Cenevre Zirvesi’nin Ardından Kıbrıs

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile Kıbrıs liderleri Derviş Eroğlu ve Dimitri Hristofyas, 7 Temmuz 2011’de Cenevre’de üçüncü kez bir araya geldi. Kasım 2010 ve ardından Ocak 2011’de düzenlenen üçlü zirveler gibi bu zirve de önemli gelişmeler ve hızlı ilerlemelerin başlangıcı olarak sunuldu ve özellikle son 10 yıldır yüzlerce kez yapıldığı gibi müzakerelerin tarihi dönüm noktası ilan edildi. Türk tarafının zirvede sergilediği performans ve Rumları şaşırttığı vurgusuyla haberleştirilen “toprak konusunun tartışılabileceği açılımı”, müzakerelerde Türk tarafı lehine bir gelişme olduğu izlenimi yaratılarak kamuoyuna duyuruldu. Toplantının net, kâğıda geçmiş ya da sözü verilmiş sonuçları olmamasına rağmen neredeyse tüm gazeteciler ve basın-yayın kuruluşları zirve hakkında birbirinin aynı gibi gözüken izlenimler edindi. Hakemlik, takvim, uluslararası konferans gibi ihtimallerin Rum basınında endişeli ifadelerle yer alması ve Rum partilerinden eleştiri görmesi ise bu ihtimallerin Türk tarafının lehine gelişmeler gibi anılmasını kolaylaştırdı.

Cenevre’deki üçüncü Üçlü Zirve sonrasında Ban Ki Moon’un yaptığı basın açıklaması, sorunun çözümünde çok yavaş ilerlendiği ancak Kıbrıslı Türk ve Rum tarafların ilerleme amacıyla istikrarlı çalışma sergilediği, Türk ve Rum liderlerin kilit konularda görüşmelerini yoğunlaştırma konusunda anlaştıkları ifadelerini içeriyordu. Ban yoğunlaştırılmış görüşmelerin ardından Ekim 2011’de New York’ta tekrar bir araya geleceklerini de açıkladı.

İki Kesimlilik Meselesi

Basın açıklamasında yer almamakla birlikte resmi kaynaklara dayandırılarak toplantıda, “İki kesimlilik” ifadesinin netleştirildiği, bir anlamda içeriğinin belirlendiği ifade edilmektedir.  Buna göre iki kesimliliğin nüfus çoğunluğu ile birlikte mülkiyet çoğunluğunu da kapsadığı yani oluşturucu devletlerin kendi bölgelerinde nüfus çoğunluğu ile birlikte mülkiyet çoğunluğuna da sahip olacağı mutabakata bağlanmıştır. Açıkçası 2008’den bu yana süren müzakere süreci boyunca üzerinde uzlaşı sağlanmış konular arasında belki de en önemlisi, iki tarafın farklı anlamlar ve sonuçlar yükleyerek kullandığı “iki kesimlilik” ilkesinin içeriğinin kısmen de olsa belirlenmiş olmasıdır. Ne var ki, Annan Planı’nda da yer alan ve içi kısmen doldurulan “iki kesimlilik” ilkesinin “deregasyonlar sorunu”nu yarattığı ve AB müktesebatının dolaşım, yerleşim, mülk edinme serbestine ilişkin hukuku ile uyumsuz olduğu gerekçesiyle böylesi bir kuralın kalıcı biçimde işletilmesinin mümkün olmadığının AB yetkililerince dile getirildiği de unutulmamalıdır. Dolayısıyla iki kesimlilik ilkesi, Ban ki Moon tarafından kâğıda, önünde asker bekleyen gümrük sınırları tarifiyle geçirilmiş olsaydı bile Türk tezlerinin işlerlik kazandığını söylemek mümkün olmayacaktı çünkü geçersiz olacaktı.

Uluslararası Konferans

Yine resmi olarak açıklanmayan ancak “sızan bilgiler” arasında sıralanan konulardan biri de Rumların daha önce kabul etmediklerini açıkladıkları beşli uluslararası konferansı, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin yanı sıra AB yetkilileri ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin temsilcilerinin de katılımı olması koşuluyla kabul ettiklerini teyit ettikleridir. Sızan bu bilgi, 2012’inin ilk günlerinden itibaren sürecin uluslararası konferans üzerinden hızlandırılmış biçimde yürümesinin mümkün olduğunu düşündürmektedir. Bu da Annan Planı döneminde yaşanan ve Kofi Annan’ın kâğıt üzerinde al-ver pazarlığını taraflar adına kendisinin yaptığı Bürgenstock sürecini anımsatmaktadır. O dönemde AB’nin ya da BM Güvenlik Konseyi üyelerinin etkisi ve müdahalesi yoğun değildi ya da en azından ön planda gözükmüyorlardı. Bu kez uluslararası hukuk gereği Ada’nın garantörü olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan gibi konunun doğrudan ilgilisi oldukları resmileşecektir. Bu noktada en önemli risk, Güvenlik ve Garantiler başlığının dolayısıyla garantörlük hakkının farklı bir mecrada ve Türkiye’nin etki ve söz hakkının azaldığı bir ortamda tartışılacak olmasıdır. Yunanistan’ın garantörlük hakkının AB üyesi bir ülke için söz konusu olmaması gerektiği, AB’nin güvencesinin yeterli olacağı tezi bu formülde hayat bulacaktır. Bu noktada,74 bin kişilik Rum Milli Muhafız Ordusu’nun[1] bütün subaylarının Yunanistan’dan olduğu ve 1500 kişilik Kıbrıs Yunan Alayı’nı (ELDYK) Ada’dan çekmesinin zaten Kıbrıs’taki durumunda değişiklik yaratmayacağı da hatırlanmalıdır.

Uluslararası konferansın yaratacağı avantaj ise farklı çözüm yollarının böylesi bir konferansta kabul edilmesi ihtimalidir. Ancak bu çok zayıf bir olasılıktır. Uluslararası konferans önerisini ilk kez Türkiye gündeme getirmişse de şimdi Rumlar tarafından kabul edilmiş olması, Türk tarafının elinin rahatlayacağı anlamına gelmemektedir. Ban Ki Moon ya da ilgili herhangi başka yetkilinin Kıbrıs Sorunu’ndan bahsederken BM parametreleri vurgusunu yapmasının sebebi de budur. Rum tarafı sadece Rusya ve Fransa gibi tarafı kesin, Çin gibi uluslararası düzendeki herhangi bir değişimi kendine karşı bir tehdit olarak değerlendiren BMGK üyelerinin müdahalesine değil ayrıca BMGK kararlarının yarattığı imkânlara da güveniyor.

Zirve Çıkarımları

Ban Ki Moon’un açıklamasında yer almayan ancak zirveye ilişkin yorumlarda kesin gözüyle bakılan noktalar ise şöyledir:

· Bundan sonra BM daha etkin biçimde müzakerelerde yer alacak ve daha çok müdahil olacak,

· BM’nin etkinleşmesi de hakemlik kurumunun canlandırıldığı anlamına gelir,

· Ekim 2011’de tekrar bir araya gelineceğinin açıklanması, Rumlar reddediyor olsa da artık bir takvimin söz konusu olduğu anlamına gelir.

· Yılsonu teması işleniyorsa da bu gerçekçi bir hedef değil ancak 30 Haziran 2012’ye dek bir anlaşma metninin hazır olması beklenebilir.

· Aralık ayına dek tarafların yoğunlaştırılmış görüşmeleri sürdürmesi, 2012’nin ilk günlerinden itibaren uluslararası konferansın toplanması ve Haziran’dan önce ortaya çıkacak çözüm metninin referanduma götürülmesi mümkün olabilir.

· İçine girilen dönem Kıbrıs’taki durumu netleştirecek ve bir çözüm ihtimalinin olup olmadığı konusu açıkça ortaya çıkacaktır. Müzakerelerin sonsuza dek süremeyeceği konusunda uluslararası güçler ikna edildiğine göre iki ayrı devlet modeli de gündeme gelebilecektir.

Müzakerelerin Gerçekleri

Zirve’den çıkan sonuçlar incelendiğinde daha önceki zirvelerde de tekrarlanan “müzakerelerin yoğunlaştırılması” niyeti ve yeni bir güne verilen randevu, bir değişim olarak düşünülemez. Yine de Temmuz 2012’de Rumların AB Dönem Başkanlığı’nı üstlenecek olmasının doğal bir takvimi dayattığı da gerçektir. Ancak ortaya çıkan takvimin müzakereleri sonuca taşıması işin doğasına aykırıdır. Çünkü Rumlar da edindikleri avantajların tümünü kullanmak, müzakereleri Temmuz 2012’ye dek uzatmak isteyeceklerdir.

BM’nin hakemliğinin bu zirve sonrasında işlevselleştiğini düşünebiliriz. Ancak bu işlevselliği, Rumların hakemlik istememesi üzerinden değerlendirmek mantıklı bir yaklaşım olmayacaktır. Rumların itirazına rağmen gündeme gelen hakemlik, Türkler lehine işleyecek değildir. Öte yandan Türk tarafının her daim yapıcı öneri getirmesi ve “bir adım önde” olma politikası da uluslararası toplumca beğeniyle karşılanıyor ancak bu politika da hakemlik misyonunun Rumlar lehine gelişmesini engellemeyecektir. Sürekli olarak BM parametreleri vurgusunun yapılmasının nedeni de budur. Elbette ki müzakerelerin uzlaşmaz tarafı olarak gösterilmek yaşanan sorunda özellikle Türkiye’yi zora sokmakta ve Rumların elinden bu kozu almak da önemlidir. Ancak unutulmamalı ki, bu politika aynı zamanda dünya kamuoyuna “Türkler Rumlarla tek devlet çatısı altında birleşebilmek için he türlü koşulu kabule hazırlar” mesajı olarak yansıtılmaktadır. Nitekim Annan Planı referandumunda Türk kesiminin “evet”inin ardında başta “Rumların hayır diyeceğinin kesin olduğu ancak kendileri evet diyecek olursa önce izolasyonların kalkacağı, sonra Tayvanlaşma ve ardından KKTC’nin tanınmasının geleceği” sözü olmak üzere pek çok farklı etken olmasına rağmen Annan’ın referandum sonrası raporunda “Türklerin ayrı bir devlet kurma niyetinden vazgeçtikleri” yorumu yer almıştı. Dolayısıyla hem Annan Planı’na verilen “evet” hem de bugün Rum tarafının koşullarının Rumları şaşırtarak “bir adım önceden” kabul edilmesi, esasen pazarlık gücünün kaybına neden olmakta, diğer herhangi bir çözüm ihtimalinin işlerlik kazanmasını da imkânsızlaştırmaktadır. Dolayısıyla uluslararası konferanstan ya da sonrasındaki referandumdan “Birleşik Kıbrıs” olmazsa “iki komşu devlet” çıkar yaklaşımı, gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu yönde yatırım hiç yapılmamıştır. “İki ayrı devlet” de bir ihtimaldir ya da “B planımız da var” söylemleri sadece iç kamuoyuna yönelik açıklamalar olarak kalmıştır.

Tarafların hedefleri bakımından aslında şu an yaşanan, yıllardır yaşananların bir tekrarıdır. Rum tarafı, nüfus çoğunluğu bulunan Rumların Ada’nın tamamı üzerinde hâkim olmasının ve Türklerin de tıpkı Maruni, Ermeni ve Latinler gibi nüfusları oranında yönetime katılmasının adil, kalıcı ve işleyen bir çözüm getireceğine inanıyor. Türk tarafı ise öncelikle Rumların Ada’nın tek hâkimi olma niyetinin soykırıma dek vardığı tecrübesi ile hareket ediyor ve uluslararası anlaşmalarla kazandıkları “eşit kurucu ortak” statülerinden geri adım atmaya yanaşmıyor. İki kesimliliğin korunmasını can güvenliği açısından vazgeçilmez gören Türk tarafı, kalıcı, adil ve işleyen çözümün en azından 1959-1960 Anlaşmaları zemininde gerçekleşeceğine inanıyor. Bu iki yaklaşımın bir orta noktası da bulunmuyor. Her iki tarafın da talebi, diğerinin “asla kabul edilemez” dediği çizgiyi ihlal ediyor. Eskiden böylesi sorunlar “donmuş sorunlar” olarak adlandırılırdı ve mevcut durum bir şekilde korunurdu. 21. yüzyılda ise yeni üretilenler de dahil olmak üzere bu tür sorunlar demokrasi, insan hakları ve “kendi kaderini tayin hakkı”na verilen öncelikle çözülüyor. Özellikle tarafların uzlaşmasının imkansız olduğu durumlarda ayrı devlet modeli de kolaylaşıyor. Bugün Rum Yönetimi’nin stratejisi, bir yandan Türkler için ayrı bir devlet ihtimalini gündem dışı bırakmak için uzlaşacakmış gibi görünen bir müzakere sürecini hayatta tutmak bir yandan da bu süreci koşullar tamamen kendi lehine dönünceye dek uzatmaktır. Türk tarafı ise “öğrenilmiş çaresizlik” sürecinin bir sonucu olarak gönülde yatan ayrı bir devlet olsa da konuya müdahil güçlerin kabul edebileceği bir çözüm olması nedeniyle hiç değilse kazanılmış haklarını koruyan bir çözüm için uğraşmaktadır. Rum tarafının çekincesi müzakerelerin kesilmesi ve alternatif çözümlerin gündeme taşınmasıdır. Türk tarafının çekincesi ise daha dar bir alana sıkışmıştır ve “uzlaşmaz taraf olarak görünmeme” şeklini almıştır. Garip olan ise Rumların süreci uzatma stratejisinin gerçekten de işe yaraması ve süreci uzatmanın yanı sıra Türk tarafının “yapıcı öneriler”le müzakereleri ayakta tutma çabasının ürünü olarak ikinci hedefine de her geçen gün yaklaşmasıdır.

Gözde KILIÇ YAŞIN

21.YY Türkiye Enstitüsü

Kıbrıs ve Balkan Uzmanı

Kaynak: 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 


[1] Bunun 60 bin kişilik kısmı, RMMO İhtiyat askerleri olarak verilmektedir.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...