Bölgesel Kalkınma-Kamu Vicdanı Eksenlerinde ‘Kürt Sorunu ve Terör’

1. Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Türk-Kürt Çatışması veya Sorunu var mıdır? Bu anlamda Hükümetin Müebbet Hapis mahkûmu Öcalan ile müzakereye gitmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Vusal Bey bu soruların cevabını vermek için öncelikle özü ‘Kürt Sorunu’ diye bilinen ve çeşitli isimlerle anılan konunun temeline inmek gerekir. Kürt meselesi; Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli vatandaşların siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel haklarıyla ilgili Cumhuriyet tarihiyle yaşıt bir meseledir. Türkiye’deki Kürt meselesinde halklar arası ırksal çatışmadan söz etmek mümkün değildir. Silahlı çatışma PKK ve Türkiye Cumhuriyeti devleti arasındadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürt kökenli sivilleri de hedef alan teröre karşı vatandaşlarının güvenliğini sağlamak için de mücadele etmektedir. Birbiriyle akraba olmuş, yüzyıllardır aynı topraklarda aynı kaderi paylaşmış iki topluluktan bahsediyoruz. Yani iki ırk arasında yüzyıllarca süregelmiş siyasi ve sosyo-kültürel bir birliktelik ve beraberlik vardır. Yakın zamana kadar Kürt kökenli vatandaşların kimliğine karşı yürütülmüş inkâr politikasının toplumlar arası uyuşmazlıktan veya çatışmadan ileri geldiğini ileri sürmek de mümkün değildir. Türkiye’deki Kürt kimliğinin reddi politikası siyasete egemen üst zümre tarafından tercih edilmiş ve uygulanmıştır. Bunun da etkisiyle PKK terör örgütü; Kürt meselesiyle bağlantılı etnik ayrılıkçılığa dayalı gelişen bir terör sorunu haline gelmiş, meşru örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin dışına çıkmış, silah ve kanın bu topraklarda yeşillenmesinin zeminini oluşturmuştur. Binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hayatını kaybetmiştir ve hatta kaybetmeye devam etmektedir. Bununla birlikte örgütün kuruluş amacında ve kadrolarında süreç içerisinde değişiklikler gözlenmiştir. Örgüt kadrolarında ideolojik perspektiften kopuşu ve çağın koşullarına uygun akımları yeğleyenlerin sayısı gün geçtikçe artmıştır. Bu da örgütün dağ kadrosu, Avrupa ve Türkiye ayaklarını farklı konularda farklı düşünmeye sevk etmiştir. Burada önemli soru; örgütün militarist zemindeki sürdürülebilirliği nihai hedefleri doğrultusunda nereye kadar devam edecektir? Sempatizanların ‘militarist sürdürülebilirlik’ yolunda örgüte destekleri sonsuz kredide midir? Aslında bu soruların yanıtları örgüt içinde de gayet bilinmektedir.

Bunlara ek olarak özellikle son on yıldır Türkiye’deki neoliberal ekonomi politikalarının bölgesel yönetiminin ve dağılımının adaletsiz olduğunu söylemek de güçtür. Kürt nüfusunun ağırlıklı ikamet ettiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yönelik ‘bölgesel kalkınmada pozitif ayrımcılık’ ilkesi ile teşvik sistemi yürürlüktedir. Konunun önemli temel taşlarından bir diğeri ise siyasal katılım ve temsildir. Türkiye’de her ne kadar anti-demokratik (%10) baraj sistemi uygulanıyor olsa da bölge halkı siyasal tercihini parlamentoya yansıtabilmektedir. (Elbette bu sistem değişmelidir.) İlaveten Kürt siyasetinin son on yılda katettiği mesafe de azımsanmayacak düzeydedir. Siyasal zeminde uzlaşı çağrıları son yılların dönem dönem manşet konularındandır. Bu siyasal büyüme ve kültür halkı ‘militarizm’ seçeneğinden her geçen gün uzaklaştırmakta ve uzlaşı zeminini siyaset tabanına yaymaktadır.

Yukarıda çizdiğim çerçeveler ışığında, son yıllarda ideolojik perspektiften kopuşu ve siyasal zeminde yaşanan tecrübeleri; Abdullah Öcalan’ın göz önünde bulundurmaması beklenemezdi. Bu Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için de geçerliydi. Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi bölge milletvekillerinin öncülüğünde 2010 yılı Ocak ayında ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ başlıklı görselleriyle birlikte 134 sayfalık bir rapor yayınladı. Raporun içinden alınan bir paragrafta şöyle denilmektedir:  ‘’Proje başta terör meselesi olmak üzere tüm etnik grupların, mezhep guruplarının, azınlık gruplarının meselelerini ve ekonomik sorunları ele almayı, bu sorun alanlarında iyileştirmeler yapmayı ve sorunları en aza indirmeyi gaye ediniyor.’’ Tek başına bu açıklama bile Öcalan ile yürütülecek müzakere sürecinin çok da uzak olmayacağını, Kürt siyasetinin bu anlamada bir beklenti içine girebileceğini kamuoyu öngörebilmiştir. Hükümet uygun gündem ve şartları dikkate almış;  ‘yeni anayasa, anadilde savunma ve yargı paketi’ süreçlerinin kolaylaştırıcılığı çerçevesinde Abdullah Öcalan ile müzakereleri kamuoyuna açıklamıştır.

2. Ankara’nın (ya da Adalet ve Kalkınma Partisi İktidarının) – İmralı görüşmeleri Türk kamuoyunda nasıl karşılanmakta? Halk bu adımı takdir ediyor mu?

Süreç halkın nezdinde kıldan köprü gibi, çok tehlikeli ve esnek bir noktadadır. Elbette halkın büyük çoğunluğu sürece temkinli yaklaşmaktadır. Son otuz yılda terörün maddi ve manevi bilançosu incelenecek olursa; kırk binin üzerinde vatandaş hayatını kaybetmiş,  binlercesi çeşitli organlarını yitirmiş, psikojik rahatsızlıklar geçirmişlerdir. Terörle mücadelenin maddi boyutu ise başlı başına bir külfiyettir.  Son otuz yılda üç yüz milyar doların üzerinde bir maddi kaynağın terörle mücadeleye ayrıldığı bilinmektedir. Bu çok ciddi bir meblağdır, keza birçok devletin hazine rezervlerini katlamaktadır. Vatandaşlar tüm bu maddi ve manevi kayıpların farkındadır, normal şartlarda ehli kâmil hiçbir ülke vatandaşı savaşı meşru görmez, savaştan veya çatışmadan medet ummaz. Ancak bu millet otuz yıldır ülke toprakları içerisinde terörü iliklerine kadar yaşamıştır. Şehit sayıları artmış, bunun yanında binlerce sivil, kamu görevlileri kaçırılmış,  binlerce vatandaş terör sebebiyle ikametgâhlarını terk etmek zorunda kalmışlardır.  Son yıllardaki bu olumsuz gelişmelerin artarak devam etmesi toplum üzerinde psikolojik nefret unsuru yaratmıştır. Toplum her ne kadar bu militarizmin biran önce bitmesini, terörün sona ermesini arzu etse de; devletin terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesine kuşkulu yaklaşmaktadır. Bunun temel sebeplerinden biri, Adalet ve Kalkınma Partisi İktidarları döneminde ‘demokratik açılım’ adı altında izlenen politikaların arzu edilen seviyede başarıyı yakalayamamış olmasıdır. Bunda terörle mücadele konusunda siyaset mekanizmasının konuya farklı yaklaşımı ve bununla ilintili ‘Terörle Mücadele Ortak Politika Belgesinin’ oluşturulamamasının da payı yüksektir. Diğer bir sebebi ise Abdullah Öcalan’ın toplumun önemli kesiminin zihninde ‘Bebek Katili’; otuz binin üzerinde vatandaşın ölüm sebebi; katil zanlısı olarak yer almasıdır. Bu toplumsal algı ışığında halktan ‘Açılım Sürecine’; özellikle de terör örgütü lideri ile yapılan müzakerelere sınırsız destek beklemek siyasi öngörü hatası olur. Ancak bu algı ‘şeffaflık’ ilkesi ışığında yumuşatılabilir, atılacak köklü adımlara zemin oluşturabilir. Burada hükümet makamına veya devletin ilgili kurumlarına düşen görev; sürdürülen müzakerelerin nihai hedefi, bu hedef doğrultusunda atılacak adımlar, bu adımların izlenmesinde öngörülen süreç gibi bilgileri samimiyetle açıklamak ve kamu vicdanını rahatlatmaktır. Maalesef süreçle ilgili henüz böyle bir izlenceden söz etmek mümkün değildir. Hatta daha ilginç bir noktadan örnek verecek olursak; Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Ahmet Türk bir medya kuruluşuna verdiği mülakatta ‘Hükümet açılım süreci ile ilgili nihai hedefini ve beklentisini bizlerle paylaşmalıdır’ ifadesine yer vermektedir.  Müzakere sürecinin taraflarından birinin böylesi bir açıklamada bulunması, sürecin halk tabanında sürdürülebilirliğinin sorgulanmasına sebebiyet vermektedir.  Yukarıda da bahsettiğim üzere ‘şeffaflık’ ilkesi dâhilinde sürdürülebilir müzakere sürecinin gelecekte toplumsal faydayı maksimuma çıkaracağı kanaatindeyim.

3. Bir ara İmralı’ya BDP’den kimlerin gideceğine dair tereddütler vardı, kimler gitti ve gidenlerin PKK’ya sempatisinin olmadığına emin misiniz?

Sizlerinde takip ettiği üzere İmralı’ya gidecek heyetin belirlenmesi süreci gündemdeki yerini birkaç hafta korumuş, konuyla ilgili gerek hükümet gerekse de muhalefet kanadından açıklamalar yapılmış, gözler uzun süre adalet bakanlığının tutumuna çevrilmişti. Burada Barış ve Demokrasi Partisi’ne (BDP) mensup milletvekili heyetini ve seçilme sürecini birkaç temel noktada incelemek gerekecektir. Eylem ve söylemleri itibariyle toplumda uzlaşmacı kişiliği ön plana çıkmış isimlerin seçilmesi, sürecin halk tabanında sindirilebilmesi ve bir ölçüde destek bulması anlamında önemli bir noktaydı. Bu bağlamda İmralı’ya giden BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’la bir Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yetkilisinin de yer aldığı görüşmede ilgili hassasiyetin göz önünde bulundurulduğu gözlemlenmektedir.

Taraflar her ne kadar ‘barış ve refah’ söylemiyle uzlaşı görüntüsü verseler de sürece yaklaşımları temel birkaç noktada ayrılmaktadır. Müzakere sürecinde önemli bir role sahip BDP grubunun adaya gönderdiği temsilciler toplum tarafından makul karşılanabilecek isimlerden seçilmesi yanında; kendi partilerinin de siyasi varlık sebepleri arasında yer alan böylesi temel bir konuda bireysellikten ziyade grup kararlarının baskın olacağını tahmin etmemek mümkün değildir. Daha açık bir ifadeyle sürecin iki yakasında oturan siyasilerin toplumsal tabanındaki bakış açılarını Abdullah Öcalan temelinde inceleyecek olursak, zihinlerde süreç daha doğru bir noktaya oturur.  Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük çoğunluğunun zihninde zalim bir terör örgütü lideri olarak görülen Abdullah Öcalan; BDP  ve desteğini aldığı seçmen kitlesi tarafından terörist başı değil halk mücadelesi kahramanı olarak görülmektedir. Bir taraf önder-lider profili ile yaklaşırken diğer taraf terörist-lider profili ile olaylara, olgulara yaklaşmaktadır. Bu temel farklılık içerisinde BDP tarafından İmralı görüşmeleri için kimlerin seçileceği tartışması parti içerisinde ideolojik ve toplumsal taban noktasında çok da önem arz etmemektedir. İmralı’ya gönderilen heyetteki isimler, masanın diğer tarafında oturan, toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurması gereken, nihayetinde ciddi riskleri barındıran sürecin koordinatörü ‘iktidar partisi’ için hesap verilebilirlik noktasında önemlidir.

4. Acaba Öcalan şiddeti durdurabilecek mi? Yani PKK Öcalan’ın dediklerini kabul ederek silahı bırakacak mı?

Daha önceki açılım süreçlerinde sadece kan akıtmayı tercih eden PKK, son birkaç yıl boyunca binlerce insanın ölmesine yol açmaktan başka bir görev ifa etmemiş oldu. Abdullah Öcalan ise İmralı’dan süreç içerisinde kendini konumlandırabileceği stratejik noktayı ve zamanlamayı öngöremedi. Sürecin aktörü olmadan süreci bir nevi beklemeye aldı ve izledi. Ancak bu yeni açılım süreci diğerlerine göre toplumun zihninde hem tepki hem de destek anlamında farklı bir noktaya oturdu. Kürt siyasetinin önemli temsilcileri  ‘Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin, bir Kürt liderle böyle kapsamlı bir görüşme gerçekleştirdiğine dikkat çekerek olaya umutlu yaklaştılar. Hatta BDP parti meclisi: ” Böylesine önemli bir dönemeci yaşıyor olmamız, hiç kuşkusuz ki başta halkımız olmak üzere Kürt halkının özgürlüğü için mücadele eden herkesin ve yıllardır tek kişilik hücresinde olağanüstü bir direniş sergileyen Sayın Öcalan’ın sayesindedir. 14 yıldır Sayın Öcalan’ın sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü için bütün alanlarda hep birlikte yürüttüğümüz mücadele ve son olarak tüm politik tutsaklarımızın açlık grevi direnişi İmralı tecridini yıkmakla kalmamış, Sayın Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünün muhatabı olmasını sağlamıştır. Bu süreç kendi ellerimizle yarattığımız bir kazanımdır.”  açıklamasında bulunarak zihinlerdeki Terörist- Lider kavramını Barışçı- Lider – Halk Önderi kavramına çevirme yolunda Abdullah Öcalan üzerinden toplumsal algı değişimi noktasında mesajlar vermeye çalışmaktadır. Siyaset mekanizması olarak BDP’nin Abdullah Öcalan’ı konumlandırdığı yer bir anlamda öngörülebilir lakin PKK terör örgütünün önümüzdeki yıllarda ne yapacağı kararını, Abdullah Öcalan’ın tek başına alması söz konusu değildir. PKK kendisine bir teklif gelmese dahi yarın, elinde silahlarıyla nasıl bir gelecek kuracağı sorusuna en basit düzeyde bile cevap veremezken; bugün Abdullah Öcalan’dan gelecek bir teklifi müzakere masasına mahkûm ederse çıkış yolu bulmakta zorlanacaktır. Çünkü PKK’ya bugün yapılan teklifi, önümüzdeki bir kaç yıl içinde şekillenen yeni Mezopotamya jeopolitiği ve ekosistemi, teklifsiz bir şekilde, tasfiye formunda dayatacaktır.

5. Dış dünya ülkelerinden PKK’yı destekleyenler olduğu bilinmekte, sizce onlar terörün bitmesine imkân verecekler mi?

Vusal bey öngördüğünüz üzere PKK gerek bölge ülkelerinden gerekse de uluslararası arenanın önemli ülkelerinden gizli veya açıktan destek görmektedir. Örgütün Türkiye ve Kandil’den ziyade özellikle finans merkezi olarak kullandığı Avrupa ayağı mevcuttur. Ortadoğu’daki güç dengelerini biraz inceleyecek olursak, terörün bölgede etkili bir araç olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Atilla hocanın da söylediği üzere; zaten Kürt meselesi, PKK terör örgütünün ortaya çıkışı ve varlığını sürdürmesinde temel sebep olsa da yegâne faktör değildir. Terör örgütünün ortaya çıkış sürecinde küresel ve bölgesel dinamiklerin etkisi oldukça belirgindir. Soğuk Savaş dönemindeki ideolojik akımların tesiri, örgütün kuruluş felsefesini ve tercihlerini doğrudan etkilemiştir. PKK, Marksist-Leninist çizgide radikal sol eğilimli bir terör örgütü olarak ortaya çıkmış, ilk etapta Doğu bloğu ülkelerinden önemli destek almıştır. Örgütün varlığını sürdürebilmesi de büyük ölçüde bu ayrılıkçı eğilimi Türkiye aleyhine kullanmaya çalışan aktörlerin iradesiyle mümkün olmuştur. Güneydoğu’da terörün belirli ölçüde sosyal destek bulmasında yerel şartlar kadar dış aktörlerin ideolojik olgunlaştırma ve tahrik stratejileri rol oynamıştır. Dolayısıyla terör örgütünü var eden uluslararası dinamiklerin işlevi göz ardı edilemez. Abdullah Öcalan’ın mahkeme dosyasındaki veriler örgüte uluslararası ölçekte sağlanan himaye ve somut desteği ortaya koymaktadır. Bu nedenlerden ötürü, Türkiye’deki PKK kaynaklı terörizmin etnik çatışmadan ziyade etnik ayrılıkçılığa dayalı bir terör sorunu olduğu vurgulanmalıdır. Bu anlamda ülkeler her ne kadar ‘Barış İçerisinde Bir Ortadoğu’ söyleminde bulunsalar da daha güçlü Türkiye profili karşısında PKK’nın çözülmesi sürecini desteklemeyeceklerdir.

6. Türkiye’de ve ayni zamanda Azerbaycan’da da insanlar arasında Öcalan’ın devleti üniter yapıdan federasyona götüreceğine dair bir endişe vardır. Ankara-İmralı süreci sonunda Türkiye’nin üniter düzeni bozulabilir mi? Irak Kürdistan Bölgesi’nin Türkiye ile birleştirilmesi meselesi de İmralı -Ankara sürecinde sizce ele alınabilir mi?

Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının bozulması gibi iyi niyetli endişeler gayet tabii olabilir, ancak bunun açılım müzakerelerinin sonunda gerçekleşeceğine yönelik bir beklenti kanaatimce yanlıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ‘demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti’ ibaresi yer almaktadır. Burada ‘demokratik ve sosyal’ kelimelerine özellikle vurgu yapmak gerekecektir. Vatandaş ‘demokratik hukuk devletinin kurucu üyesidir. Bu kurucu üyenin hak ve hürriyetleri hiçbir gerekçe ve yorumla kişiliğinden ayrılamaz. Kişilik haklarına demokratik hukuk devletinin kabul etmediği yöntemlerle dokunulur veya sınırlamalar getirilirse, bu tasarruf vatandaşlık haklarının ihlali anlamına gelir. Ülkedeki ‘kişilik hakları’ ve bu hakların kullanacağı ‘özgürlük alanları’, çağdaş dünyanın ulaştığı düzeyde, evrensel temel hak ve özgürlük ölçütlerinde ele alınmalıdır. Bu bağlamda resmi dil, bayrak, milli marş ve vatan toprağı dışındaki bütün değerlerin, milletin kültürel zenginliği olduğu ve özgür bırakılmasının gerekliliği kabul edilmelidir. Bunlara ek sosyal ve iktisadi projeler bölgelerin ihtiyaçları kapsamında öncelik sıralamalarına tabi tutulup ele alınmalı ve hayata geçirilmelidir.

Burada özeleştiri yapmak gerekmektedir. Ülkede ekonomik, sosyal veya siyasal alanda önemli ölçüde mesafe alınması yanında maalesef yukarıda demokrasi ve sosyal devlet temelinde ele aldığım ‘hak ve özgürlükler’ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde arzu edilen noktada değildir. Avrupa Birliği İlerleme Raporu’ndan Uluslararası Basın Örgütü’ne değin bir dizi uluslararası kurum ve kuruluşun konuyla ilgili eleştirileri son dönemde giderek artmaktadır.  Ülkedeki basın özgürlüğünden tutuklamalara, ifade özgürlüğünden fırsat eşitliğine kadar birçok konuda hükümete haklı eleştiriler yöneltilmektedir. Açıkça ifade etmek gerekir ki; yıllardır suçu belirlen(e)mediği halde tutuklu onlarca kamu görevlisi, gazeteci, vatandaş mevcuttur. Tunceli’nin Hozat İlçesi’nde devlet kurumu (dolayısıyla devlet) onlarca kişinin özel bilgilerini istiflemiş yani kişileri kamu tabiriyle ‘fişlemiştir’.  Güvenlik güçlerimiz aldığı yanlış istihbaratın neticesinde onlarca vatandaşını ‘terörist’ muamelesiyle ‘Uludere’de öldürmüştür. Bu örnekleri ziyadesiyle artırmak mümkündür. Gelmeye çalıştığım nokta;  demokratikleşme temelinde alınması gereken bir dizi önlem, atılması gereken bir yığın adım vardır. İmralı görüşmelerini ancak bu temelde ele alırsak, bölgedeki ırkların ve milletin yararına olacaktır. Dolayısıyla iç meselelerini halletmiş bir Türkiye aydınlık yarınlara daha umut dolu bakabilecek, bugünkü küresel veya bölgesel büyüklük-etki alanı söylemlerinden ziyade, işte o zaman gerçek anlamda attığı adımlar bölgesel etki yaratacaktır. Bu anlamda üniter devlet tartışmalarının ya da Irak’daki bölgesel Kürt yönetimi ile birleşme senaryolarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda üst seviyelere gelmiş bir Türkiye ortamında yersiz kalacağı aşikârdır. Irksal temelli devlet modeli geçmiş yüzyıllarda kalmıştır. Elbette ki dünyanın her tarafında olduğu gibi bu bölgede de etnik ayrılıkçılığı şiar edinmiş gruplar olabilir ancak normal şartlarda hangi Kürt kökenli vatandaş sadece aynı ırktan olması sebebiyle yüzyıllardır üzerinde oturduğu bu topraklardan vazgeçecek; ya da sadece kan bağı sebebiyle kişisel hak ve özgürlüklerinin savunucusu, ekonomik, sosyal ve siyasal refah ortamında vatandaşı olduğu devletini terk edecektir? Üstelik muhtemel bölünme senaryoları dâhilinde gideceği ülke anti demokratik, kişisel hak ve özgürlüklerin ikinci plana atıldığı, ekonomik ve sosyal alanda ‘üçüncü dünya ülkesi’ sayılabilecek noktadadır. Bu senaryolara itibar edilmemesi gerektiğini tüm samimiyetimle öneriyorum.

7. Son olarak yakın gelecekte Türkiye’nin Kürt sorununu çözebileceği bekleniyor mu?

Bunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının genel kanaati anlamında soruyorsanız, sorunuza genel anlamda bir cevap vermek mümkün değildir. Keza Türkiye 75 milyonluk nüfusuyla farklı etnik kökenlere, dinlere, dillere, mezheplere sahip büyük bir ülkedir. Bu bilgiler ışığında herhangi bir eylem ya da söylem karşısında aynı cevabı vermek çoğu zaman mümkün değildir.  Ancak vatandaş ülke toprağında millet olma bilinciyle hareket ettiği temel bazı noktalarda ortak bir cevaba ulaşabilir. Bunların başında ‘terör’ gelmektedir. İnanıyorum ki; Türkiye’nin herhangidir bölgesinde vatanını seven hiçbir vatandaş kan ve silahtan medet ummamaktadır.  Bu anlamda çeşitli adlar ile anılan özünde Kürt Sorunu diye bildiğimiz konuda atılması gereken adımlar mevcuttur. Kürt sorununun halli, taraflarını Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Kürt kökenli vatandaşların oluşturduğu geniş kapsamlı ve uzun dönemli bir çözüm sürecini gerektirmektedir. PKK terör örgütü ise bu çözüm süreci ile birlikte yürütülmesi gereken terörle mücadele safhasının tarafıdır.

Özgürlükler temelinde demokratik değerlerin geliştirilmesi ve yerleşmesine dönük kaydedilen ilerleme muhafaza edilmeli ve devam ettirilmelidir. Demokratikleşme alanındaki önlemler Kürt kökenli vatandaşlardaki ayrımcılık algısının giderilmesi ve aidiyet duygusunun güçlendirilmesine hizmet edebilmelidir. Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik boyutta terörü besleyen şartların izale edilmesi ve halk desteğinin kazanılması için mevcut projeler sürdürülmeli, yeni projeler geliştirilmelidir. Sosyo-kültürel alanda; eğitim, sosyal, iletişim ve medya kapsamında stratejiler, sosyo-ekonomik alanda ise tarım ve hayvancılık, ticaret, sanayi, turizm ve sağlık stratejilerine ihtiyaç olduğu gerçeği göz önüne alınmalıdır. Bölge halkının demokratik hak ve özgürlüklerini kullanabilmesi ve refah düzeyinin yükselerek istikrar kazanması PKK terör örgütünün etkisiz hale getirilmesiyle sağlanabileceği gerçeği de unutulmamalıdır. Uluslararası boyutta hedef, her türlü imkân ve vasıtanın kullanılarak PKK terör örgütünün ulus ötesi ölçekteki varlığının ve faaliyetlerinin bitirilmesi ve yurtdışı desteğinin tamamen kesilmesidir. Bu süreçte Türkiye, bilgilendirme kampanyalarından diplomatik baskıya, ekonomik yaptırımlardan askeri harekâtlara kadar tüm araçları ülkenin bekasını tehlikeye sokmayacak şekilde kullanmalıdır. Tüm bu uygulamalar neticesinde Kürt sorununun çözüme kavuşmaması için önünüzde hiçbir engel yoktur. Son açılım sürecinde hükümet toplumun her kesiminin görüşlerini dikkate almalı, yapılan yanlış uygulamaları öz eleştiri ciddiyetinde kabullenmeli, hatta gerekirse bu uygulamalardan vazgeçmelidir. Süreç kişisel ve grupsal çıkarlardan uzak, toplumsal refah ve huzur ortamını yaratma anlamında ‘şeffaflık’ ilkesi temelinde millet ile birlikte dikkatle yürütülmelidir. Umarım iç barışını sağlamış; bölgesel ve küresel ölçekte lider ülke Türkiye hedefine hep birlikte ulaşırız.

Kardeş Azerbaycan Halkına Sevgi ve Selamlarımla..

Çağdaş ARSLAN

Türkiye Uluslararası İlişkiler Derneği

Başkan Yardımcısı

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Avrupa Gündemi Konferansları – II: “Bizi Bağlayan Göç” – AB-Türkiye Ortaklığını Yeniden Değerlendirmek

Kocaeli Üniversitesi’nin yürütücülüğünde düzenlenen Avrupa Gündemi Konferanslarının ikincisi 24-25...

Avusturya Seçim Sonuçları: Aşırı Sağ FPÖ’nün Zaferi Yeni Bir Dönemi mi İşaret Ediyor?

Avusturya’da 2024 seçimleri, ülkenin siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından...

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Tamamlandı

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen "Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu...

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer...