikaya geçiş mümkündür. Türkiye’nin değer yüklü ince güç potansiyeli, yeni bir küresel düzen vizyonunu inşa edecek imkânları bize sunmaktadır. Türk demokrasisi, sistem dışına itilen İslami muhalefetin ve diğer muhalefet guruplarının ekonomik gelişme ile birlikte orta sınıflaşması ve bu gelişimin sosyal değişimleri beraberinde getirerek siyasal olarak AKP’yi doğurması, Ortadoğu’daki İslamcı guruplar ve diğer toplumsal muhalefet için örnek teşkil etmektedir. Bu bağlamda Türkiye tecrübesi, Ortadoğu’nun demokrasi mücadelesinde önemli model olacağı gibi aynı zamanda bölgesel istikrar açısından Türk demokrasisi kurumsallaşacak ve bölgenin dönüşümünde önemli katkılar yapacaktır. Türk demokrasisinin çok gelişmiş olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Arap dünyası neden İsviçre demokrasisini model almıyor da neden Türkiye demokrasisini model alsın? Bu sorunun cevabı, İslam ve demokrasiyi doğru bir şekilde sentezlemesinden kaynaklanmaktadır. Müslüman bir nüfusa sahip laik bir devlet olmayı başarmak, Ortadoğu için model teşkil edecektir. Başbakan Erdoğan’ın Tunus gezisi sırasında yaptığı açıklamalar bu bağlamda çok önemlidir. Başbakan açıklamasında; “Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir Müslüman, laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir. Şunu bilmemiz lazım, laik devlet her inanç grubuna eşit mesafededir” dedi. Laiklik konusunda Anglosakson bir laiklik anlayışı veya Batılı anlamda bir laiklik anlayışının doğru olmadığını ifade etmiştir. “İster Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Musevi olsun, ister ateist olsun, hepsinin güvencesidir. Olayın aslı budur, bu tartışmalara vesile olabilir, biz böyle inanıyoruz, böyle çalışıyoruz” dedi. Türkiye’nin bütün farklılıkların inanç ve düşünce özgürlüklerine saygılı çoğulcu sistem inşa etme süreci, bölgesel anlamda önemli birikim olarak algılanmaktadır. Türkiye’nin siyasi dönüşümü, özellikle hesap verebilir ve temsile dayalı bir yönetişim biçimine geçiş sorunları yaşayan Arap dünyasındaki muhalif güçlere örnek teşkil etmiştir. İslamcı grupların siyasi sisteme nasıl entegre edileceği bu sorunlar arasındadır. Bu sorun hem laik hem de İslamcı muhalefet için geçerlidir. Türkiye’deki siyasi İslam anlayışının evrimi  Adalet ve Kalkınma Partisi’nin(AKP) iktidara gelişi Arap dünyasındaki muhaliflere incelenebilecek önemli bir örnek sunmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin dönüşümü ilgiyle izlenmiş, Arap dünyasında farklı aktörler bu demokrasi deneyiminden yararlanmalıdır.

2)      Türkiye’nin ekonomik gücü: Müreffeh bir ülke olarak Türkiye, dünyanın 17’nci, Avrupa’nın 6’ncı en büyük ekonomisidir. Refahın, bir ülkenin demokrasisi, toplumsal dayanışması ve dinamik dış politikası için hayati önem taşıdığını herkes kabul ediyor. İslam ülkeleri de refah içinde yaşamak istiyor.  Türkiye’nin 2023 dış ticaret hedefi 500 milyar dolardır. Bu hedef Türkiye’nin ciddi derecede büyüyen ve gelişen ülke olduğunu göstermektedir. Yakın ülkelerle yapılan ticaret, toplam ticaret hacminin yüzde 27 ‘sini oluşturmaktadır. Komşularla ticari ilişkilerin geliştirilmesinde, kuşkusuz Ortadoğu ülkeleri ile vize uygulamalarının kaldırılması bu ticaret hacminin büyümesinde olumlu rol oynamaktadır. Türkiye’nin ekonomik tecrübesi çok önemlidir. 1980’den sonra ekonominin liberalleşmesi ile birlikte sadece büyük sermaye değil, Anadolu Kaplanları diye nitelendirebileceğimiz Anadolu girişimcisinin hikâyesi Ortadoğu’da oluşan yeni orta sınıfa örnek olacaktır. Türkiye’de Özal’dan sonra gelişmeye ve güçlenmeye başlayan bu sınıf, hem sosyal değişimi, bunla beraber siyasal değişimi talep ederek Türkiye’nin dönüşümüne önemli katkı yapmışlardır. AK partinin üstünde siyaset yaptığı Anadolu Kaplanları’dır. Anadolu Kaplanları, İslami eğilime sahip aynı zamanda ekonomik küreselleşmenin nimetlerinden yararlanan serbest piyasa ile barışık, demokratik değerleri özümseyen ama İslami kimliğini de muhafaza eden yeni ekonomik zümredir. Bu zümre, çoğunlukla Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile ticaret yapmakta ve ticaret yaptıkları ülkelerde ekonomik bağımlılık ilişkisi kurmaktadırlar. Ekonomik bağımlılık ilişkinin kurulması ile birlikte sosyal ve siyasal tecrübeler bu yolla aktarılmakta ve bölgenin dönüşümünde önemli rol oynamaktadırlar. Türk demokrasisini zenginleştirip güçlendiren zümre olan bu hareket, eğitim ve kültürel faaliyetlerle Türkiye modelini Ortadoğu coğrafyasına taşımaktadır. Türkiye’nin dinamik ekonomik gücü ve oluşan ekonomik bağımlılık ilişkisi ülkemizin en önemli yumuşak gücüdür.

3) Türkiye’nin izlediği bağımsız ve dinamik dış politika: Türk dış politikası, Türkiye’nin yeni enerjisini, öz güvenini, kararlılığını temsil ediyor. Sadece Arap ve İslam dünyası değil, Balkanlar, Afrika, Asya ve Latin Amerika da Türkiye’nin yeni dış politikasını yakından izliyor. Son on yılda Türk dış politikası ciddi ivme kazanmış klasik bekle gör politikasından pro-aktif süreci yöneten bir dış politika stratejisi izlemektedir. Kuşkusuz Türk dış politikasının değişiminde Ahmet Davutoğlu etkisi yadsınamaz. Türkiye tarihi ve coğrafi derinliği gibi kavramlarla, Türkiye’nin Osmanlı ile kopan bağların yeniden kurulmasını, coğrafi derinlik ile Türkiye’nin yakın kıta ve kara havzaları ile olan bağlarının güçlenmesi ve doğal etki havzası olarak değerlendirdiği Ortadoğu ile ilişkilerin normalleşmesi sağlanmıştır. Stratejik derinlik öncesi Türk dış politikasına ve özellikle Ortadoğu ile ilgili yaklaşımları değerlendirecek olursak çok iç açıcı tablolar çıkmamaktadır. Batı ve ABD politikalarına angaje bir politika uygulayan Ankara, küresel aktörler pozisyon aldıktan sonra alınan pozisyon ve tavra göre politikasını şekillendirmekteydi. Edilgen bir dış politika uygulamak bölge barışına pek katkı sağlamıyordu. Ortadoğu ile olan ilişkilerimizdeki bu edilgen tavrın sebebi yeni kurulan cumhuriyetin tarihi bağları olan bölgelerde olan sorunlarla uğraşmak istememesi ve en önemlisi Türk modernleşmesinin algı sorunudur. Batı’yı muasır medeniyet olarak görmek Doğu’yu ve Doğulu olanı itmek, dışlamak sonucunu getirmiştir. Elbette Batı’nın rasyonalitesinden istifade etmek ve örnek almak gerekir ama Doğu’nun irfanı ve erdemini bir kenara itmek yeni cumhuriyetin yaptığı temel hatalardan biridir. Bu anlayış, dış politikamıza da yansımıştır. Bu psikolojik eşik, son on yılda aşılmaya çalışılmıştır. Komşularla sıfır sorun, merkez ülke kavramları, tarihte özne olan bir toplumun gelecekte özgüven içinde yeniden bölge barışı için aktif katkı yapabileceğini ve bu psikolojik, sosyal ve siyasal alt yapıyı hazırlamak için üretilen kavramlardır. Küreselleşme ile birlikte dış politika ve iç politika iç içe geçmiştir. Demokratik meşruiyetten yoksun bir dış politikanın uygulanma şansı yoktur. Türkiye’nin son on yıldaki kazanımları ve atılması gereken adımları altı madde sıralamak gerekirse:

a) Toplumsal özgüven,

b) İnsan haklarına dayalı özgürlükçü bir anayasal çerçeve,

c) Doğu’nun erdemi ve Batı’nın rasyonalitesini birleştiren kültürel Rönesans,

d) Farklılıkları içselleştirici ve harmanlayıcı yeni bir kültür ve düzen,

e) Verimliği sosyal adalet ile harmanlayan sürdürülebilir ekonomik kalkınma,

f) Bütün bunlara dayalı uluslararası alanda etkin ve sözü geçen küresel güç.

Bütün bu maddeleri Türkiye’nin son on yılda ki kazanımları ve atması gereken adımlar olarak görmek gerekir. Bu maddeleri açıklayalım.

a) Toplumsal özgüven: Toplumsal psikoloji, bireylerin psikolojisiyle özdeştir. Bir kişinin yaşadığı travma davranışlarına ve sosyal hayatına etki ettiği gibi toplumların yaşadığı travmalar toplumsal psikolojiyi etkilemektedir. Türkiye, Osmanlı’nın bakiyesi, genç bir cumhuriyet olmasından dolayı imparatorluğun parçalanması ve onun bıraktığı sorunlar toplumsal hafızamıza yer etmiş ve çevremizdeki bütün komşularımızı düşman görür olmuştuk. Bu algı komşularla sıfır sorun politikası ile komşularımızın düşman olmadığını, istenirse iyi ilişkilerin kurulabileceğini bize göstermiştir.

b) İnsan haklarına dayalı özgürlükçü anayasal çerçeve: Türkiye, henüz yeni anayasasını yazım aşamasında ve anayasamız tam anlamı ile özgürlükçü batı standartlarında bir anayasa değildir. 1980 darbesinin kalıntıları temizlenmeli ve çoğulcu, bireysel hak ve özgürlükleri koruyan yeni bir anayasa yapmalıdır. Anayasa devletin adeta ideolojisidir. Bir devletin anayasası farklılıkları dışlayan bir şekilde hazırlanmışsa o ülkenin model olması pek mümkün değildir.

c) Doğunun erdemi ve Batı’nın rasyonalitesini birleştiren kültürel Rönesans: Türkiye modernleşmesinin temel hatası olan batılılaşarak modernleşme anlayışı, ülkeyi ve toplumu yabancılaşmaya itmiş ve tepeden inme reformlar ve düzenlemeler toplumsal muhalefet üretmiştir. Bu toplumsal muhalefet, siyasette ve ekonomide kendine yer bulamadığından Türkiye’de siyasi istikrar tam olarak sağlanamamıştır. Türkiye, kendi yerel değerlerini ve bakiyesi olduğu Osmanlı medeniyetinin mirasını ve Batı’nın teknolojik ve rasyonel yönlerini aldığında, bölgesinde model olan ve bu model ve anlayış doğrultusunda bölgesine düzen ve istikrarı getirecektir.

d) Farklılıkları içselleştirici ve harmanlayıcı kültür ve düzen: Türkiye, Osmanlı’da olduğu gibi bütün farklı toplumsal ve dini unsurları kendi özgün haline dokunmadan özerk bir biçimde siyasal merkeze entegre etmeyi başarmış ve farklılıkların öne çıkarmadan ortaklıklar üzerinden sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alan oluşturmayı başarmıştır. Türkiye bu tecrübeyi uygulayabilirse bütün yakın kara havzalarına örnek olup barışı sağlayabilir.

e) Verimliliği sosyal adalet ile harmanlayan sürdürülebilir ekonomik kalkınma: Siyasal istikrar ve barış için ekonomik gelişme çok önemlidir. Toplumun bütün katmanlarını koruyan aynı zamanda serbest piyasa ekonomisi ile barışık sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma, sosyal barış için önemlidir. Türkiye ekonomik kalkınması ve sosyal adaleti, bölge ülkelerine örnek olabilir. Bunu sağlamak için ekonomik bağımlılık ilişkisinin artması gerekmektedir.

f) Bütün bunlara dayalı uluslar arası etkin küresel güç: Türkiye, uluslar arası alanda etkin dış politika stratejisi uygulamaları ve kriz alanlarına müdahil olan bölgesel ve küresel barış için çabalayan bir ülke olursa saygınlığı artacaktır.

4) Türkiye’nin kimliği: Türkiye, demokrasiyi, refahı ve etkin dış politikayı, kendi kimliğinden kaçarak değil, ona dayanarak hayata geçirmeye çalışıyor. Müslüman, modern, Doğulu, Batılı, Balkanlı, Kafkaslı, vs. kimliğinden kaçmıyor. Tersine, çok katmanlı kimliğinin bu dinamik unsurlarını hayatın her alanına yansıtmaya çalışıyor. Türkiye’yi aynı anda hem Doğulular hem de Batılılar gözünde izlenmeye değer bir ülke kılan da bu becerisidir. Türkiye’nin Arap dünyası ve Ortadoğu’ya model olması hep politik liderlikle ve siyasetle açıklandı. Türkiye’nin bu bölgelere modelliği daha çok sosyolojiktir. Bütün sorunlara rağmen farklılıkların bir arada yaşayabildiği, seküler ve kutsalı aynı ayda sahiplendiği bir Batı dışı modernlik örneği olmasındadır. Türkiye toplumu, son 20 yıldır daha çok eşitlik, daha çok özgürlük, daha çok adalet istiyor, sadece son 10 yılda değil. Türkiye, Arap dünyası ve Ortadoğu için ideolojik bir model değildir. Türkiye gibi olabiliriz düşüncesidir. Model olmak, sizin gibi olmak isteyenlere ümit olabilmenizdir. Türkiye’nin emsalsizliği İslami Cumhuriyet olması değil hem Batı’ya yakın olması hem de Doğu’nun İslam referansını da yaşama katarak onu ayrı bir kültürel dokuda ortaya çıkarmaya çalışması ki bu daha önce hiç gerçekleşmedi. Bugün, İran modelinin değil de Türkiye modelinin konuşulmasının gücü buradadır. Arap Baharı’nın bir hedefi Türkiye ‘gibi’ olmaktır.  Türkiye’nin kendi içindeki tecrübede barışçıl yolları, çoğulculuğu, hatta laik ve İslam arasındaki çatışmanın biri ya da ötekisi değil, ikisi ile birlikte olabilirliliğini gösterme durumu ve potansiyeli dünyada Türkiye’ye çok önemli bir rol veriyor. Türkiye yaşadığı bu tecrübeyi tamamlarsa, netleştirebilirse hem Müslüman ülkelere hem de Avrupa’ya “yeni bir şekilde düşünme” fırsatı verir.  Türkiye, farklı kültürel kodlar arasında tercümanlık etmekte, aynı zamanda kendi içindeki kültürel kodları da tercüme etmeye, harmanlamaya devam ediyor. Türkiye’nin tarihten gelen bu çoğulcu ve farklılıkları harmanlayan kadim kültürden gelen bu geleneği ortaya çıkardıkça bu tecrübelerini hem kendi medeniyet havzalarına hem de diğer medeniyet havzalarına örnek teşkil edecektir. Türkiye’nin bütün bu değişimi yakın kara havzası olan Ortadoğu’da nasıl algılanmaktadır.

Ortadoğu’nun Türkiye Algısı

Arap ülkelerinde Türkiye’ye bakış bugün olduğu gibi tarih boyunca da çok boyutlu olmuştur. Modern dönemde Arap dünyasında bu algıyı etkileyen çeşitli dönüm noktaları tespit edilebilir. Örneğin, Arap dünyasının farklı bölgelerindeki milliyetçi gruplar Türkiye’nin bağımsızlık savaşını yakından takip etmişlerdir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile eşzamanlı gerçekleştirilen reformlar karışık tepkilere yol açmıştır. Özellikle halifeliğin kaldırılması çeşitli eleştirilere ve hayal kırıklığına sebep olmuştur. İslami kesimler Türkiye’deki laiklik uygulamasını sürekli olarak eleştirmiştir. Fakat bu durumda bile Türkiye’deki reform süreci Arap ülkelerinde özellikle yeni yeni ortaya çıkan modern elitler arasında rastlanılan Mustafa Kemal hayranlığına kaynak oluşturmuştur. Türkiye’nin daha sonraki olumsuz imgesinde bölgede egemen olan Arap milliyetçiliği görüşü önemli bir rol oynamıştır. Bağımsızlık sonrası dönemde, Arap milliyetçilerinin anlatımlarında Osmanlı İmparatorluğu, Arap dünyasının geri kalmışlığından sorumlu olan sömürgeci güç olarak tasvir edilmiştir. Türkiye tarafı ise Osmanlı mirasından “uzaklaşma” isteği ile Arap isyanının ardından oluşan “ihanet” hissi arasında gidip gelmiştir. Son yıllardaki tarih yazımı çalışmaları “baskı” ve “ihanet” kategorileri ile bakmaya karşı çıkıyor olsa da, Türkiye ve Arap dünyası arasındaki ilişkilerin ders kitapları ve kültürel temsillerle canlı tutulan bu olumsuz tarihsel bellek içerisinde geliştiğini söylemek mümkündür.

Soğuk Savaş sırasında Türkiye, Batı bloğu ülkeleri ile ittifak kurmuştu. Fakat Soğuk Savaş’ın ilk günlerinde, belli başlı Arap yönetimlerinin Batı bloğu ile ilişkileri düşmancaydı. Ayrıca kamuoyu da başta Amerika olmak üzere Batı dünyasına, İsrail’e verdiği destek dolayısıyla eleştirel bir tavır almıştı. Bu durum zaten hâlihazırda sorunlu olan ilişkilerin daha da kötüleşmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla, Arap dünyasında Türkiye’yi Amerika’nın işbirlikçisi olarak benimseyen yaygın bir görüş ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısı Türkiye’nin 1955 yılında kurulan Bağdat Paktı’na katılması ile daha güçlenmiştir. Aynı zamanda, Türkiye’nin 1949 yılında İsrail’i resmi olarak tanıması da ayrı bir gerginlik yaratmıştır.

1980 sonrasındaki dönemde Arap dünyasında Türkiye’ye olan ilgi bir kez daha artmıştır. 1979 İran Devrimi’nin bir tehdit olarak algılanması ve Mısır’ın İsrail ile yaptığı barış sonucu bölgesel politikalardan çekilmesi gibi stratejik unsurlar da bu ilginin artmasına katkıda bulunmuştur. Türkiye’de de askeri rejim, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinin üzerinde durmuştur. Arap dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik çabalar Turgut Özal döneminde de devam etmiştir. Bu yeni gelişen ilginin yansımalarından biri de Türkiye’ye eğitim amaçlı gelen Arap öğrencilerin artması ve Türkiye ve Arap ülkeleri arasında canlanan turizm ve ticari ilişkilerdir.2 Bu artan ilgi akademik çalışmalarda da gözlenmiştir. Çeşitli toplantı ve yayınlar yoluyla, Türkiye ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesine katkıda bulunmak için ortak tarihi tekrar değerlendirmenin ve karşılıklı kalıplaşmış algıları incelemenin önemini vurgulayan bir eğilim ortaya çıkmıştır.  Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı dış politikası ile Ortadoğu’daki Türkiye algısı değişmiştir. Bu algıyı değiştiren olaylar ve olgular şunlardır:

Türkiye’ye ilişkin son zamanlarda meydana gelen birçok gelişme Arap dünyasındaki Türkiye algısının olumlu hale gelmesine ön ayak olmuştur. Bunlar arasında AK partinin 2002 yılında iktidara gelmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mart 2003’te Amerika Birleşik Devletleri ile Irak’ta işbirliği yapmayı reddetme kararı, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerindeki gelişmeler ve özellikle Aralık 2004’te Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin başlaması, Türkiye’nin Gazze savaşı konusunda gösterdiği tepki ve son olarak 2009’da Davos’ta yaşanan olay sayılabilir. Bunun yanında Türkiye’de yaşanan olumlu değişimler bu algının değişmesine vesile olmuştur.

Bu olumlu gelişmeleri kısaca sıralamak gerekirse; İslami geçmişiyle tanınan bir parti olan AKP’nin 2002 yılında seçimleri kazanması Arap ülkelerinde Türkiye’ye olan ilgiyi arttırmıştır. Aşağıdaki bölümlerde daha detaylı olarak ele alınacağı gibi, hem liberal hem de İslami kesimler AKP’nin seçim zaferi ile farklı nedenlerden dolayı ilgilenmişlerdir. Fakat genel olarak bakıldığında, bu gelişme Türkiye’nin yeniden değerlendirilmesine sebep olmuştur. En önemlisi ise, “küçük bir laik siyasi elitin karşısında ezilen Müslüman halk” şeklinde özetlenebilecek Türkiye siyaseti hakkındaki yüzeysel bakış açısı geçerliliğini kaybetmiştir.

Bu durumu Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında talep ettiği işbirliğini TBMM’nin 1 Mart 2003 tarihinde reddetmesi izlemiştir. Bu karar uzun zamandır Arap dünyasında egemen olan ve Türkiye’yi “Amerika’nın işbirlikçisi” olarak tanımlayan görüşü ortadan kaldırarak, Türkiye’nin bölgedeki güvenilirliğini arttırmıştır.

Bu sırada, Türkiye-AB ilişkilerinde de çeşitli gelişmeler meydana gelmiştir. 1999 yılında Helsinki’de gerçekleşen Avrupa Konseyi Zirvesi sırasında Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak kabul edilmesine karar verilmiştir. Bu gelişmeyi Aralık 2004’te üyelik müzakerelerinin başlaması kararı izlemiştir. Yine bu durum Arap dünyasında yaygın olan “Türkiye’nin AB’nin kapısında beklemekte olduğu fakat AB’nin bu durumla ilgilenmediği” görüşünü yerle bir etmiştir.

Son olarak, Türkiye’nin, İsrail’in Gazze saldırıları sırasında aldığı tutum ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Dünya Ekonomi Zirvesi’nde gösterdiği tepki Türkiye’nin Arap dünyasındaki popülerliğini daha da arttırmıştır. Gazze konusunda düzenlenen bir panel sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ile yaşadığı gergin diyalog, Erdoğan’ı Arap kamuoyunda oldukça popüler hale getirirken, Türkiye’nin, İsrail’in yakın müttefiki olduğu algısının da sorgulanmasına sebep olmuştur. Bütün bu gelişmeler sonucunda Türkiye’nin hem toplumlar hem de devletler düzeyindeki algısında önemli değişiklikler olmuştur.

Türkiye’nin ekonomik ve siyasi dönüşümü ile Ortadoğu’da izlediği yeni dış politikanın da Türkiye’ye duyulan ilgiyi arttırdığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin AB’ye üye olma isteği ve AB müktesebatı ile uyum çabaları, geniş kapsamlı siyasi reformlar gerçekleştirilmesine sebep olmuştur. Ayrıca bu siyasi değişimlere paralel olarak, Türkiye ekonomik bir dönüşüm de yaşamıştır. Türkiye ekonomisinde en önemli değişiklikler 1980’lerde liberal ekonomi politikalarının hayata geçirilmesiyle yaşanmıştır. Birçok krize rağmen Türkiye ekonomisi, kapasitesini arttırmış ve dünyanın en büyük 16. ekonomisi haline gelmiştir. Türkiye’nin canlı ekonomisi ve gerçekleştirdiği demokratik reformlar da bölgede yumuşak bir güç olarak etkisinin artmasına yardımcı olmuştur. Bu sayede Türkiye, özellikle reform yanlısı kesim için daha çekici hale gelmiştir.

Türkiye’nin bölgeye yönelik izlediği dış politika da görüşlerin olumlu yönde evrimine katkıda bulunmuştur. Türkiye’nin belli başlı bazı dış politika kararlarının etkileri yukarıda belirtilmiştir; fakat bunların da ötesinde, Türkiye dış politikasının bölgede çoğunlukla olumlu şekilde karşılanan bir yönde değiştiği görülmüştür. Türkiye Ortadoğu’daki komşuları ile yıllardır süregelen sorunlu ilişkilerini düzeltmeyi başarırken, bu süreçte diplomasinin, diyalogun ve bölge ile ekonomik bağımlılığın önemini özellikle vurgulamıştır. Ankara, ayrıca bölgesel anlaşmazlıklarda arabulucu rolünü üstlenmek için daha istekli bir hale gelmiş ve genellikle tarafsız ve yapıcı bir aktör olarak algılanmıştır. Sonuç itibariyle Türkiye, istikrarlı, barışçıl, refah düzeyi yüksek ve problemlerini kendi kendine çözme kapasitesine sahip bir Ortadoğu vizyonunu teşvik ederek, böyle bir Ortadoğu’nun Türkiye’nin çıkarlarına da uygun olacağını belirtmiştir. Bu yeni söylem tarzı da Türkiye’nin bölgede nasıl algılandığını etkilemiştir.  Ortadoğu’da birçok bölgede Tesev’in 2012 yılında yaptığı saha çalışmasında Ortadoğu’da yaşan birçok olumsuzluğa rağmen Türkiye’ye olan olumlu bakış devam etmektedir. İşte çalışmanın sonuçları;

 Bölgenin geleceğe bakışı: Umutlarda azalma var. Katılımcıların %52’si 12 ay öncesine göre bölgenin geleceğinden daha umutlu olduğunu belirtiyor. Bu oran 2011 araştırmasında %62 idi. Arap Baharının bölgeye etkisi geçen yıl %60 oranında olumlu olarak değerlendirilirken, 2012 yılı sonuçlarına göre katılımcıların %47’si Arap Baharı’nın bölgelerine olumlu etkisi olduğunu düşünüyor.

 Hakkında en olumlu düşünülen ülke, Türkiye. Türkiye, 2012 yılı araştırmasında da % 69 ile hakkında en olumlu düşünülen ülke oluyor. Ancak bu oran geçen yıl %78 idi. Türkiye’yi, %65 ile Mısır, %62 ile Birleşik Arap Emirliği takip ediyor.

 Türkiye’nin Ortadoğu’da barışa olumlu katkıda bulunduğu düşünülüyor. Katılımcıların %66’sı Türkiye’nin bölge barışına katkısını olumlu bulunuyor. Ve yine %66’sı Türkiye’nin Ortadoğu’da daha büyük bir rol oynamasını istediğini belirtiyor. Bu oranlar geçen yıla göre düşüş gösterse de Suriye dışında tüm ülkelerden katılımcılar Türkiye’nin bölgede rol oynamasını destekliyor. Suriye’de bu oran %39.

 Türkiye bölgede siyasi güç. Bu yıl ilk kez sorulan soruda Türkiye’nin siyasi olarak bölgenin en güçlü ülkesi olduğu belirtildi. Katılımcılar ekonomik ve sosyal alanda Suudi Arabistan’ı, askeri güç olarak ise İran’ı işaret ettiler.

 Türkiye, bölge için hala model ülke, ancak oran düşüyor.  Türkiye, %53 ile model ülke olarak gösteriliyor. 2011 araştırmasında bu oran %61 idi.  ‘Türkiye modeli’ne destek, en çok Libya, Tunus, Filistin ve Mısır’dan geliyor. En az model olarak görenler ise Suriye ve İran’dan katılımcılar. Türkiye’yi model olarak görenler en çok ekonomisini (%31), demokratik rejimini ve seküler yapısını (her ikisi de %21) ön plana çıkartıyorlar.

 Türkiye geleceğin en güçlü ekonomisi olarak görülüyor.  Suudi Arabistan bölgenin en güçlü ekonomisi olarak öne çıkıyor. Ancak bölgenin gelecekteki ekonomik lideri sorulduğunda katılımcıların  %21’i Türkiye’yi, %16’sı Suudi Arabistan’ı, %7’si BAE’yi ön plana çıkartmaktadır.

Bütün bu veriler ışığında, Türkiye’nin bölgede aldığı pozisyon her şeye rağmen Ortadoğu’da olumlu algılanmaktadır. Suriye ile olan geçici politik uzlaşmazlık bile Türkiye’nin Ortadoğu algısını olumsuz yönde etkilememektedir. Türkiye, bölgede kalıcı barışı sağlayabilmesi için organik bağlar kurmak zorundadır. Ülkelerle ikili ilişkilerin olması, kalıcı çözüm üretmemektedir. Bölge içi dengelerin ve bölge içi karşıtlıkların ortadan kaldırılması ile birlikte oluşan yeni düzen bölgeye istikrar ve kalıcı barış getirecektir. AB bu anlamda iyi bir örnektir. Avrupa birçok sorun yaşamasına rağmen kurdukları organik bağlarla kalıcı barışı sağlamışlardır. Bu model Ortadoğu’ya da örnek olabilir.

Birlikte Yaşamanın Rasyonal Hali Ortadoğu Birliği

Ortadoğu jeopolitiğinin en temel coğrafi ve tarihi denge mekanizmasını Mısır-Türkiye-İran hassas dengesinde aramak gerekir. Tarihi kökleri Hitit-Asur-Mısır, Bizans-Selçuklu-Fatımi, Osmanlı-Safevi-Memluk ilişkilerine kadar götürülebilecek olan bu bölgesel denge faktörü, Asya, Avrupa ve Afrika’dan oluşan ana dünya kıtasının suyolları ile temel deniz bağlantı yollarının kesiştiği merkez üçgenini oluşturmaktadır. Modern dönemde petrole dayalı ilişkiler olgusunun daha da renklendirdiği bu stratejik üçgen, uluslar arası aktörlerin bölge ile ilgili planlarında göz önünde bulundurmak zorunda oldukları en temel parametrelerden birisini teşkil etmektedir. Ortadoğu’da en önemli bölgesel aktörler Türkiye, Mısır, İran’dır. Mısır’da, yakın zamana kadar meşruiyetten yoksun siyasi iktidarlar varken, yeni dönemde meşruiyetini halktan alan demokratikleşme ve serbest piyasa koşullarına adapte olmaya çalışan bir yönetim mevcuttur. Türkiye, Mursi iktidara geldikten sonra ekonomik ve siyasi işbirliği içine girmiş ve mısırın kalkınmasına ve dönüşümüne katkı sağlamaya çalışmaktadır. Türkiye ile Mısır arasında ekonomik bağımlılık ilişkisi arttıkça ikili ilişkiler gelişecek ve birlikte yeni Ortadoğu vizyonu inşa edebilecektir.

İran’da mevcut yönetimi demokratik meşruiyetten yoksundur. Totaliter ve içe kapalı bir ekonomik modelle uzun vadede bu yönetimin kalıcı olması beklenemez. Türkiye ekonomik angajman politikası ile İran’daki orta sınıfın güçlenmesi sağlayabilirse ve bu yolla tecrübelerini aktarabilirse İran’da mevcut iktidar değişecektir. İran’daki mevcut yönetimin değişmesi ile birlikte Türkiye hızla ülkenin normalleşmesi ve kalkınması için yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşması imzalayıp İran’ın küresel sisteme entegre olmasını sağlayıp İran’ın normalleşmesini sağlamalıdır. Bütün bu adımlar atıldıktan sonra     Mısır, İran ve Türkiye üçlüsü Ortadoğu’da serbest pazarın oluşmasına ve sınırların kaldırıldığı mal ve hizmetin serbest dolaşımını sağlayarak Ortadoğu’da ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel entegrasyonu sağlanabilir. Serbest ticaret bölgesi ve gümrük birliği, oluşturulmuş yapay sınırların ortadan kaldırılmasına yol açacaktır. Küreselleşmenin en önemli üç önermesi vardır; liberal ekonomi, liberal siyaset ve evrensel insan haklarıdır. Ekonominin liberalleşmesi ile ortadan kalkan ekonomik sınırlar sosyal ve siyasal sınırların kalkmasına yol açacak ve bölgede kalıcı barış sağlanacaktır. Barışın kalıcı hale gelmesi için İran, Mısır ve Türkiye üçlüsünün oluşturacağı organik bağla yani Ortadoğu birliği ile barış ve düzen kalıcı hale gelecektir.

Sonuç

E.H.Car, tarihi, “geçmiş ile bugün arasında bitmeyen bir diyalog” olarak tanımlar. Düzen ve istikrarın sağlanabilmesi için tarihten dersler çıkarmak zorundayız. Osmanlı Barışını (PAX Ottomanica)incelemek ve hangi dinamikler üstünde bu düzenin sağlandığını irdelememiz gerekmektedir. Osmanlı barışından Türkiye dersler çıkarmalıdır. Birinci dünya savaşı ile kurulan Ortadoğu düzeninin kriz alanlarını dört madde de sıralamak gerekirse; (i) İdeolojik nitelikli jeokültürel kutuplaşma, (ii) petrol-eksenli jeoekonomik yapılanma, (iii) küresel stratejik rekabeti yansıtan jeopolitik hat ayrışması ve (iv) İsrail’in kurulması ile doğan ve gittikçe tırmanan bölge-içi kültürel/siyasi çatışma alanı.

 (i)Ortadoğu’da kurulan yapay ulus devletler ve bu devletlerin ideolojileri, bölgede politik kutuplaşma ve düşmanlık üretmiştir. Arap uyanışı ile birlikte, otoriter ideolojiler ve siyasi kadrolar tasfiye olmaktadır.

 (ii) Ortadoğu’da petrol ve enerji kaynaklarını kontrol etmek için küresel güçler savaşlarla ve siyasi angajmanla petrol ülkelerinin kaynakları kontrol edilmektedir. Bu durum halen devam etmektedir. Bunun aşılabilmesi için güçlü siyasi yapılar inşa edilmeli ve ekonomik olarak küresel güçlere karşı koyabileceği bir ekonomik sistem ve siyasi düzen inşa edilmelidir.

 (iii) Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu’da etkin olan güçler bölgede kurdukları ittifaklarla, bölgede jeopolitik kutuplaşma üretmişlerdir. Arap uyanışı ile birlikte bu keskin hat yıkılmıştır. Bölgede kalıcı barışın önünde bu engel teşkil etmemektedir.

 (iv)Bölge içi kutuplaşmanın temel kaynağı olan Filistin-İsrail arasındaki gerginlikler, henüz çözülebilmiş değildir. Bu soruna müdahil olan bölgesel ve küresel güçler krizler üzerinden bölgede kutuplaşma üretmeye devam etmektedirler. Filistin-İsrail barışı, bölgedeki kutuplaşmanın temel kaynağıdır. Sonuç olarak Türkiye, Mısır ve İran önderliğindeki bölgesel güçler tam bir işbirliği içinde olursa bu bütün kriz alanlarını çözecek güce sahiptirler. Ortadoğu’da kalıcı barış için bölgesel entegrasyonun rasyonel hali olan Ortadoğu Birliği bu coğrafya için çözümün anahtarıdır.

Hasan Mesut ÖNDER

 

KAYNAKÇA

Kitaplar:

Davutoğlu, A. (2009). Stratejik Derinlik. 28. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları.

Raporlar:

Altunışık, Meliha B. ve Mustafa Ellabdad. (2010). Arap Dünyasında Türkiye Algısı. Ankara: TESEV yayınları.

İnternet Kaynakları:

Aksoy, M. (2012). Müslümanlar artık mazlum değil aktör. Yeni Şafak.  http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/muslumanlar-artik-mazlum-degil-aktor-30.11.2012-417482(01.12.2012)

Avrupa Çalışmaları Merkezi Öğrenci forumu 7.Boğaziçi Buluşması Bülteni, http://www.acmof.com/content_files/html/7BB_B%C3%BClteni.pdf(29.11.2012)

Başbakan Erdoğan’dan Tunus’ta Laiklik Mesajı,(2011). http://www.haberciniz.biz/basbakan-erdogandan-tunusta-da-laiklik-mesaji-1147045h.htm(30.11.2012)

Çamlıbel, C. (2012) Ulusçulukla Hesaplaşma Zamanı Geldi. Hürriyet. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21483551.asp (28.11.2012)

Çamlıbel, C. (2012). Biz Bu Rüyayı Terk Etmeyiz. Hürriyet. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21483551.asp(01.12.2012).

Deveci D. ; Sakin S. (2011) Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme. History Studies.http://www.historystudies.net/Makaleler/180246529_16-Serdar%20Sakin.pdf(28.11.2012)

Gündem, M. (2009). Batı kendine Türkiye aynasından bakabilir. Yeni Şafak. http://yenisafak.com.tr/roportaj/?i=191149 (01.12.2012)

Kalın, İ. (2010). İki “Türkiye Modeli”. Sabah.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ibrahim__kalin/2010/03/13/iki_turkiye_modeli(30.11.201

Kalın, İ. (2010). Türkiye’nin İnce gücü. Sabah.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ibrahim__kalin/2010/01/23/turkiyenin_ince_gucu(30.11.2012).

TESEV. Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2012 Araştırması sonuçlandı. http://www.tesev.org.tr/tr/haber/ortadoguda-turkiye-algisi-2012-sonuclari aciklandi(02.12.2012).

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Sıfır Sorun Politikamız, http://www.mfa.gov.tr/komsularla-sifir-sorun-politikamiz.tr.mfa (29.11.2012).

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...