Balkan Savaşları Öncesi Travmatik Tecrübelerin İttihat ve Terakki Üyelerinin Milliyetçilik Anlayışları Üzerindeki Etkileri

ÖZET:

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren yeşeren ve Osmanlı içindeki aktif fikir akımlarından tarih üzerinde tartışmasız şekilde en çok izini bırakmış olan İttihatçılık, özellikle aynı yüz yılın sonlarına doğru yetişmiş ve İmparatorluğun son senelerinde en aktif rollerde oynayan elit subay ve bürokrat kadrosunun maruz kaldığı yaşanmışlıklardan oldukça etkilenmiş bir yapılanma olarak görülmelidir. Bu sebepten ötürü bahsi geçen düşünce yapısının bir parçası olan kişilerin ekseriyeti tarafından tecrübe edilmiş travmatik olayların, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zaman içerisinde farklı noktalara evrilmiş olan milliyetçilik anlayışının üzerinde çok büyük etkisi olduğu tarih yazımı açısından çok önem teşkil eder.

Yazı boyunca incelenecek süreç, içinde gelecekteki İttihatçı kadroların bulunduğu savaş öncesi Balkanlar, Arap yarımadası ve Meşrutiyet sonrası İstanbul coğrafyaları etrafında şekillenmiştir. Buradaki dönem şartları ve yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurularak yapılan çalışma, İttihatçı kadroların milliyetçi fikirsel evrimine ışık tutmayı hedeflemektedir. Giderek radikalleşen bir milliyetçilik anlayışının doğuş sürecini incelemek, kendi milliyetçilik ve onun tarihi üzerindeki anlayışımızı güçlendirme ve adilleştirme konusunda oldukça elzemdir.

Bu çalışma, dönemin şüphesiz en sarsıcı tecrübelerinden biri olan Balkan Savaşları öncesini mercek altına almaya çalışmaktadır. Bu kısıtlamanın sebebi ise üç bin kelime ile kısıtlı zaman şartları altında kapsanabilecek zaman aralığının sınırlı olmasıdır. Buna ek olarak birincil kaynak incelemesi miktarı yazının kaleme alındığı pandemi süreci sebebiyle kapalı olan arşiv ve kütüphanelerden ötürü istenilen miktarda yapılamamıştır. Ancak, yazılan maddelere rağmen olabildiğince geniş tutulan ikincil kaynak listesi içerisindeki kitap, makale ve araştırma yazıları içinde bulunan birincil kaynak incelemeleri, bu yazının çıkarımlarını destekler niteliktedir.

ABSTRACT:

Unionism, as one of the ideological streams of thoughts that emerged in the mid-19th century and being unarguably the most impactful one in history, should be perceived as a construct of the exposed happenings of the elite military officer and bureaucrats who had played an active role during the last years of the Empire. This is why the traumatic experiences that were experienced by the majority of these people can be said to have a great effect on the unique perception of nationalism of the Unionists and are of great importance to historiography.

The duration that will be inspected throughout the essay had predominantly shaped by three geographies of intense experience, namely pre-war Balkans, Arabian Peninsula and İstanbul following the declaration of Meşrutiyet. The work aims to shed light on the evolution of the nationalist mindset the Unionist cadre had while assessing the importance of contemporary developments and conjuncture. Analysing the birth process of a gradually-radicalised nationalist perception is quintessential in strengthening our own perception of nationalism and its history.

This paper is attempting to put the events taking place prior to one of the most traumatic experiences of the era, the Balkan Wars, under a scope. This restriction is a direct result of the three thousand word limit and the time given to undertake the given task. Additionally, the utilization of primary sources due to the extraordinary times we are going through, thus the closure of libraries and archives, couldn’t be done in a greater depth. Nevertheless, the list of used secondary sources that consists of numerous books, articles and research papers, and their own analysis of primary sources, indicate that the arguments put forward by this very paper can be supported.

1. Giriş: 

Genç Türkler on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında ortaya çıkmış olan idealist ve devrimci retoriklerden oldukça etkilenmişlerdi. Kısa yaşam süreli Genç Osmanlılar hareketinden sonra tarih sahnesine gelişleri, onların devlet işlerine yönelik ciddi vatanperver yaklaşımlarını kendi fikirlerine entegre etmelerine yol açmıştır. Bu çoğulcu ideolojik kökenleri en başlarda farklı sosyo-kültürel arkaplanlara ve değişen ideolojik yaklaşımlara sahip kişileri bir araya getirmeyi başarmıştır (Hanıoğlu, 1995: 17).  Bu, elbette ki, onlar yükselişe geçmeden önce İmparatorluğun kaderini değiştirecek yoğun olaylar başlamış olduğundan ötürü değişime mahkumdu. Her ne kadar erken yaştan itibaren Türk milliyetçiliğine olan yatkınlıkları göz önünde alınsa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) üyelerinin çoğu başlarda ülkeyi dağılmaktan kurtarma çabalarına yardımcı olacağını düşündükleri Osmanlıcılığı tercih ediyorlardı (Luke, 1936: 163). Ancak İmparatorluğu bir arada tutma planlarının, en nazik şekilde söylemek gerekiyorsa, İmparatorluk etrafındaki başka menfaat gruplarının kafalarında olan imajla çatıştığından ötürü sağır kulaklara konuşmaktan daha farklı bir etki yaratmayacağını bilmiyorlardı (Jelavich, 2009: 83). Oluşumlarının varlığı boyunca onları bekleyen hızlı ve neredeyse düzenli şekilde gerçekleşecek olan travmalar, İttihatçıları geri dönüşü olmayan bir şekilde etkileyecekti. Bu çalışma öncelikle, İttihat ve Terakki’nin milliyetçiliklik yorumlamasının evrimine bir noktadan ışık tutabilme çabasıyla, çalkantılı Balkanların onların etraflarındaki dünyayı yorumlamalarına nasıl bir etkisi olduğunu inceleyecek. Ardından çeşitli çıkar gruplarının, özellikle Arapların, kendi hareket ve planlarına verdikleri iç karartıcı ve yıkıcı tepkilerin etkilerini tartışmayla devam edecek. Son olarak İttihatçıların Meşrutiyet rejimine geçiş sırasında oynadıkları aktif rolden sonra gelen hayal kırıklığı ve yalnızlık hissine değinerek kendisini sonlandıracak.

2. İttihat ve Terakki’nin Milliyetçilik Anlayışının Gelişimi 

İmparatorluğun en uzun yüzyılı, Ortaylı’nın tanımıyla, Osmanlı’nın bölgedeki varlığının bitişini sinyal eden talihsiz 1887-78 Rus-Türk Savaşı’yla ilk adımları atılmış olan Balkanlardan geri dönüşü olmayan bir geri çekilmeyle başlamıştı (Ortalı, 2009). 19. Yüzyılın son çeyreğinde İmparatorluğun başkentine şok edici haberler ardı arkası kesilmeyen bir şekilde yağmaya başlamıştı: Bosna ve Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesi, Bulgaristan’ın Osmanlı diplomatlarını ülkeden çıkartarak ilişkileri kesmesi ve bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanistan’ın Girit’i kendilerine bağlaması birbirini takip etmişti. Bunlarla birlikte Osmanlı’nın Balkanlar üzerindeki kontrolü gün geçtikçe zayıflıyordu. Osmanlı Makedonyası, örneğin, durumu temsil etmek üzerine bir vaka çalışması olarak ele alınabilir. Birbiri üzerinde nüfussal olarak bir çoğunluk elde edemeyecek kadar etnik açıdan karışık bir topluluğa ev sahipliği yapan bu bölgede, en az sekiz farklı kültürün halkı vardı. Osmanlı Üçüncü Ordusu bölgede konuşlanmıştı ve bu birliğin subayları Sırp, Bulgar ve Arnavut “gerilla” savaşçılarına karşı de facto bir savaş yürütmekteydiler.  Aynı durum yine Balkanlar bölgesinde bulunan Osmanlı İkinci Ordusu için de geçerliydi (Ortaylı, 2009: 137). Bu iki ordu, bu süreç esnasında kendi içinde İttihat ve Terakki’nin gelecekteki çekirdek kadrosunu yetiştirmekteydi. Zürcher tarafından yapılmış analizdeki mercek altına alınmış yirmi beş İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi üzerinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki bu kişilerin neredeyse yarısı, bürokrat veya subay olarak, Balkanlarda görev yapmıştı. Bu üyelerin on tanesi de bu coğrafyada doğmuştu (Zürcher, 2010: 84-100). Bu genç elitlerin düşünce yapılarını erken yaşta şekillendiren olaylar başlarından geçen travmatik tecrübelerdi. Bölgesel Osmanlı yönetiminin zayıflığı ve yetersizliği şaşkınlık verecek derecede yüksek seviyedeydi ve her an geniş çapta bir savaşa sebebiyet verebilirdi. Malum, Osmanlı kontrolü bu bölge üzerinde kendi güç ve nüfuzlarını arttırmak isteyen başka organizasyonlar tarafından ciddi şekilde sarsılmıştı. Aralarında en etkili olanlarından bir tanesi İç Makedon Devrimci Örgütü’ydü (İMDÖ). Osmanlı otoritelerine karşı çeşitli terörist hareketlerde bulunan bu örgütün aktiviteleri arasında insan kaçırma, kundakçılık ve isyana teşvik gibi hareketler bulunmaktaydı. Mali olarak yeterince desteklenmemiş ve isteksiz Osmanlı yöneticileri bu soruna nadiren bir çözüm arayışına giriyorlardı – girdiklerinde de bulunabilecek herhangi bir çözüm için yeterli güçte olmadıklarını fark ediyorlardı (Zürcher, 2002: 277). Bu ehliyetsizlik bahsi geçen genç elitlerin kalplerinin derinliklerinde hissediliyordu ve yerel Osmanlı liderlerinin diğer Avrupa devletlerinin temsilcilerinin, hatta ve hatta sıradan Osmanlı vatandaşı Hristiyanlarının önünde çaresiz şekilde el pençe divan durması onurlarını kırıyordu (Zürcher, 2002: 281-282). Bu dayanılması zor durum 1903’teki utanç verici İlinden İsyanı ile daha da kötü bir noktaya gelecekti. Bastırılması konusunda ciddi zorluklar yaşanan ve dış müdahelelere fırsat veren bu başkaldırı Avusturya-Macaristan ve Rusya ile Mürzsteg Anlaşması’nın imzalanmasıyla sonlanacaktı. Adı geçen anlaşma ile Osmanlı jandarma kuvvetlerinin büyük devletlerinin temsilcilerinin de danışmanlık görevi vereceği bir İtalyan general tarafından kontrol edilmesine karar verilmişti (Zürcher, 2014: 969). Bu anlaşmanın hizmet etmeye baş koydukları devletin bizzat kendisi tarafından yürürlüğe sokulması bu genç subay ve  bürokratlarda ciddi bir travma yaratmıştı. Anlatılan ve birbirini kesintisiz şekilde takip eden aşağılanmalar geleceğin İttihatçılarını izole bir pozisyona sokacak ve milliyetçi retoriğe daha sıkı sarılmalarına sebebiyet verecekti (Jelavich, 2009: 89).

Olayların bir başka etkisi de içinde bulundukları bölgeyi ve her ne kadar o anda bu bilgiye vakıf olmamış durumda olsalar da İmparatorluğun genelini çevreleyen sorunların bölgesel otoritelerin çarpık ve etkisiz yönetim metotları olmadığını anlamalarıydı. Bu durum aslında genel anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflığının ve kırılganlığının bir yansımasıydı. Bu farkındalıktan sonra yüksek mevkilerdekilerin nazarında radikal bir değişikliğe olan ihtiyaca inanç arttı; bu öylesine belirleyici bir değişiklik olmalıydı ki yaklaşmakta olan sondan İmparatorluğu kurtarabilmeliydi (Zürcher, 2014: 970). Radikallik seviyeleri -ki buradaki radikallik, negatif tonasyonlu aşırıcılıktan daha çok radikal bir değişim getiricilik anlamında kullanılmıştır- yükseldikçe milliyetçiliğe olan bağları da arttı. Anayasal monarşiye geçişi sağlayan Meşrutiyet sonrasında çıkan tartışma ortamının ana parçası olan İttihatçılar ve onların politik rakipleri arasındaki husumetin artması üzerine iki İttihatçı arasındaki yazışmada bu durumu kanıtlayacak bir alıntı bulunabilir. İslamcı muhalif gazete İkdam yazarlarından Ali Kemal tarafından İttihat ve Terakki destekçisi Şura-yı Ümmet gazetesinin yazarlarından Dr Bahattin Şakir’e yönelik sert eleştirilerde bulunulmasını ve meselenin mahkemeye götürülecek seviyeye gelmesini haber alan, İttihat ve Terakki’nin önde gelen figürlerinden Dr. Nazım’ın yazdığı mektupta şöyle bir kısım yer alır (Çiçek, 2007: 83):

“Sabah gazetesindeki Ahmet Rasim’in, Mahmut Sadık’ın mesleklerini beğenmiyorum. Bunlar belki idrak etmeyerek Ali Kemal’in vazifesini yapıyorlar. Korkma Baha! Yalnız Selanik Vilayeti otuz bin kahramanı gene bir hafta zarfında İstanbul’a göndermeye muktedirdir. İhtimal ki, bu milletin hür ve mesut olması için biraz daha kan almak farzdır. Şarklıyız kadere boyun eğeriz.”

İttihat ve Terakki’nin kurucu üyelerinden olan Ahmet Rıza’nın anılarında belirttiğine göre Meşrutiyet sonrası maruz bırakıldıkları travmatik derecedeki sert muamelenin ana sebebi, zamanında II. Abdülhamid’in istibdat rejiminin pasifize edilmesini desteklemiş olan farklı menfaat gruplarının gerçekçi olmayan beklentilerinden kaynaklanıyordu (Rıza & Temo, 2009: 343). Kendilerine karşı olan tonlamadaki sert değişim, İttihatçıların etrafında bulundukları politik atmosferi yorumlama biçimlerini etkileyecek ve kendilerinin içinde bulunduğu izole edilmiş durumun farkına varmalarını sağlayacaktı. Yukarıda tartışıldığı üzere, Hristiyan vatandaşların liyakatsızlığına halihazırda inanmış durumdalardı. Ancak, alacakları bir sonraki darbe ciddi bir sarsıntıya yol açacaktı. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra görülmüş olan pozitif atmosfere karşın, daha geniş çaplı reform programları talep eden Arap entelektüeller arasındaki iyimserlik havası hızlı şekilde solmuştu. İlandan sonra yapılan 1909’daki ilk seçimler temsiliyet konusunda yaşanan problem sonucunda Arap toplumu için bir hayal kırıklığı haline dönüşmüştü (Ahmad & Rustow, 1976: 247). Sınırlar içindeki nüfusu temsil için seçilen 245 milletvekilinin 147 tanesi Türk, 60 tanesi ise Arap kökenliydi (Zeine, 1958: 142). Yaklaşık olarak 7,5 milyon Türk vatandaştan 2.5 milyon daha fazla nüfusa sahip olan Araplar dengeli şekilde temsil edilmediklerini düşünüyorlardı (Ahmad & Rustow, 1976: 247). Yeni toplanmış olan Parlemento içinde üstünlük sağlayabilme planları bu şekilde suya düşmüş olan Arap milletvekilleri karşılık olarak azınlık gruplarının temsilcileri ile işbirliği içine girip Türk vekiller tarafından sunulan hemen hemen tüm yasa tasarılarına karşı çıkıyorlardı. İki taraf arasındaki gerilim Halep ve Medine’yi birbirine bağlayan Hicaz Demiryolu inşaasının tamamlanması ile bir üst seviyeye taşınacaktı.  O tarihe dek vergi toplayıcıları ve askeri inzibat gibi devlet görevlilerinin doğal bariyerler ve altyapı eksikliğinden ötürü İmparatorluğun güneyindeki topraklara ulaşması hep zorlu olmuştu.  Demiryolu inşaası ise bu engelleri ortadan kaldırıp merkezden gelen kişilerin devlet otoritesinini daha öncesine kıyasla hiç hissedilmediği denebilecek bu noktalara erişimini sağlamıştı. Bunu doğal olarak kendi bölgesel nüfuslarına karşı bir tehdit olarak algılayan yerel Arap prensleri ve aşiret başları İstanbul hükümetine karşı olan isyanları desteklemeye ve hatta bazı durumlarda bu isyanlara önayak olmaya başladı (Ochsenwald & Fisher, 2003: 330). Elbette ki Araplardan gelen tepkilerinin tümünün mücadeleci bir yapıya dönüştüğünü idda etmek doğru olmaz, ancak bu diğer eforların İttihatçı devlet görüşüyle aynı sayfada bulunduğu da söylenemez. Meşrutiyetin ilanını takip eden aylarda İstanbul’da faaliyet gösteren çeşitli Arap grupları güçlerini ve çabalarını bir çatı altında toplamak amacıyla al-Ikha’ al-‘Arabi al-‘Uthmani (Osmanlı-Arap Kardeşiliği Cemiyeti) adı altında bir organizasyon kuracaklardı (Göçek, 2002: 51). Kullandıkları retorik ilk başta Genç Osmanlıların seneler önce geliştirdiği Osmanlıcılık argümanlarına dayanıyordu ve bunun sayesinde İttihatçıların Arap kökenli üyelerinden de destek görmüşlerdi (Göçek, 2002: 51). Ancak her ne kadar gündemlerinde ayrılıkçı bir fikir veya hareket planı olmasa da Arapçanın yaygınlaştırılması ve Arap adetlerinin İmparatorluk geneline yayılması konusunda aktif şekilde lobi faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu bilgi, özellikle ibn Reşid, Şeyh Sanussi ve Hidiv İzzet gibi tesir sahibi Arap liderlerinin İstanbul hükümetini devirme ve bir Arap Halife devleti kurma çabaları hakkında toplanan istihbarat raporları gün yüzüne çıkınca, İttihatçıları sarsıntıya uğrattı (Kayalı, 1997: 126). Kendi milletleri hariç herkes tarafından ihanete uğradıklarını hisseden İttihatçılar, İmparatorluğu kurtarmak için sadece kendilerine güvenebileceklerine inandıklarından Türkler tarafından domine edilen otokratik bir devlet yönetimi fikrine daha da sarıldılar.

İttihatçı hareket İmparatorluğun bütünlüğünü koruma yolunda giriştiği bu mücadeleden yalnız olduğu düşüncesi sebebiyle ciddi bir psikolojik yük altında girmiş gibi görünüyordu. Örneğin ex parte (tek taraflı) kapitülasyonların kaldırılması konusunda adım atma derecesi tartışmalı olacak olsa da finansal özgürlüğe ulaşmayı denedikleri zaman en yakın müttefikleri gibi gözüken Alman İmparatorluğu bile diğer emperyal güçlerin safında durup bu durumu protesto etmişti (Akşin, 2011: 20). Ancak buradaki yalnızlıktan kasıt yukarıda bahsi geçmiş olan ülke içi bir yalnızlık doğrultusunda incelenmeli. Önde gelen İttihatçı kişiliklerin anılarında genel olarak Merkez Komite üyelerinin ciddi bir kısmının, özellikle Balkanlar ve civarında görev yapmış olanlarının, başkentteki durumun vahamet seviyesiyle karşılaştıklarında dehşete düştükleri not edilmiş. Osmanlı Devleti’nin özellikle manevi açıdan çöküşünü sindirebilmek bu idealist aktivistler için oldukça zorluydu (Rıza & Tema, 2009: 344). Bu durum İttihatçılar arasında zaten iyice kararmış durumdaki algılarının daha da fenalaşmasına yol açacak genel bir paniğe sebebiyet verecekti. İttihat ve Terakki’nin en ünlü üyelerinden olan Ahmet Rıza, anılarında içinde bulunulan durum üzerinde herhangi bir kontrole sahip olmadıklarını ve toplumun ruhsal durumu konusunda ihtiyaç duyulan anlayıştan yoksun olduklarını itiraf edecekti (Rıza, 1988: 41-43). Meclis-i Mebusan binbir güçlükle ayakta duran Osmanlı devleti üzerinde nüfuz savaşı vermekte olan çıkar gruplarının tartışmalarına ev sahipliği yapıyordu. İttihat ve Terakki’nin basındaki kolu olan Tanin gazetesi İttihatçılar ve işbirliği yapmakta olan muhalefet vekilleri arasında benzeri görülmemiş seviyelerde tartışmaları rapor ediyordu.  8 Nisan 1909 senesi bunların zirve yaptığı nokta olup, tüm oturumların kaotik bir düzenle zor bela devam ettirildiği bir hale bürünecekti (Tanin, 1909). İlerleyen günler İttihatçılar için çok daha travmatik bir hale bürünecek ve giderek milliyetçileşen yüzlerini ortaya çıkarmalarına yol açacaktı. 12 Nisan 1909 gününde daha önce bahsi geçmiş olan İkdam gazetesi Osmanlı iç politikaları hakkında Avrupa basını tarafından yapılmış olan bir analize yer veriyordu. Bu analizde İttihatçı vekillerin sadece Türklerin yararına bir gelecek planladıkları, yani giderek daha Türk milliyetçisi bir çerçeveye büründükleri yazılıyordu. Aynı analiz Osmanlı Liberal Partisi olarak da bilinen Ahrar Fıkrası’na katılımların gün geçtikçe arttığını da not ediyordu (İkdam, 1909). Her ne kadar muhalif bir gazetenin yazıları doğru bilgi kaynağı olarak işlev görmeyebilecek olsa da gerçekten de İttihatçılar giderek daha otoriter ve milliyetçi bir şekle bürünüyorlardı (Balcı, 2000: 77). Tüm bu gerginliklerin altında birikmekte olan esas gerilim ise bu yazının basılmasından sadece saatler sonrasında patlama noktasına gelecekti: Derviş Vahdeti isimli bir bağnaz din adamı tarafından başlatılan bir karşı-devrim, ki tarihe 31 Mart İsyanı olarak da geçmiştir, İstanbul’u 13 Nisan günü kasıp kavurmaya başlayacaktı.  Bunun üzerine İttihat ve Terakki üyeleri tarafından ikna edilen Osmanlı Üçüncü Ordusu başkomutanı Mahmut Şevket Paşa durumu kontrol altına almak için bir görev gücü oluşturmuştu. Geleceğin Atatürk’ü olacak olan Mustafa Kemal Paşa tarafından kurmay başkanlığı yapılan ve Dr Nazım’ın dediği gibi “otuz bin kahramanı […] bir hafta zarfında” (Çiçek, 2007: 83) İstanbul’a getiren Hareket Ordusu, şehri yedi gün boyunca kontrol eden isyanı bastıracaktı – ancak bu travma etkisi yaşatacak olan tecrübe, İttihatçıları geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirmişti. İsyanın yargılamalarını yapması için kurulan Divan-ı Harp isimli askeri mahkemelerde yaklaşık yüz kişi asılmış ve dört yüzden fazla kişi de ömür boyu hapse makhum edilmişti. Osmanlı-Arap Kardeşliği Cemiyeti de dahil olmak üzere etnik kökenlere dayanan onlarca topluluk yasaklanmış, sayısız gazete ve dergi sert bir sansüre maruz bırakılmıştı. II. Abdülhamid tahttan indirilip daha uyumlu bir seçenek olarak görülen erkek kardeşi Mehmed Reşat sultanlığa yükseltilmişti. İronik şekilde, II. Abdülhamid’i, kendisinin tahtan indirilmesiyle alakalı bir Ermeni, bir Yahudi ve iki Müslüman Arnavut’tan oluşan bir İttihatçı grubu bilgilendirecekti Söz verildiği üzere davaları uğruna kan dökmüş olan İttihatçılar artık bilenmişlerdi. Bu baskıcı müdaheler karşısında otokratik ve milliyetçi retoriğin giderek gün yüzüne çıkacağını tahmin eden Ahmet Rıza, o zamanın İçişleri Bakanı olarak görev yapan ve İttihatçılar arasındaki en önemli figürlerden olan Talat Paşa’ya endişelerini bildirmişti. O ise cevap olarak yaptıkları şeylerin sadece değişmekte olan şartlara adapte olmak olduğunu söyleyecek, Ahmet Rıza da bunun bir noktada anlaşılabilir olacağını anılarında itiraf edecekti (Rıza & Temo, 2009: 344).

Önde gelen iki Genç Türk, Cavit Bey ve Dr Bahattin Şakir, Meşrutiyet’in ilanından aylar öncesinde zamanın sadrazamı olan İngiliz yanlısı Mehmet Kamil Paşa’ya ülkede milletlerin birliği anlamına gelen İttihad-ı Anasır’ı gerçekleştirme planlarını anlatmak için bir ziyarette bulunmuşlardı (Rıza, 1988: 43).  Heyecanlı şekilde konuşan bu iki genci tersleyen Kamil Paşa, onlardan İmparatorluğun ve tebaanın şahsına münhasır yapısına dikkatlerini çevirmelerini istiyordu. Onların bir hayal dünyasında yaşadığını belirten Kamil Paşa, Genç Türkleri bu hülyadan çıkmamakla suçluyordu (Rıza, 1988: 43). Gerçekten de Genç Türkler ve onlardan doğan düşünce gruplarının Osmanlıcılık çabaları çatırdamakta olan Osmanlı Devleti’ne karşı bir sadakat bağı oluşturma konusunda oldukça başarısız olmuştu (Yetim, 2008: 79).

3. Sonuç

Yapılan analizi daha keskin tutabilme amacıyla bu çalışma İttihatçılar üzerinde çok ciddi etkileri olduğu yadsınamayacak olan Balkan Savaşları’nın öncesini konu almıştır. Doğdukları ve atalarının yaşadıkları toprakları kaybetmelerinin onlara ciddi bir darbe vurduğu ve bundan ötürü yeni anavatanları olarak Anadolu’yu kabul ettikleri yadsınamaz bir gerçektir (Lewis, 1997: 337). Bu yorumlar İmparatorluğun her türlü trajediyi en yoğun şekilde yaşadığı Birinci Dünya Savaşı için de yapılabilir. Yine de çalışma boyunca betimlenen durumların ve zaman periyodunun İttihatçıların mentalitesinin milliyetçilik doğrultusunda evriminde yolu açtığı ve bu gelişim sürecini hızlandırdığı söylenebilir. Başlarda ırkına ve dinine bakmaksızın tüm vatandaşlara özgürlük ve adalet getirmeyi hedefleyen bu hareket, İmparatorluğun geçirmekte olduğu süreçlerin acımasız gerçekliklerine maruz kaldıktan sonra doğdukları dönemin bir ürünü olmuşlardır. Geçirdikleri travmalar onları muhafazakâr bir Osmanlıcılıktan vatanperver ve milliyetçi bir düşünce yapısına büründürmeye zorlamıştır (Bozbora, 2012: 629). Bu durumun onları nasıl bir mental hale bürüdüğünü ancak tahmin edebiliriz. Bu çalışmayı sonlandırırken zamanın Savaş Bakanı ve Üç Paşalar’dan ilki olan Enver Paşa’nın yazdığı bir mektuptan bir alıntıyı paylaşmak kanımca ancak uygun kaçacaktır (Börekçi, 1999: 1):

“… Ama içeride birbirimizi boğazlayacağız yakında. Eğer planım başarılı olursa bu ihtimali uzaklaştırırız. Aksi halde ne olur bilmem. Herkes birbirine karşı dolap çeviriyor…”

Atakan Yurdakul

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Ahmad, F. & Rustow, D. A. (1976). İkinci Meşrutiyet Döneminde Meclisler: 1908-1918. Güney Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, (4-5), 245-284.

Balcı, S. (2000). II. Meşrutiyet Döneminde İkdam Gazetesi, 1908-1909. YÖK Tez Merkezi.

Bozbora, N. (2012). Albanian Perception of 1908 Revolution and Its Effects on Albanian Nationalism. IBAC, 2(1), 623-644.

Börekçi, M. Ç. (1999). Anadolu’da Tanin. Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Göçek, F. M. (2002). Decline of the Ottoman Empire and the Emergence of Greek, Armenian, Turkish and Arab Nationalisms: Social Constructions of Nationalisms in the Middle East. SUNY Press.

Hanıoğlu, M. Ş. (1995). The Young Turks in Opposition. Oxford University Press.

Jelavich, B. (2009). Balkan Tarihi-II, 20. Yüzyıl. Küre Yayınları.

Kayalı, H. (1997). Arabs and Young Turks: Ottomanism, Arabism and Islamism in the Ottoman Empire, 1908-1918. University of California Press.

Lewis, B. (1997). The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years. Touchstone Books.

Luke, H. (1936). Take Making of Modern Turkey. McMillian Press.

Meto, İ. & Rıza, A (2009). Biz İttihatçılar. Örgün Yayınevi.

Ochsenwald, W. & William, F. (2003). The Middle East: A History. McGraw-Hill Inc.

Ortaylı, İ. (2009). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Timaş.

Rıza, A. (1998). Meclis-i Mebusan ve Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey’in Anıları. Arba Tanin Gazetesi, 8 Nisan 1909.

Yeşilyurt, N. (2005). Collapse of the Empire: Ottoman Turks and Arabs in The First World War. University of Cambridge Press.

Yetim, F. (2008). II. Meşrutiyet Dönemimde Türkçülüğe Geçişte Kapsayıcı Formül: Millet-i Hakime Düşüncesi ve Etkileri. Sosyal Bilimler Dergisi, 71-84.

Zeine, N. (1958). Arab-Turkish Relations and the Emergence of Arab Nationalism. Khayat’s.

Zürcher, E. J. (2002). The Young Turks – Children of the Borderlands?. Turkology Update: Leiden Project Working Papers.

Zürcher, E. J. (2010). The Young Turk Legacy and Nation Building: From the Ottoman Empire to Atatürk’s Turkey. I. B. Tauris.

Zürhcer, E. J. (2014). Macedonians in Anatolia: The Importance of the Macedonian Roots of the Unionists for their Policies in Anatolia after 1914. Middle Eastern Studies, 50(6), 960-975.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kosova Avrupa Konseyi Üyeliğine Bir Adım Daha Yaklaştı

Avrupa Konseyi'nin Siyasi İşler ve Demokrasi Komitesi, 31 ülkenin...

Bosna Hersek Seçim Yasası Değişti

Bosna Hersek, Dayton Barış Anlaşması sonrasında kurulan karmaşık siyasi...

Dijital Araçların Göç Süreçlerindeki Rolü

Hazırlayan: Büşra KEŞLİ TOROSLU Özet Bu araştırma, dijital teknolojilerin göç ve...

Sığınmacıların Ev Sahibi Ülkelere Katkıları: Türkiye’deki Suriyeliler

Sena Özdemir Göç Çalışmaları o-Staj Programı ÖZET İnsanlık tarihi kadar eskiye dayanan...