Bir Süper Gücün Öyküsü: Türkiye ile İlişkiler ve Suriye Örneğinde Amerika

ABD’nin, iç ve dış politikasında son on yıl içerisinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde New York’ta bulunan dünya ticaret merkezinde gerçekleştirilen saldırının ardından “güvenlik” ve “terör”, ABD iç ve dış politikasının gündemini oluşturmuştur. Bu tarihe kadar “süper güç” olarak nitelendirilen ABD, bu tarihten sonra güvenlik zaafı olan ve merkezi bölgesine dahi saldırılabilen, korumasız bir ABD şeklinde nitelendirilmeye başlanmıştır.

George Bush ile 2001 yılındaki saldırıyla geliştirilen ve adına “ön alıcı müdahale” denilen bir doktrin geliştirilmiştir. Daha önceden “önleyici müdahale” şeklinde kullanılan bu kavram, bir yerde tehlike cereyan ettiğinde müdahaleyi öngörürken bu yeni doktrinle tehlike ortaya çıkmadan potansiyel sezildiği zaman müdahale edilmeyi öngörmüştür. Öte yandan, 2008 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesi ve seçim propagandalarında Barack Obama’nın savaşın değil barışın her daim ön planda olacağını ve savaşı en son çare olarak gördüğünü ifade etmesi dikkatleri çekmiştir. Şüphesiz ki son bir yıl içerisinde cereyan eden Suriye krizine, ABD’nin temkinli yaklaşması müdahaleyi son çare olarak görmesi de Obama’nın seçimlerdeki bu vaatleriyle ilgilidir. Tüm bu gelişmeler ABD’nin 2001 yılından sonra izlediği politikanın, öncekinden farklı olduğunu, gerek terör ve dolaylı olarak güvenlik konusunda, gerekse Obama’nın Demokrat Parti içerisinden seçilen bir aday olmasından dolayı ABD, son on yıl içerisinde iç ve özellikle dış politikasında değişikliğe gitmiştir. Tabi ki, sadece bu bağlamda bu yorumu yapmak sağlıklı olmayacaktır. Konjonktürel gelişmelerin de dış politikaya dolaylı bir şekilde yön vermesi, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Arap Baharı olarak nitelendirilen ve son bir yıldır dünya siyasetini ve Orta Doğu bölgesini derinden etkileyen bu süreci konjonktürel gelişmelerin etkisi olarak bir örnek gösterebiliriz. Şüphesiz ki Suriye ve öncesinde diğer Orta Doğu ülkelerinde meydana gelen gelişmeler uluslararası diğer aktörleri etkilediği kadar ABD dış politikasını da etkilemiştir.

ABD Tarihine Kısa Bir Yolculuk

Amerika kıtası 15. yüzyılda keşfedilmiş ve bu tarihten itibaren de Avrupalıların sömürgecilik ve göç hareketlerine sahne olunmuştur. O dönemin güçlü sömürge devletleri olan İspanya, Portekiz, Fransa ve İngiltere keşfedilen bu bölgeye yerleşmişlerdi. Özellikle İngiltere 1763 Paris Anlaşmasıyla Kanada’yı Fransa’dan almış ve buraya yerleşmişti. Bu tarihten itibaren burada yaşayan Fransız asıllılar ile İngilizler arasında huzursuzluklar baş göstermiş ve İngiltere bu bölgede Federal Kanada Dominyonunu kurmuştur. Bu Dominyonun kuruluşuyla ülke iç gerginlikten kurtulmuştur.[1] Kuzey Amerika’daki gelişmelerin şüphesiz ki en önemlisi Amerika Birleşik Devletlerinin kurulması ve dünya güçler dengesinde rol alması olmuştur.

Kuzey Amerika’nın Atlantik bölgeleri özellikle 17. yüzyılın başlarından itibaren İngiliz göçmenlerinin giderek yoğunlaştığı bir bölge haline gelmişti. Çeşitli nedenlerle ülkelerini terk ederek burada koloniler kurmuşlardır ve bu kolonilerin sayısı 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde on üçü bulmuştur. Bu koloniler politik yönden İngiltere’ye bağlı fakat coğrafi yönden bağımsız topluluklardan meydana geliyorlardı[2] İşte ABD’yi oluşturan bu on üç koloni ile İngiltere arasında başlayan gerginlikler 3 Eylül 1783’te Paris’te yapılan bir anlaşma ile sona ermiş ve nihayet İngiltere bu on üç koloninin bağımsızlığını tanımış ve böylece ABD kurulmuştur.

ABD kuruluşundan bu yana çeşitli doktrinler geliştirmiştir. Bu, 1823’te Monroe doktrini ile başlamış ve 2001 den sonra geliştirilen Bush doktrinine kadar devam eden farklı birçok doktrini içermektedir.[3] Monroe doktrini, ABD’nin Avrupalıların sömürgesi olmaktan çıkıp kendi diplomasisine karışılmamasını ve aynı zamanda da ABD’nin de Avrupalıların diplomasisine karışmamasını öngörmektedir.

[4] Monroe doktrini ile ABD izolasyonizm politikasını da açıklamış bulunmaktaydı[5] Bundan sonra ABD şüphesiz ki1. Dünya Savaşın ‘da önemli rol oynamış ve savaşa girmesiyle savaşın nihai sonucunu belirlemiştir. Savaşan devletlerin politikalarından farklı bir yol izleyen Başkan W.Wilson, ‘14 İlke’ adı altında yayınladığı ilkeler ile savaş sonrası düzenin oluşmasında önemli rol oynamış ve tarihe adını yazdırmıştır. 1. Dünya Savaşında takındığı tutum ile kendini gösteren ABD, 2. Dünya Savaşında da dünya tarihi açısından önemli gelişmelere imza atmış ve Japonya’ya iki atom bombası atarak hem SSCB’ye hem de diğer aktörlere gücünü göstermiştir. İnsan Hakları açısından atom bombasının kullanılması ayrı bir tartışma konusu olup, ABD bu tarihten sonra literatüre Soğuk Savaş olarak giren ve 1945-1990 yılları arasında şekillenen ve SSCB ile ABD arasında silahlanma, silahsızlanma ve silahların sınırlandırılmasına ilişkin anlaşmaları ile birlikte rekabeti izleyen, bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemde diğer ülkeler açısından politika geliştirmek ya SSCB’nin yanında yer almakla ya da ABD’nin yanında yer almakla mümkündü yani dünya iki kutuplu bir sisteme bürünmüştü.

ABD, 1990’da SSCB’nin dağılmasının ardından soğuk savaşın galibi olarak dünya sahnesinde rol almıştır fakat ABD’nin bu süper güç konumu çok uzun sürmemiştir. 2001’de gerçekleşen saldırının ardından bu konumu sarsılmış ve dünya siyasal sistemi tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru bir seyir izlemiştir. Kimin ne zaman ve nereden saldıracağı belli olmayan karmaşık bir dünya düzeni hâkim olmuştur. Ardından gerçekleşen Afganistan ve Kuzey Irak müdahaleleri, tüm dünyaya göstermiştir ki ABD dilediğinde BM’den yoruma açık bir karar çıkartabilir ve bu kararı hiçbir devleti dikkate almadan yerine getirebilir. ABD’nin çıkarları uğruna bu derecede sert bir tutum içerisinde olması, şüphesiz ki ABD’nin uluslararası arenadaki konumunu da sarsmıştır. Her ne kadar soğuk savaş sona erse de ABD karşısında son on yıl içerisinde kendini toparlayan bir Rusya Federasyonu kendini kanıtlamaya ve hatta dolaylı yollardan gücünü göstermeye çalışmaktadır. Bu durumun en güzel örneği günümüzde Suriye krizinde yaşanmaktadır. Netice itibariyle ABD, keşfinden kuruluşuna, dünya savaşlarından günümüze geçen süre zarfında, dünya siyasi dengelerinde önemli roller oynamış ve bu konumunu da halen devam ettirmektedir. Tarihi, galipler yazar veya yazdırırlar ve şüphesiz ki günümüzde okuduğumuz, tarihte ABD’nin payı oldukça büyüktür.[6]

Türkiye İçin Olmazsa Olmaz Bir Müttefik: ABD

Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye’nin geleceğinde en belirleyici dış politika olarak kendini göstermektedir. İlişkiler 1950’li yıllarda müttefik olarak yoğun bir şekilde başlamış ve bugüne kadar uzanmıştır. ABD, Türkiye’nin sadece askeri müttefiki olarak savunmasını değil, ülkenin kültürel, siyasal ve sosyal meselelerini ilgilendiren etkili bir konuma sahip olmuştur. Türk-Amerikan ilişkilerinin 1950’li yıllarda, müttefik olarak yoğun bir şekilde başlamasında şüphesiz ki soğuk savaş nedeniyle ABD’nin SSCB’ye karşı izlediği politikanın etkisi söz konusudur. Çünkü Türkiye, coğrafi olarak SSCB’ye yakın ve stratejik bir konumdadır ve ABD için o dönemde vazgeçilmez bir aktör konumundadır. 1956 yılında ki Bağdat Paktından 1962’deki Küba füzeler krizine kadar Türk-Amerikan ilişkileri, hep bu zeminde gelişmiş ve Türkiye açısından önemli bir getiriye neden olmamakla beraber mevcut durumunda da ciddi bir değişiklik meydana getirmemiştir.[7]

Soğuk Savaş’ın bittiği yıllarda Türkiye’de bir takım çevreler ve özellikle yöneticiler ABD’nin eskisi kadar Türkiye’yi önemsemeyeceğini artık Türkiye’nin stratejik öneminin kalmadığını düşünerek, kaygı içinde olsalar da konjonktürel gelişmeler göstermiştir ki Türkiye sadece SSCB’ye yakın bir müttefik değil, aynı zamanda Orta Doğu bölgesine ve özellikle Körfez Savaşı ve sonrasında ABD için stratejik önemini koruyan bir ülkedir. Bu durum Afganistan ve Kuzey Irak müdahaleleriyle de açıkça ortaya çıkmıştır fakat Türkiye artık 2000’li yıllarda 1950’lerde ki Türkiye gibi değildir. Nitekim Türkiye, 2003 Kuzey Irak müdahalesinde İncirlik Üssünü ABD’nin kullanmasına izin vermeyerek bunu açıkça göstermiştir ve günümüzde yaşanan Suriye krizinde de bölgesel anlamda çabalar sarf etmekte ve bölgesel lider rolü oynamaktadır. Tabi ki ABD, Türkiye için çok önemli bir müttefiktir fakat bölgede Türkiye sadece ABD açısından değil, uluslararası arenada kendini gösteren diğer bazı aktörler için de önemli bir konuma sahiptir.

Netice itibariyle Türk-Amerikan ilişkileri, günümüzde her iki aktör açısından da vazgeçilmez olarak görülen ve bölgesel anlamda özelikle Orta Doğu bölgesi için ABD’nin dikkate almadan hareket edemeyeceği bir zeminde gelişme göstermektedir. Türkiye, 1950’li yıllarda zor koşullar altında bile iyi bir diplomasi izleyerek durumunu zora sokmamıştır. Özellikle Türkiye, 2000’li yıllarda Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlarda ve hatta Kuzey Afrika’da izlediği politikalarda ne kadar önemli bir aktör olduğunu, bölgesi ve bölgesinden öte izlediği politikalarla kendini uluslararası arenada göstermektedir.

Günümüzde ABD, Türkiye açısından Avrupa Birliği ve diğer aktörlerden daha fazla öneme sahiptir. İyi olan ilişkilerin daha da iyileştirilmesi gereken bir müttefiktir ve öyle de kalmalıdır. Konjönktürün bundan sonra ne göstereceği bilinmemekle birlikte 1956’larda Bağdat Paktı ile istediğine ulaşamayan Türkiye, günümüzde ABD’nin müttefikliği ile birlikte, Orta Doğu komutanlığını üstlenebilir ve hatta Türkiye’nin izleyeceği küresel politikalarda bugün boşluk içerisinde olan Orta Doğu bölgesi için bir sıçrama tahtası olabilir. Elbet bu sıçramada ABD’nin payı tüm diğer devletlerden çok ve mutlak olacaktır.

ABD’nin Küresel Politikaları ve Bugünkü Durum

11 Eylül 2001’de yaşadığı saldırının ardından George Bush yaptığı açıklamada “Artık ya Amerikan’ın yanında yer alanlar ya da karşısında yer alanlar var” şeklinde konuşurken aslında Amerika’nın dış politikasında nasıl bir tutum sergileyeceğini açıkça ortaya koymuş ve hiçbir şekilde, özellikle de güvenlik konusunda taviz verilmeyeceğini dile getirmiştir.

ABD, 2001 sonrası geliştirdiği politikalarda, eskisinden daha geniş kapsamlı hareket etmiş olmakla birlikte, Orta Asya, Doğu Asya gibi bölgelerde dâhil olmak üzere kendine tehdit oluşturan bölgelere yakın bir konuşlanma gerçekleştirmiştir. SSCB ile ABD arasında 45 yıl boyunca gerginlik yaşanmış, 2001 den sonra ise terör için bir anlamda bir araya gelinmiştir. Buraya kadar genellikle ABD-SSCB ve ABD-Rusya Federasyonu zemininden konuya yaklaştık fakat ABD’nin izlediği politikalarda artık Rusya faktörünün yanında Çin faktörü de önem teşkil etmektedir.

ABD’nin bugün izlediği küresel politikaları Suriye örneği üzerinden anlatacak olursak, durumu daha anlaşılır bir şekilde ortaya koyacağımızın kanaati içerisindeyim. Suriye’de yaklaşık bir yıl önce, Arap Baharı dalgasının yayılmasıyla ortaya çıkan ve ülkeyi adeta bir iç savaşa sürükleyen olaylar cereyan etmeye başlamıştır fakat çok geçmeden bir tarafta Rusya ve Çin, diğer tarafta ise Batılı ülkelerin ve ABD’nin söylemleri adeta birbiriyle yarışır bir şekilde dünya basınında yer almıştır. Suriye’de meydana gelen bu olayların ardından ve Beşar Esad’ın iktidardan ayrılmama konusundaki düşünceleri üzerine, Batı’nın ve ABD’nin Suriye’ye olası müdahalesi karşısında, Rusya ve Çin’in birlikte bu bölgeye hareket ederek, Amerika’ya, engel olabilme fikri ve tıpkı Soğuk Savaş yıllarında ki gibi Rusya’nın ABD karşısında ve dünya kamuoyu gözünde süper güç olduğunu gösterme ve kanıtlama ihtiyacı bununla birlikte Çin’in de Rusya Federasyonu ile birlikte hareket ettiğini göstermek istemesi dünya kamuoyunun ve bazı akademisyenlerin üzerinde uzlaştığı noktalardır.

ABD, bugün izlediği tüm politikalarda 2003 ve öncekinden farklı bir tutum izlemektedir. Bunda Barack Obama’nın seçim vaatlerinin etkili olduğunu daha önce vurgulamıştık. Özellikle İsrail, yaklaşan ABD seçimlerinde etkili olabilmek ve muhtemelen de Obama’nın tekrar başkan seçilmesini istemedikleri yönünde geliştirdikleri düşünceleri kapsamında, Suriye ve İran konusunda öncelikle, ABD’ye karşı ya da ABD’den farklı tutum sergilediklerini açıkça gözler önüne sermiştir. Örneğin; İsrail, olası bir İran müdahalesi için ABD’nin İran’ dan coğrafi olarak daha uzakta olduğunu, kendilerinin İran’ a daha yakın olduklarını belirterek ve gerektiğinde ABD’den önce onlardan da farklı hareket ederek müdahale edilebileceğini açıklamıştır.[8]

Uluslararası alanda olaylar artık çok hızlı cereyan etmekte ve klasik politikalar terk edilerek 2003’teki Kuzey Irak müdahalesi gibi operasyonlar bile artık sert tutum olarak görülmekte ve daha barışçıl ortam ve zeminlerde politikalar geliştirmek özellikle demokratik ülkeler ve ABD gibi küresel politika izleyen devletler tarafından tercih edilmektedir.

Sonuç

Netice itibariyle, ABD dünya siyasetinde ve güçler dengesinde, dün olduğu gibi bugünde önemli bir güçtür. ABD, sadece kendi çıkarları için değil, küreselleşen dünyanın her bölgesinde meydana gelen gelişmelere kayıtsız kalmamakta uluslararası toplumu karşısına alması 2001 ve 2003 yıllarındaki gibi kolay olamamaktadır. Dünya artık eski dünya değildir ve ABD’de dünyada ki değişime uyum sağlayarak politikalarını değiştirmekte ve daha barışçıl bir ortamı hedeflemektedir fakat bilinmesi gereken bir gerçekte şudur ki; ABD bugünkü konjonktürde çok ön plana çıkamamaktadır. Bunun sebebi olarak ise Orta Doğu’nun içinde bulunduğu karışıklıktır. ABD, bir yandan İran üzerinde baskı kurmaya çalışırken öte yandan Suriye konusunda çok emin, sağlam ve istekli adımlar atmamaktadır. Hatta ABD Genelkurmay Başkanının, yaptığı bir açıklamaya göre, ABD’nin Suriye’ye müdahale etmemelerinin sebebi hava saldırısının zor olduğu, Libya’dan Suriye’nin çok farklı olduğu ve elinde bulundurdukları biyolojik ve kimyasal silahların çok daha kapsamlı olduğudur… Öte yandan da İran üzerinde baskı kurmaya, hatta ticari ilişkilere devam eden ülkelere yaptırım uygulayacak olan bir ABD’den bahsediyoruz.[9] Bu da bize gösteriyor ki dünya kamuoyu ilgisini, bugün Orta Doğu’ya çevirmiş ve orada yaşanılan ve atılan her iyi ya da kötü adım olarak izlenen her politika devletlerin, belki de gelecekteki prestijini önemli ölçüde belirleyecek ve ABD gibi küresel bir gücün de burada izlediği politikalar bu açıdan değerlendirildiğinde önem arz edecektir… Tarihi, galip devletler yazar veya yazdırır demiştik. Bugün de görülüyor ki, ileride yazılacak olan bir muhtemel Orta doğu tarihinde yine başı 1. Dünya Savaşı’ndaki kadar olmasa da ABD ve onun politikalarına uyum sağlayan devletler çekecek ve yine bu minvalden bir tarih okuyacağız.

Ahmet ATAŞ

Kırıkkale Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü


[1] Welss, H. G. (1959). Kısa Dünya Tarihi. (Çev:Z.İhsal). Varlık Yayınevi.

[2] Uçarol, R. (2008). Siyasi Tarih (1789-2001). Der Yayınları.

[3] Doktrinler genellikle ABD Başkanlarının konuşmalarıyla oluşmuş ve Başkanların önemli bir olay ya da konu hakkındaki düşünceleri daha sonra doktrin haline getirilmiştir ve ABD dış politikasında belirleyici olmuştur.

[4] Oran, B. (2002). Türk Dış Politikası – Cilt:1 1919-1980. İletişim Yayınları.

[5] Yalnızcılık Politikası bazı kaynaklarda İzolasyonizm ve infirad politikası olarak da geçmektedir.

[6] Örneğin; 2. Dünya Savaşı’nı Japonya kazanmış olsaydı veya Hitler, Rusya engeline takılmasaydı muhtemelen okuyacağımız tarih bugünün tarihinden çok farklı olacaktı.

[7] Ayrıntılı bilgi için bknz: Uslu, N. (2000). Türk-Amerikan İlişkileri. 21. Yüzyıl Yayınları.

[9] Burada ABD’nin Suriye’ye müdahale etmemesi ve aynı zamanda da İran’a yönelik yaptığı sert açıklamalar çelişmekte ve ABD’nin İran konusunda da ciddi değil bir blöf içerisinde olduğunu görebilmekteyiz.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...