Zihinsel Eşikler Aşıldı

Neresinden başlasak acaba… Yaklaşık 30 yıllık bir sorunu, Türkiye’nin terör sorunu… Nerede bir aksaklık var, hala bugün nasıl bir yanlışlık yapıldı da şunu şunu değiştiriyoruz. Örneğin tekrar özel harekât polislerinin artırılması ya da işte profesyonel ordunun gündeme gelmesi, bir yandan siyasette bazı hazırlıklar ve yapılanlar… Nerede hata yapıldı da bu 30 yıl son zamanlarda toparlanamıyor ya da bundan sonra da toparlanabilecek mi?

Şimdi biraz devlet hafızasında, devamında sorun var. Yani yönetimler değiştiği zaman bu aktarımların sağlıklı yapılması başarılamıyor. Biraz da, deneme yanılma çok fazla oluyor. Ama biz hep genel olarak iç dinamiklerle bu işi anlamaya çalışıyoruz. Bence temel hata burada – kişisel kanaatim – eğer bu Kürt kökenli vatandaşlarımız ile onları suiistimal eden PKK terör örgütüyle mücadele ettiğimiz bir sorunsa biz bunu çözeriz. Yani ülke olarak çok güçlüyüz. Hatta çok kısa sürede çözeriz, belki 72 saatte çözeriz, ama olayın dış dinamiklerini çok iyi okumak gerekiyor.

O zaman burada dış dinamiklere gelmeden içerdekiler noktasında şunu soracağım; neyi halledip 72 saatte çözebiliyoruz. Teröristle mücadeleyi mi, terörle mücadeleyi mi?

Dış dinamiklerin etkisini kontrol altına aldıktan sonra 72 saatte çözebiliriz… Yani bir de şöyle bir yanılgıya düşülüyor kanaatimce, 10 yıl önceki dünya dinamikleriyle yorumlanıyor olaylar veya 20 yıl… Dünyadaki bütün dinamikler sürekli değişiyor. Bu artık daha da hızlandı geldiğimiz çağ ve dünya itibariyle. Onun için dışarıdaki dinamikleri yani dış dinamikleri sürekli güncellemek ve sürekli yeniden yorumlamak gerekiyor.

Yani bir dış tehdit midir, PKK bir dış tehdit unsuru mudur?

Kimin suiistimal ettiği; PKK üzerinden kimin Türkiye’yi zayıflatmak istediğiyle ilgili bir husustur.

Kimler onlar?

Direkt isim vermek çok sağlıklı olmaz, ama temel dört tane prensip var, bu dönem çok göz önünde tutulması gerekli. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin 3.000 dolarlardan 10.000 dolara ulaşan bir millî gelire ulaşması, bir bölgesel güç olarak şekillenmesi, dost – düşman herkesin kıskançlığına sebebiyet vermiştir; bu doğaldır, bu birinci etken…

İkinci etken, dünyada çok hızlı bir entegrasyon sürecine paralel olarak Avrupa Birliğini örnek alan, hemen hemen dünyanın tüm bölgelerinde yürüyen entegrasyon süreçlerine paralel olarak bir mikro milliyetçilik algısı var. 20. yüzyıl başında yaklaşık 20 devlet vardı dünyada, şu anda 193’e kadar çıktı ve 20. yüzyılın ilk yarısında ulus devletleşme modeli arttı. 21. yüzyılın temel rüzgârı “mikro milliyetçilik”. Dolayısıyla önümüzdeki beş – on yıl içinde Birleşmiş Milletlerdeki üye sayısı ülke kadar yeni ülkecikler kurulabileceği tahmini var. Dolayısıyla “Türkiye’yi etkiler mi, etkilemez mi”, bunun analizini iyi yapmak gerekiyor…

Üçüncüsü, bizim son dönemde – özellikle dış politikada – çok fazla inisiyatif alan proaktif tutumumuz yine bir çok kıskançlığa yol açıyor. Belki orada dozajı çok iyi ayarlamak gerekiyor. Eğer söylemlerde fazlalıklar varsa ya da zamansızlıklar varsa onları düzeltmek gerekiyor. Dördüncü etken olarak da biz Osmanlı’nın son 50 yılından beri Ermeni ve Musevi yapılarını, diasporalarını bir araya getirmemek üzerine bir politika izledik. Gazze olayından sonra onların bir araya gelerek ortak hareket etmesi noktasında bir tehlike var, onu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Bu dört etkeni ne kadar kontrol edebiliyorsak – ki Türkiye 21. yüzyıl açısından çok büyük potansiyel vadeden bir ülke – terörle mücadelede de o kadar başarılı oluruz. Hatırlayın 1999 yılında Bill Clinton bir zirve için Türkiye’ye geldiğinde şöyle söylemişti: “20. yüzyılın ilk yarısı Osmanlı Devletinin mirasını paylaşmakla geçti bütün dünyada, 21.yüzyılı da Türkiye’nin tercihini belirleyecek”. Dolayısıyla Türkiye’nin ağır basacağı taraf, dünya açısından önemli bir bölüm olacak. Türkiye’nin bu tercihi yapamama noktasında sürekli sabotaja ve manipülasyona uğradığını göz önünde bulundurmamız gerekir. Hani hep söylenir ama Türkiye’de her zamankinden çok daha fazla birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeye ihtiyacımız var.

Peki şimdi, özellikle son dönem için son yıllar için bu söylediğiniz dört madde veya daha fazlasını göz önüne alıyoruz. Peki, bundan 20 yıl önce Türkiye dünya’nın 10.000 dolar kişi başı geliri olan bir ülkesi miydi, dünyanın yükselen değeri miydi, Bölge’de hakkı olan bir ülke miydi, Bölge’de sözü olan bir ülke miydi de bunlar vardı? PKK terörü o zaman üzerimizde oynanan – sizin deyiminizle -oyunların hedefi miydi? Türkiye zaten şimdi eğer; bunlar bunlar oluyor, bunlar bunlar gelişiyor, bunlar bunlar güzelleşiyor ve kendini gösteriyor diye bir engel koymaya çalışılıyorsa, o zaman sorun neydi?

Ama o zamankinin dinamikleri daha farklıydı. Bakın o zaman demokratik özerklik yoktu veya akabinde bağımsızlık istemi yoktu, terör vardı! Yani 1983 yılında rahmet Özal iktidara gelmişti. 1984 yılında PKK – biliyorsunuz – Eruh baskınını yaptı ve ondan sonra olaylar ivme kazandı. Orada da yine hareketin amacı Türkiye’nin enerjisini boşa harcamasını sağlamak ve enerjisini toprağa akıtmasını sağlamaktı. Onu başardılar ama o gün için kimse kalkıp “biz özerklik istiyoruz, biz bağımsızlık istiyoruz” gibi şeyler söylemiyorlardı. Bu günün parametreleri farklı… Bugün bir de Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketleri var. Ne kadar dışarıdan bu konuda akıl alınıyor bilemiyoruz ama Kürt hareketi kendisini bununla bağdaştırmaya ve dünyaya aynı fotoğrafları vermeye çalışıyor, Türkiye’nin aleyhine.

Destek verilebilme ihtimalini görüyor musunuz? Arka arkaya yapılan ziyaretler de var son dönemlerde biliyorsunuz. Nasıl bakıyorsunuz?

Destek gördüğü muhakkak ama bu desteğin Türkiye’ye baş kaldıracak bir kopma noktasına gelip gelmeyeceğini zaman gösterecek. O biraz Türkiye’nin gücüne bağlı, izleyeceği politikalara bağlı, ekonomisinin gücüne bağlı. Türkiye’nin asla zayıf düşmemesi gerekiyor. Bu anlamda hepimize, her vatandaşa çok büyük görev düşüyor. BDP veya PKK çizgisi – zaten herkesçe bilinen bir şey – Kürt halkının ya da Kürt kökenli vatandaşlarımızın bana göre beşte birini bile yansıtmıyor. En önemlisi bu, temsil niteliği çok zayıf… İkincisi yakalanan temsil niteliği de büyük ölçüde korku üzerine dayalı bir nitelik, çünkü bizim de kendimize göre bilgilerimiz var. Yani Ak Parti gibi ya da Milliyetçi Hareket Partisi gibi ya da Cumhuriyet Halk Partisi gibi bir kampanya yürütseler, herkesi tercihlerinde serbest bıraksalar, mevcut oyların beşte birini ancak alırlar diye öngörüyorum.

Peki, şunu da sormak gerekiyor mu? Dış dinamiklerin haricinde bir yandan da içeride Bölge’nin sorunları var. Bu yıllardır konuşulan bir şeydir: Eğitimden iş imkânlarının götürülmesine, yolundan suyuna, elektriğinden okuluna, yani konuşulabilen ve konuşulacak olan halihazırda konuşuluyor olan bir bölgesel sorun var. Kaldı ki; ayrıca zamanın da yapılmış olan hatalar, özellikle 80 dönemi, özellikle askerin öne sürülerek yaptığı belirtilen bildiğimiz hatalar, bunların tamamlanmasına neden Türkiye yeterince önem göstermedi? Sizce bunlar tamamlansaydı, dış dinamikler o kadar kuvvetli olabilir miydi? Bölge üzerinde, Bölge insanı üzerinde, beşte biri için de olsa bu kadar etkili olabilir miydi?

Olamazdı. Şüphesiz orda da devlet millet olarak da bizim de çok hatalarımız var. Yani kendimize öz eleştiri yapmak açısından… Ama orada iki şeye çok dikkat etmek gerekiyor: Birincisi, verilen standartların sürdürülebilirliği, yani çok aşırı yükseltmek her zaman risktir. Devlet hayatı her zaman sürprizlere gebedir ve devlet hayatında 10 yıl – 20 yıl hafta gibidir. Dolayısıyla sürdürülebilirlik önemlidir. İkincisi de bunun bir hibe mekanizmasına dönüşmemesi… Bugün için de en önemli risklerden birisi budur.

Yani Aydın’a yapıldığı gibi bir hizmet mekanizmasına, Adana’ya yapıldığı gibi, Samsun’a yapıldığı gibi bir hizmet mekanizmasına neden dönüşemedi oradaki durum?

Orada devletten kaynaklanan hatalar da var. Sosyolojik olarak elimizdeki malzemeden, insan kaynağından kaynaklanan hatalar da var. Yani bunun bir hibe mekanizmasına değil, nitelikli üretim ve geri dönüşümü garantileyen ve bunu mümkün olduğunca maksimize eden bir yatırım anlayışına dönüşmesi gerekiyor. Yoksa eğer insanları çalışmadan, siz belli bir takım kaynaklarla ayakta tutmayı alışkanlık haline getirirseniz bu sonuçta üretime yansımadığı gibi insanların herhangi bir iş yapmadan, yanlış işlerle meşgul olup toplumsal düzene zarar vermesi olarak geri döndüğünü görebiliriz.

Ama onlar olmasaydı, bir yandan da dış dinamikler bu kadar kuvvetli olmayacaktı diyorsunuz. İnsanların çok konuşacağı veya yılmış olabileceği sorunlar olmayacaktı, o zaman değil mi?

Şüphesiz. Yani fakirlik, yoksulluk, işsizlik her türlü problemin kaynağı. Bugün işte Mısır’ı konuşuyoruz, Tunus’u, Suriye’yi, Libya’yı konuşuyoruz. Yani orada sorun olmasa kimse onları manipüle edemez. Dış güçler filan havada kalır veya çok marjinal kalır, yani topluma sirayet edemez. Bir sorun var ki, onlar suiistimal ediyor. Dolayısıyla bizim, var olan sorunları en aza indirmemiz gerekir. Ama bunu da bir reel politik sağduyu içerisinde yapmamız gerekir.

Atılan adımları nasıl buluyorsunuz şu an da hocam? Yani şu gelinen noktada; karşılıklı atışmalar, Başbakanın dedikleri, “demokratik özerklik” var biliyorsunuz. Bir yandan “vergi vermeyiz” açıklamaları var, “bedel ödetiriz” açıklamaları var, “Kürt sorunu yok terör sorunu var” açıklamaları var şu an ve anayasa çalışmalarından bahsedeceğimiz bu günlerde biz ne yazık ki terörün artışından – terörün varlığını bir kez daha masaya koyarak, üzerinden – konuşuyoruz. Ne olacak sizce? Örneğin BDP’yi biz görebilecek miyiz Ekim’de mecliste? Bu konunun çözümü için bir anayasa çalışmasıyla mı harekete geçilecek yoksa? İşte polisin gücünün artırılması mıdır aslında çözüm için anayol, ne söylersiniz?

Şimdi BDP’nin meclise gelip gelmeyeceğini tabi kestiremeyiz, yani onların kendi iç dinamikleriyle ilgili bir şey ama şu söylenebilir: Yani BDP geldiği noktada dış konjonktür işaretlerine bakıyor. Bu işaretler olgunlaşır mı olgunlaşmaz mı bilemiyoruz. Yani eğer olgunlaşırsa meclise gelmeyebilirler, olgunlaşmazsa gelebilirler. Çünkü onlar “biz seçilmiş bir bölgenin/ülkenin milletvekilleriyiz, Diyarbakır’da merkezli olarak toplanıyoruz” gibi gayriresmi bir şey ilan etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla hani şu kriz olduğu dönemde iddia edilen şeyleri önlerine koysanız da, Hatip Dicle’yi örneğin hapishaneden çıkarıp meclise koysaydınız da, başka bir bahane olacaktı, bunda emin olun. Dolayısıyla bundan sonraki Türkiye’nin ve uluslararası sistemin alacağı şekil, onların cesaret noktalarını etkileyecek. Olumlu veya olumsuz olarak bu anlamda Türkiye’nin mümkün olduğunca zaman kazanmasının yerinde olacağı kanaatindeyim. Çünkü bütün süreçler doğru yönetilirse Türkiye’nin lehine ilerliyor. Ama burada bana göre eksik – olumsuz olan şey de bazı zihinsel eşiklerin aşılmış olması. Yani artık demokratik özerkliğin tek taraflı ilan edilmiş olması, işte “mahkemelerinize gitmeyeceğiz”, “vergi vermeyeceğiz” – ki artık ne vergi veriliyor o da ayrı mesele, ayrı ironik bir şey – vb. tarzda bir takım iddiaların yani adeta sivil başkaldırışa dönüşen iddiaların seslendirilebiliyor olması… Bunlar çok önemli zihinsel eşiklerdir.   

Neden gelindi bu aşamaya peki? Şimdi bir yandan da şöyle konuşmalar var: “İmralı’yla Kandil… İçlerinden bir çatlama mı yaşanıyor?” derken sonra İmralı’dan bir mesaj geldi ki, Silvan saldırısının on katı bile olabilme noktasında tehditvari bir mesaj diyelim. Bir yandan barış konseyi hazırlanması düşünülüyordu… Ondan önceki gelen mesajlara baktığımızda – az önce bir şeye işaret ettiniz, Hatip Dicle çıkartılsa bile bu noktaya gelinecekti diye – o halde şimdi mesele Abdullah Öcalan’ın çıkartılması mı amaç? Gerçekten demokratik haklar mı, yoksa bir özerklik kazanmak mı? Neresinden bakılması gerekiyor bu soruna? Eğer amaç o özerklik kazanmak ve Öcalan’ı çıkarmaksa bir çözüm görebiliyor musunuz siz?

Yani oldukça zor… Zorlayacaklar bu konuda! Yani amaç öncelikle Öcalan’ı mümkünse çıkarmak, demokratik özerkliği kabul ettirmek ve bir süre sonra da belki şartlar olgunlaştığında bir takım yeni gelişecek olayların bahanesiyle bağımsızlık talebinde bulunacak. Bu kısmı biraz komplo teorisi, yani ikinci kısmı… Ama bugün olacak olanları da birkaç sene önce söylenseydi o zaman da komplo teorisi denilebilirdi. Hatta Uluslararası faaliyetler için “Demokratik Özerk Kürdistan” diye de bir başlık belirlemişler. Gelinen noktada devletin gerektiğinde güvenlikle ilgili alması gereken tedbirler varsa onları da alarak ve bütün parametreleri, bin yıllık devlet hafızasını, ferasetli olmayı, – maddi manevi bütün her şeyi iyi kullanarak – bu anlamda Türkiye’nin bu sırat köprüsünü geçmesi gerekiyor.

Kullanabilme ümidini görüyor musunuz siz? Örneğin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, son Silvan saldırısıyla ilgili raporu açıklandı. Bazen şu konuşuluyor: örneğin – Türkiye’de şimdiye kadar da konuşuluyordu – TSK ile devlet arasındaki sorunlar. Bu sorunun  çözümü için bile – yeri geldi, engel teşkil etti – noktasında son raporda görüyoruz ki – Başbakan da ifade etti – bir örtüşme var. İçişleri Bakanlığı raporu değerlendirmeli. Hatta TSK kendini yargılama noktasına gelmiş gibi görünüyor. Birlikte çalışmak çok eş düzeyli çalışmak bir yandan da acaba sorunun çözümü için bir başlık olabilir mi ve bundan sonra yapılabilir mi?

Yani görünürde formel olarak zaten asker – hükümet – devlet birlikte çalışır. Ama bir kere o, formel olarak onu belirtmek gerekiyor. Son birkaç yıldır bazı sorunlar vardı. Fakat iyi niyetle Silahlı Kuvvetlerin şahsında yürütülen bir politika vardı. Ama bu politika çok konuşulabilir ve savunulabilir bir politika değildi. Yani biraz büyük devlet olma psikolojisi düşüncesiyle yürütülebilen bir politikaydı bu. Çok iyi anlaşılamadı ve bir takım iyi niyetli deneme – yanılmalar yapıldı. Gelinen nokta aynı yere çıktı. Bugün hem hükümetimizin hem Genel Kurmayımızın, yani ordumuzun – geçmişte karşılıklı olarak hataları varsa – birbirinden ders alarak ve iyi niyetli – asla bunun arkasında birbirlerinde kötü niyet aramadan – birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Yani bu ülke onlara emanet hem sivil kanadıyla hem askerî kanadıyla herkesin kendi rolünü çok iyi oynaması gerekiyor. Ama sonuçta dönüldü aynı yere gelindi ki güvenlik ekseninin asla zayıf bırakılmaması gerekiyor. Diğer bütün parametrelerinde – uluslararası ilişkilerinde, ekonomik sorunlarında, sosyal bütünleşmede kültürel bütünleşmede – bütün kanallardan çalışılması gerekiyor. Aslında birkaç yıl öncesine geri dönüldü ama daha sofistike, daha tecrübe edinmiş, daha akıllı bir şekilde geri dönülmüş oldu.

Peki, Anayasa’ya bakalım. Ama Anayasa’ya bakmadan önce yine onunla bağlantılı ve özellikle Başbakan tarafında çok dillendirilen “başkanlık sistemi” bu konuda bir çözüm üretecek mi, etkin olacak mı soralım size… “Başkanlık sistemi” zaten çok tartışılan bir konu. Zaman zaman gelip gidiyor Türkiye’nin gündemine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından, Burhan Kuzu tarafından… Neden olmasın? Türkiye’ye özel bir düzenleme yapılabilir. Hani “Ne Fransa olur, Amerika olur. Ama Türkiye için özel bir düzenleme, özel bir başkanlık sistemi yapılabilir” denilen bir nokta var. Başkanlık sistemiyle beraber eyalet sistemi gündeme geliyor. O noktada da belki bu sorunun çözümü için sadece bir tek özerk alan değil de birçoğu olacağından çözüme yönelik bir adım olarak görülüyor. Bu tip değerlendirmeler var, siz katılıyor musunuz?

Şimdi bu özerklik meselesinde eğer bir ara çözüm üretilecekse bunun adresi Avrupa yerel yönetimler özerklik şartıdır. Türkiye’de zaten bunun tarafıdır. Belli bölümlerine şerh koymuştur anlaşmanın ama sonuçta o şerh koyduğu şeylerin birçoğunu da şu anda fiilen uygulamaktadır. Dolayısıyla çözüm eksenli bir yaklaşma olacaksa, Avrupa Birliği yerel yönetimler özerklik şartı üzerinden olur.

Oradan gidilebilir zaten diyorsunuz.

Bu zaten Kürt sorununa indirgenemez. Türkiye’deki bütün yerel yönetimleri kapsayan bir şey olacaktır. Dolayısıyla herhangi bir ayrıcalığa farklılığa izin verilmeyecektir, buradan yola çıkılmalıdır. Başkanlık sistemine gelince de benim kanaatim şu: Türkiye eninde sonunda başkanlık sistemine geçecek ama bunun zamanlaması çok önemli. Türkiye bu anlamda yeterli demokratik sosyolojik ekonomik güce ve olgunluğa kavuştu mu?  Bana göre bugün için kavuşmadı. Yani bazı şeyleri zamansız yaparsanız ortaya farklı sonuçlar çıkabilir. Ama Türkiye eninde sonunda buna geçecektir. Bu olgunluğu yakaladığı zaman, zaten 2007’de cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verildiği zamandan bugüne kadar bir düzenleme yapılmadı. Yani mevcut haliyle cumhurbaşkanını halka seçtirmek zaten bir facia yani mutlaka uyum kanunlarının yapılması gerekiyor böyle bir ihtiyaçta zaten önümüzde duruyor, başkanlık sistemine geçilmese bile halkın seçeceği cumhurbaşkanın yetki ve görevleri ve uygulama biçimi konusunda yeni düzenlemelere gidilmesi gerekiyor.

Peki, hâlihazırdaki parlamenter sistemin doğru kullanıldığını düşünüyor musunuz?

Daha demokratik olmalı, parti içi demokrasiler daha güçlü olmalı ve çok daha güçlü siyasetçilerden oluşmalı. Yani genel başkanların seçtiği isimler değil. Bakın Fransa’nın farklı bir modeli var: Merkezî parlamentoda görev alan siyasetçi yerel yönetimlerde de görev alabiliyor ve yılın iki – üç gününü kendi bölgesinde, iki – üç gününü de meclis çalışmalarında geçirebiliyor. Dolayısıyla tabanı olan çok güçlü siyasetçilerden oluşuyor. Bu bir anlamda geleneksel anlayışı ürkütebilir. Çok güçlü siyasetçilerden, siyaset tabanı olan insanlardan meclisin oluşması gerekiyor. Dolayısıyla o zaman daha demokratik, daha temele inan; daha halka inen bir parlamenter sistem mümkün olacak.

Son soru Sayın Şensoy. Yeni Anayasa, az önce de ifade etmiştik aslında. Şu sıralarda belki onu konuşuyor olmamız gerekiyordu, bu kadar terörü konuşacağımız yerde. Nelerdir sizin için? Şunlar şunlar olursa… Hem Türkiye’nin sadece terör sorunu yok belki de bugünlerde bunu sıklıkla konuşuyoruz ama yıllardır çözemediği başka sorunlar da var. Birçok sorunun oluşmasına sebep olan bir anayasamızın olduğu değerlendiriliyor genel itibariyle ve sivil olması noktasında da çalışmalar isteniyor. Nedir o sorunlarımız, nelerin en başta değişmesi gerekiyor sizce?

Türk devleti – milleti – toplumu – bütün halkımız bir kere mevcut anayasamızın önündedir. Siyasi ve demokratik olgunluk olarak en önemli sorun bana göre askerî bir darbe sonrasında veya askerî mantıkla hazırlanmış olan bir anayasa olmasıdır. Bunun 30 yıldır bir sivil irade eliyle değiştirilmemiş olması Türkiye için bir kayıptır. Ama geldiğimiz noktada şu önemli bir kere: Son birkaç yılda yaşanan olaylarla, kabul etsek de etmesek de Türk toplumu oldukça kamplaştı ve ideolojikleşti. Objektif kriterlere hiç başvurmadan, bakmadan, bir şeyi reddediyor veya kabul ediyor. Yani bu hiç sağlıklı bir şey değil ülkenin geleceği açısından. Dolayısıyla Anayasa’nın da bu sorunların mümkün olduğunca aşıldığı bir ortamda yapılması gerekiyor. Toplumsal uzlaşmanın mümkün olduğunca tabana inen bir anlayışla yapılması gerekiyor. Anayasa hazırlama sürecinde toplumsal kanalların çalıştırılmasıyla ilgili organizasyonların oluşturulması ve ciddi kaynaklar da ayrılması gerekiyor bana göre. Çünkü ortaya çıkan metin de önemli ama asıl önemlisi o metni ortaya çıkaracak olan ruhun ülkeye hâkim olmasıdır. Yani onu birlikte kabullenmektir…

 

Süleyman Şensoy

TASAM Başkanı

 

TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY’un Bugün TV’de 27.07.2011 tarihinde verdiği röportajıdır.

 

Kaynak: TASAM

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...