Bu röportaj, Gülüm Özçelik ile Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Bağlamında Göç üzerine yapılmıştır.
Elif KOCAMAN
Göç Çalışmaları Staj Programı
Gülüm Bayraktaroğlu Özçelik kimdir?
Gülüm Bayraktaroğlu Özçelik, 1998 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. 2001 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans derecesini ve 2002 yılında Exeter Üniversitesi’nden Avrupa Hukuku Yüksek Lisans Derecesini almıştır. Uluslararası Özel Hukuk alanında Doktora derecesini almıştır. 2007 yılında Ankara Üniversitesi’nden “Konşimentolara Uygulanacak Hukuk” konulu doktora teziyle mezun oldu. 2000-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde Milletlerarası Özel Hukuk ve Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dallarında araştırma görevlisi olarak çalıştıktan sonra 2009 yılında Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne Milletlerarası Özel Hukuk yardımcı doçenti olarak atanmış ve 2010-2012 yılları arasında aynı fakültenin dekan yardımcılığı görevini yürütmüştür. Temel araştırma alanları arasında kanunlar ihtilafı, uluslararası medeni usul, vatandaşlık ve yabancılar hukuku, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımı ve AB’de adalet, özgürlük ve güvenlik alanı yer almaktadır. Özçelik, Uluslararası Türk Özel Hukuku, AB Hukuku, AB Maddi Hukuku, Türkiye-AB İlişkilerinin Hukuki Yönleri ve İngiliz Hukukunda Seçilmiş Konular derslerini vermektedir.
1951 Cenevre sözleşmesinde Türkiye’nin koydurmuş olduğu çekince ile birlikte sözleşmeyi coğrafi sınırlama ile kabul etmesinin uluslararası anlamda sebep ve sonuçları nelerdir?
Bu soruda bir yere işaret etmek lazım. Türkiye 1951 mültecilerin hukuki statüsüne dair Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi çekince ile kabul etmemiştir. Bu sözleşmeyi coğrafi sınırlamaya uygulamaktadır. Bu ikisi aslında teknik olarak farklı şeyler. Bu sözleşme taraf olan devletlere sözleşmeyi sadece Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle uygulama imkânı vermiş idi. Türkiye de bu imkândan yararlandı. Dolayısıyla bu uluslararası hukuk bakımından anladığımız anlamda bir çekince değil. Fakat sonucu şu, Türkiye 51 sözleşmesini mülteciler bakımından ya da sığınmacılar bakımından uygularken bu sözleşmede bulunan mülteci olma şartlarının yanı sıra mültecinin Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınmış olmasını arıyor. Dolayısıyla sözleşmede öngörüldüğü şekilde kişi dili, dini, ırkı, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri sebebiyle vatandaşı olduğu ya da yaşamakta olduğu ülkeden haklı sebeplerle veya zulüm korkusu sebebiyle kaçtığı durumlarda Türkiye bu şartlara ek olarak bu kişinin Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle kaçmış olması şartını arıyor. Dolayısıyla bunun sonucu şudur, Türkiye’de bir kişinin mülteci statüsünde olabilmesi için Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınmış olması gerekir. Dolayısıyla Avrupa dışında meydana gelen olaylar sebebiyle ve aynı gerekçelerle Türkiye’ye sığınmış bir kişi varsa biz bu kişiye mülteci diyemeyiz. Dolayısıyla 51 sözleşmesinin Türkiye bakımından birinci sonucu ancak Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle sözleşmede öngörülen gerekçelerle Türkiye’ye sığınan kişilere mülteci statüsünün verilmesidir. Aynı yaklaşım, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda da kabul edilmiştir. Bu kanunda da mülteciyi tanımlarken aynı kısıtlamaya başvurulmuştur. Bunun Türkiye açısından ikinci sonucu, Avrupa’da meydana gelen olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınan kişilere mülteci diyorsanız, o zaman Avrupa dışında meydana gelen aynı olaylar sebebiyle Türkiye’ye sığınan kişilere ne diyeceksiniz sorusudur. Türk kanunu koyucusu Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu düzenlerken, bu kişilere şartlı mülteci demiştir. YUK, 2013 yılında yürürlüğe girmeden evvel 96 tarihli yönetmelik çerçevesinde biz bu kişilere sığınmacı diyorduk. YUK yürürlüğe girdikten sonra bu kişiler için artık şartlı mülteci denmeye başlanmıştır. Dolayısıyla da sözleşmeyi coğrafi kısıtlamayla uygulamamızın Türkiye bakımından böyle de bir sonucu oldu. Uluslararası hukuk açısından sözleşme, taraf devletlere coğrafi kısıtlamada bulunma imkânı verdiği için Türkiye bu imkândan yararlanıyor. Fakat Türkiye bu imkândan yararlanan tek ülke. Dolayısıyla diğer tüm taraf devletler sözleşmeyi böyle bir coğrafi sınırlama olmadan uyguluyorlar. Uzun süredir böyle bir sınırlama olmaksızın ve bu gerekçelerle sığınan kişileri Türkiye mülteci olarak kabul edebilsin diye, özellikle Avrupa Birliği tarafından Türkiye’nin kısıtlamayı kaldırması yönünde bir baskı var. Tabii şunu da söylemek lazım, mültecilik bir statüdür. Türkiye’de uluslararası koruma altında ele alınan bir statü, dolayısıyla kişinin kendisini mülteci olarak tanımlamasının hukuki olarak hiçbir sonucu yok. Türkiye’ye bir kişi sığınma talebiyle geldiğinde veya uluslararası koruma talebiyle geldiğinde yetkili makamlar bireysel bir değerlendirme yapar. Ve bu kişinin eğer mülteci olma şartlarını taşıyorsa, mülteci statüsünde olmasına karar verir. Dolayısıyla ben kendimi mülteci olarak tanımlıyorum veya sen mültecisin gibi bir şey olması söz konusu değil. Bu bir statüdür. Başvuru yapılır, bireysel değerlendirme olur ve yetkili makamlar bu statüyü kişi bakımından kabul edebilir ve verebilir.
Türkiye birçok ülkeden fazla olarak sığınmacıya ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye, uluslararası mevzuata göre bu kişilerin temel hak ve özgürlükleri ve insani yaşamak için ihtiyaç duydukları gereksinimi karşılayabiliyor mu?
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu benim kişisel kanaatimce son derece başarılı bir kanundur. Elbette bütün kanunların eksikliği var. Fakat bu kanun gerek yapılış süreci gerek kabul süreci gerek çok fazla paydaşın içerisine dahil ederek hazırlanmış olması yani Üniversitelerden temsilciler, sivil toplumdan gelen kişiler gibi çok fazla ve farklı gruptan temsilcinin katılımıyla, bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlar dikkate alınarak yazılmış bir kanundur. Bugün itibariyle eksiklikleri mutlaka olmakla beraber, Türkiye’nin mevzuat açısından bir sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla Türkiye şu anda bu konuda bence iyi durumdadır. Mevzuat günceldir ve uluslararası düzenlemelere paraleldir. Sonuç olarak mevzuatın bu anlamda sığınmacıların temel hak ve özgürlükleri bakımından büyük bir engel olduğunu düşünmüyorum.
Eğer imkanları olsaydı kayıtsız olarak çalıştırılan sığınmacı ve düzensiz göçmen işçilerin insan hakları ihlaline yönelik öne sürebilecekleri uluslararası mevzuat bulunmakta mıdır?
Göç hukukundaki temel meselelerden bir tanesi şu, göç farklı şekillerde cereyan edebilen çok genel bir kavram. Dolayısıyla göçmenler de değişik şekillerde cereyan eden göçe göre farklılık arz ediyor işte. Düzenli göçmenler var, düzensiz göçmenler var, bireysel olarak göç edenler var, kitlesel olarak göç edenler var, zorunlu göç edenler var, isteğe bağlı olarak göç edenler var gibi. Bütün bu göçmen gruplarını ele alan bir milletlerarası sözleşme yok. Uluslararası toplumda da bunun eksikliği tartışıyor. Ancak bu mümkün mü? Bu soru da tartışmalıdır. İlk olarak göç konusu devlet egemenliği ile doğrudan ilgili bir meseledir. Her devlet yabancıların kendi ülkesine girişi, kalışı, istihdamı ve çıkışı konusunda düzenleme yapmak bakımından münhasıran yetkilidir. İkincisi göç kavramının çok geniş olması, göçmen kavramının değişken olması, göç konusunda ve göçmenlerin temel hak ve hürriyetleri bakımından son derece kapsamlı bir düzenleme yapılmasını engeller. Şu anda da bütün boyutları itibariyle konuyu ele alan bir düzenleme yok. Fakat çalışma hakları bakımından
statüleri ne olursa olsun göçmen işçilerin temel hak ve özgürlüklerini ele alan bir milletlerarası sözleşme var. O da tüm göçmen işçiler ve aile bireylerinin haklarının korunmasına ilişkin Birleşmiş Milletler sözleşmesi. Türkiye’de bu sözleşmenin tarafları arasında. Ancak sözleşmenin varlığı da sorunların hepsini çözmüyor. Çünkü maalesef bu sözleşmeye daha çok göçmen gönderen gelişmekte olan ülkeler taraf. Halbuki bu sözleşmenin tam anlamıyla başarılı olabilmesi için göç alan ülkelerin de sözleşmeye taraf olması gerekir. Göç alan hiçbir ülke bu sözleşmeye taraf değildir. Dolayısıyla sözleşme mevcuttur ama etkili olarak işleyip işlemediği konusunda önemli tereddütler vardır.
Ülkemizde yaşayan sığınmacı statüsünde bulunan Suriyelilerin sahip olduğu haklardan bahsedebilir misiniz? Mülteci konumuna geçmeleri mümkün müdür?
2010 yılında Suriye’de meydana gelen iç karışıklıklar sebebiyle Türkiye’ye kitlesel olarak acil ve geçici koruma bulmak amacıyla sığınmış olan Suriyeliler, Türkiye’de geçici koruma statüsündedir. Dolayısıyla bu kişiler geçici korumadan yararlanırlar. Geçici koruma, Türk Hukukunda ve dünyada uluslararası korumanın bir parçası olarak düzenlenmemiştir. Uluslararası koruma dediğinizde bu tanım içine mülteciler girer, şartlı mülteciler girer ve mülteci ve şartlı mülteci olma şartlarını yerine getirmemekle beraber ülkesine döndüğü takdirde işkence görecek, insanlık dışı muameleye maruz kalacak, ölüm cezasına çarptırılacak veya bu cezası infaz edilecek durumda olan kişilere de ikincil koruma statüsü verilir. Uluslararası koruma bu üç statüyü kapsıyor. Geçici koruma bunlarda farklı bir statü. Bu koruma türü sınırlarımıza kitlesel olarak gelen acil ve geçici koruma bulma amacı bulunan sığınmacılara tanınan bir statüdür. 2011 yılından itibaren de Türkiye’de bulunan Suriyelilere bu imkan tanınmıştır. Geçici korumadaki göçmenlerin ne tür hakları var? Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu geçici korumayı 91. madde ile düzenliyor. Fakat günümüzde Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısının beş milyon kayıtlı olmayanlar da dahil olmak üzere bu sayının yedi milyon olduğu tahmin ediliyor. Bu kişilerin sayısı da arttıkça bu kişilerin haklarının düzenlenmesi ihtiyacı doğuyor. Bu da 2014 yılında hazırlanan geçici koruma yönetmeliği ile düzenleniyor. Bir de geçici koruma altındakilerin çalışma izinleri hakkında yönetmelik var. Kısaca anlatmak gerekirse bu mevzuat hangi hakları veriyor? Geçici koruma altında bulunan Suriyelilere Türkiye’de kalma hakkı veriyor. Fakat kendilerine verilen kalma hakkı bizim anladığımız anlamda teknik olarak bir yerleşim hakkı değil. Geçici koruma yönetmeliği açıkça diyor ki, bu kişilere verilen hak ikamet izninin verildiği şeklinde anlaşılmamalıdır ve Türkiye’de kaldıkları süre ikamet izninin süresinden sayılmaz. Dolayısıyla burada, kişinin geçici olarak kalacağı düşüncesiyle sadece Türkiye’dekilere tanınmış bir kalma hakkından bahsediyoruz. Mevzuatımızda Türk vatandaşlığının kazanılmasında olduğu gibi eğer bir hak Türkiye’de ikamet şartına bağlandıysa Suriyeliler bundan yararlanamaz. Çünkü onların sahip olduğu hak sadece burada kalma hakkıdır. Bunun dışında temel sağlık hizmetlerine erişim hakları var. Pandemi döneminde aşılanma hakkından yararlandılar. Çocukların zorunlu aşamalarından ücretsiz olarak yararlanma hakları var. Temel eğitimden ücretsiz olarak yararlanma hakları var. Üniversitede, yükseköğretimde okuma hakları var. Fakat bu durum Türkiye’de yanlış anlaşılan bir durum. Bu kişilerin sanki hiç sınavsız üniversiteye girdikleri düşünülüyor. Böyle bir durum yok. Yabancıların girdiği sınava girmek suretiyle Türkiye’deki üniversitelerde okuma haklarına sahipler. Çalışma hakları özel bir yönetmelikle düzenlenmiştir. Türkiye’de çalışmak için çalışma izni almak mecburiyetindedirler. Mevzuatta Türk vatandaşlarına ayrılan iş ve mesleklerden yararlanamazlar, bu meslekleri Türkiye’de icra edemezler. Kural olarak çalışma izni almak zorundadırlar ancak ilgili yönetmelik bazı işler bakımından örneğin hayvancılık ya da mevsimlik işçilik bakımından çalışma izni almayacaklarını düzenler. Yine Türk vatandaşlarıyla beraber aynı işyerinde çalışmaları için kontenjan esası da benimsenmiştir. Bir başka özellik olarak diğer yabancılar bakımından da öngörülen bir sınırlama var. Bazı meslekler bakımından bu yabancının Türkiye’de çalışma izni almadan önce ön izin alması gerekir. Mesela öğretim üyesi olarak çalışacaksa YÖK’ten ön izin almalıdır, öğretmen olarak çalışacaksa Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ön izin almalıdır, doktor veya hemşire olarak çalışacaksa Sağlık Bakanlığından ön izin almalıdır. Suriyeliler bakımından da aynı sınırlamalar geçerlidir. Eğer ihtiyaç sahibi iseler bunu ispat ettikleri takdirde sosyal yardım alabilirler. Türkiye’de taşınmaz edinemezler. Bunun gerekçesi geçici koruma altında olmaları değildir. Yabancıların Türkiye’de taşınmaz edinmelerini Tapu Kanunu’nun 35. maddesi düzenler. Tapu Kanununun 35. Maddesi hangi devlet vatandaşlarının Türkiye’de taşınmaz edinebileceği tespitinin yetkisini Cumhurbaşkanı’na verir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı vatandaşları Türkiye’de taşınmaz edinebilecek devletleri tespit eder. Suriye bunlardan bir tanesi değil. Zaten Suriyelilerin Türkiye’de taşınmaz edinimi meselesi ya da Türkler bakımından da Suriye’de taşınmaz edinme meselesi son derece eski bir meseledir. 1930’lu yıllara dayalı olarak karşılaşılan bir sorundur. Önce suriye’deki Türk vatandaşlarının taşınmaz edinimi hakkı sınırlanıyor karşı işlem olarak 1934’te Türkiye bir kanun çıkarıyor ve Türkiye’deki Suriye vatandaşlarının taşınmaz mallarına el koyuyor. O tarihten bu yana da Türkiye’de taşınmaz edinmelerine izin verilmiyor. Dolayısıyla Suriyeliler çok eski bir sebeple Türkiye’de taşınmaz edinemez. Türk vatandaşlığına başvurabilirler mi? Evet, başvurabilirler ama ayrı bir kanun ve ayrı bir düzenleme yok. 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununa bağlı olarak Türk vatandaşı olmak istediklerinde bireysel olarak başvurabilirler. Toplu olarak Suriyelileri Türk vatandaşlığına almak gibi bir yasal imkan yok. Türk vatandaşlığı kanununda öngörülen şartları yerine getirdikleri takdirde de orada uygulanan usuller çerçevesinde Türk vatandaşı olabilirler. Siyasilerin yaptığı birtakım açıklamalar çerçevesinde belli sayıda Suriyelinin Türk vatandaşlığını kazandığını biliyoruz. Maalesef biz bu konuyu çalışan akademisyenler olarak onların basın açıklamalarından başka bir bilgi kaynağına sahip değiliz. Bu bilgilendirmelerden Türk vatandaşlığına alındıklarını öğreniyoruz ama hangi hükümler çerçevesinde alındıklarını bilmiyoruz. Fakat tahminimiz şu, az önce açıkladığım gibi Türkiye’de ikamet şartına bağlı olarak Türk vatandaşlığını kazanmaları mümkün değil. Dolayısıyla ikamet şartının aranmadığı ihtimaller Suriyeliler bakımından değerlendirilebilir. Bir Türk vatandaşıyla evlenme yoluyla Türk vatandaşlığını kazanabilirler. Bir de istisnai yoldan Türk vatandaşlığının kazanılması imkanı var. Burada ise Cumhurbaşkanı kararıyla vatandaşlığa alınması zaruri görülenler alınır şeklinde bir düzenleme mevcut. Hüküm kamu düzeni ve kamu güvenliğine aykırı olmamak şartıyla alınabileceğini bildiriyor. Bu çerçevede alınabileceklerini tahmin ediyoruz.
10 yılı aşkın süredir Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin aniden ülkelerine gönderilmesi insan hakları ihlali anlamına gelir mi?
Bir kere aniden evlerine gönderilmeleri gibi bir durum yok. Siyasi birtakım açıklamalar var ancak bunların yasal bir temeli yok maalesef. Şu ihtimaller var. İlk olarak bu kişiler geçici koruma altındaysa geçici koruma sonlandırılabilir. Geçici korumayı ya Cumhurbaşkanı sonlandırır, o zaman kişilerin ülkeyi terk etmeleri gerekir veya geçici koruma bireysel olarak kişinin talebiyle sonlanabilir. Bunlar mümkün ancak kastedilen Türkiye’den bir an evvel çıkarılmaları. Bizim Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanun’umuzda da bulunan güvenlikli geri dönüş diye bir terim var. Kişilerin güvenli yollardan ülkelerine dönüşlerinin sağlanması göç hukukunda istenen bir şeydir. Yani uluslararası koruma altındaki kişiler bakımından da mülteciler bakımından da geçici koruma altında bulunan yabancılar bakımından da kalıcı çözüm yöntemlerinden en isteneni budur. Fakat bu çok kolay bir şey değil. Çünkü uluslararası literatürde de kabul edildiği gibi bunun olabilmesi için o ülkedeki koşulların kapsamlı ve kalıcı şekilde değişmiş olması gerekir. Yani Suriye örneğinden bahsediyorsak eğer Suriye’deki iç karışıklıklara sebebiyet veren rejimin yıkılması ve onun yerine demokratik bir rejimin kurulması, bunun da Birleşmiş Milletler ’in dahil olduğu bir süreçte uluslararası anlaşmalarla tespit edilmesi gerekir. İlk şartımız bu ve böyle bir durumumuz var mı? Hayır, yok. İkinci olarak Uluslararası Hukukta geri gönderme yasağı diye bir yasak var. Uluslararası göç hukukunun temel prensiplerinden bir tanesidir. Hem bir örf adet hukuku kuralıdır hem de 1951 Cenevre mülteci sözleşmesinde düzenlenmiştir. Bizim Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanun’ unumuzda ise birden fazla kez düzenlenmiştir. Eğer kişi geldiği ülkeye gönderildiği takdirde işkenceye, ölüm cezasına, insanlık dışı muameleye maruz kalacak ise o zaman kişi geri gönderilmez. Bu kişi ister ülkenizde bulunan bir Alman vatandaşı olsun, ister bir Suriyeli olsun, ister bir Mısırlı olsun, ister bir Bosnalı olsun. Bu fark etmez. Ülkenizde bulunduğu statü ne olursa olsun ister düzenli göçmen olsun ister düzensiz göçmen olsun ister hakkında sınır dışı kararı vermiş olun ister geçici korumayı sonlandırmış olun geri gönderemezsiniz. Bu çok temel bir ilkedir. Dolayısıyla kişinin böyle bir muameleye maruz kalacağı bir ülkeye geri gönderilmesi zaten söz konusu değil. Dolayısıyla bu açıklamaları bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Editör: Bervan KAYA