Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm

 “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslümandır.” (Danimarka’da bir ders kitabında geçen ifade)

 Ele aldığımız kitap; akademisyen, yazar ve araştırmacıların makale ve yazılarından derlenmiş olmakla birlikte kavramsal ve tarihsel yaklaşımlarla İslamofobinin dünyadaki yansımalarını bize aktarmaya çalışıp, ülkelerden örnekler vererek açıklamıştır.

 İslamofobinin 1979 İran İslam Devrimi ve 11 Eylül olaylarında yaygın bir düşünce haline geldiğinden bahsedilmiştir. İslamofobik bir örnek olarak, 1990 yılında Pakistan kökenli Muhammed Rasul adlı gencin yazdığı “Hollanda’nın Çöküşü” adlı kitabın yarattığı tepkiye değinilmiş, kitapta Hollanda’ya yapılan göçün “Müslüman fethi” olduğu ve 2050 ye kadar ülkenin ele geçirileceğine dair yorumlar olduğu yazmaktadır. Yazar, 1997 yılında İngiltere’de Runnymede Trust adlı kuruluşta yayınlanan “Islamophobia: A Challenge For Us All” başlıklı rapordan bahsetmiş ve rapordaki 8 temel iddiaya dikkat çekmiştir. Rapordaki iddialar, İslam’ı; tek tip ve değişime kapalı, barbar, ilkel, cinsiyetçi tutumlara sahip, acımasız ve tehditkâr, dini inançları siyasal ve askeri çıkarlar için kullanan bir din olarak nitelemiştir. Yazar, kavramsal açıdan “İslam” ve “Fobi” kelimelerinden oluşan İslamofobideki algının, İslam düşmanlığı ve İslam korkusuyla oluştuğuna dair açıklık getirmiştir. Yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın farklı şeyler olduğu vurgulanırken, İslamofobinin ırk temelli değil, din ve kültür temelli bir düşmanlık olduğu belirtilmiştir. İslamofobi ve anti-İslamizmin farklı anlamlarda olduğunu vurgulayan yazar, İslamofobinin temelinde aile ve sosyal çevreden aktarılan önyargılar olduğunu, anti-İslamizmin ise Batı dünyasındaki ideolojik ve siyasal grupların yaptığı çalışmalar olarak değerlendirmiştir. Ve iki kavram arasındaki bağı, ilk etkenin sebep ikincisinin de sonuç olduğu şeklinde belirtmiştir.

 İslamofobinin Avrupa’daki yerini göç tarihiyle ilişkilendiren yazar, II. Dünya Savaşı’ndan 1980e kadar yapılan göçün düşmanlık yaratmadığını; hatta “konuk işçilik” olarak değerlendirildiğini belirtmiş, ilk düşmanlığın ise 1979 İran devrimiyle başladığına değinmiştir. İkinci kırılmanın yaşandığı 1989 Berlin duvarının yıkılmasını, 1990-1991 Körfez Savaşıyla Batı ve İslam dünyası arasındaki ilişkilerin iyice kötüleştiğini belirtmiştir. Üçüncü kırılma ve zirve noktası olarak 11 Eylülü değerlendiren yazar, bu dönemden sonra tarihsel önyargıların dirildiğini ifade etmiştir. İslamofobi ve Anti-İslamizmin kökenleri İslam’ın doğduğu ilk günlere dayandırılsa da İran İslam Devrimiyle baş göstermiş, Komünist Blok’un yıkılmasıyla “yeni bir düşman” olarak işaret edilmiş ve 11 Eylül Olayı ile doruk noktasına ulaşmıştır.[1]

Anti-semitizm ve anti-islamizm arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak için tarihi arka planlara değinmiştir. Anti semitizm kavramının ilk defa 1880 yılında bir Alman gazeteci tarafından kullanıldığını belirten yazar, M.Ö. 586’daki Babil Sürgünü’nün Yahudiliği milli bir din haline getirdiğine değinmiş, 1290’daki ilk sürgünden ve 1492’deki İspanya’dan yapılan sürgünden bahsetmiştir. Anti İslamizm’in tarihini 1300 yıl öncesi, yani Haçlı Seferlerine dayandırıp, İslam’ın ötekileştirilmesinde cihat anlayışının etkisini ortaya koymuştur. Ayrıca anti-islamizmin ABye giriş sürecinde de etkili olduğunu öne sürmüştür.

Martin Luther’in İslam (Türkler) ve Papalık için “aynı şeyler olduğu” görüşü, var olan anti-islamik algıyı daha da arttırdığı vurgulanmıştır. Luther, Voltaire, Dante gibi Aydınlanma Çağı’nda yaşamış yazarların ortak paydası, İslam’ı öğrenebilecekleri kaynaklara ulaşma imkânları varken subjektif olmalarıdır. Benzerlik olarak Yahudiliğin “seçilmiş din” ve İslam’ın “son din” olması yönündeki ayrıcalıklarının nefreti oluşturduğu gözlemleniyor. Farklılıkları ise, Yahudi lobisinin semitik söylemlerde devreye girme hakkı varken, anti-islamizm için aynı mekanizmanın olmadığı; anti-semitizm uluslar arası deklarasyonlara girerken anti-islamizmin girmemesi ve islamofobik bir tepki olduğu kanıtlanamazken anti-semitik bir tepki için yaptırımın var olmasıdır.[2]

“Türkiye ve Avrupa’nın Çatışan İmajları” başlığında Murat Yel, öğrencilik hayatından tecrübelerle bir Müslüman ve Türk olarak kendisine karşı olan tutumlara ve Türklerin Avrupalılara karşı tutumlarına değinmiştir. Yazar, İngiltere’deki eğitim sürecinde doğu kültürü olarak kendisine ve bir Japon arkadaşına olan tutumdan bahsetmiş, hocanın ülkelerdeki olaylar hakkında (öğrenciler farklı Avrupa ülkelerinden olmasına rağmen) soruların sadece Japon arkadaşına ve kendisine yöneltildiğini belirtmiştir. Portekiz’de gittiği Fatıma şehrinde Katolik olmadığı için ziyaret alanından uzaklaştırıldığını, Türk olduğunu söylediğinde muhataplarında Papa II. John Paul’a suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca’yı çağrıştırdığını belirtmiştir. Türklerin tutumundan bahsederken “Avrupa’nın hümanizmi”nden etkilendiğini, karşılaştırılmayacak kültürler olmasına rağmen Türk televizyon kanallarında Batılı tarzların varlığıyla, Türklerin kendilerini Avrupalı olarak düşündüklerini belirtmiştir. Batı’nın Körfez savaşı ve Bosna soykırımındaki takındığı tavra rağmen bugün Türkiye’nin AB’ye entegre olma çabasını sorgulamıştır. Türkiye ve Avrupa’nın şimdiki halini tasvir ederken sosyo-kültürel dinamiklerini belirtmiştir: İlki, diğer bütün ideolojilerden daha hümanist olma iddiasındaki Batı’nın bugünkü sözde liberal ideolojisidir; ikincisi, Batı’nın yeterince dürüst davranmayışı, dünyanın geri kalanını “üçüncü dünya”, “gelişmekte olan”, “gelişmemiş” şeklinde kategorize ederek onlara hâkim olma çabasıdır.[3]

Müslümanlığın dini yönünden ziyade kimlik kavramına olan fobiye vurgu yapılmıştır. İslam’da korkunun iki şekil olduğu: doğal korku (karanlıktan ya da köpekten korkma gibi) ve sanal-yapay korku (Müslümanların kültürlerini yozlaştıracağı, aş ve iş imkânlarını yok edeceği, ellerine fırsat geçtiğinde terör eylemleri yapacağı düşüncesi) olarak açıklanıyor. Yazar, Avrupa’daki insanların tutumunu ortaya koyarken Müslümanların başörtüsünden ya da sakalından, minareden korkmayı yapay korku şeklinde açıklıyor. Din özgürlüğüne değinirken, 2004’te Almanya’da yaşanan bir mahkeme sonucunda, rahibin dini kıyafetlerle girdiği derse Müslüman’ın da başörtüsüyle girebileceğini belirtmiştir. Avrupa’da başörtüsünün baskı olarak algılandığını ve Tanrı’ya boyun eğmenin özgürlüğü yitirdiği anlamına geldiğini belirten yazar, Batı’da hürriyetin gelişmesinin ana akımını “Tanrı’dan özgürleşme” olarak açıklamıştır.[4]

Tarihte bir islamofobik olan Martin Luther’in, Kanuni döneminde yaşamış olmasının etkisi büyüktür. Viyana’ya kadar giden Osmanlı’nın (Türklerin) bu dinin temsilcisi olması Luther’in İslam’ı “Türklerin dini” şeklinde eleştirmesine neden olmuştur. Luther, Kur’an’ı tercüme ederek bu kitabın beşeri (Hz. Peygamber tarafından yazıldığını) olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda Kur’an’da geçen Hz. İsa’nın kabulü için Hz. Peygamber hakkında olumlu eleştirileri olduğu da görülmüştür. Luther; Hz. Peygamber’in kılıç(cihat anlayışıyla), Hz. İsa’nın barış(emirlerden yola çıkarak) peygamberi olduğunu, Türk inancının da aslında “bu” olduğu kanısındadır. Martin Luther, Haçlı Seferlerini dini bir amaçla insanlar kullanıldığı için eleştirmiş ve Hristiyanların “barışla” çözüm araması gerektiğini savunmuştur. Papa ve Türkleri “deccal”in ruhu ve bedeni şeklinde eleştirmiştir.[5]

“Buyruk” kavramı “bir kimseyi belirli bir davranışta bulunmaya zorlayıcı söz, emir, ferman” şeklinde açıklanmış, TDK’nun “egemenlik” tanımına da yer verilmiştir. Birine buyurmakla birini buyurmak arasındaki “egemenlik” üzerinde durularak, İncil’deki “Öç almayacaksın”, “Komşunu kendin gibi seveceksin” buyruklarına değinilmiştir. Bu emrin oluşturduğu “komşum kim ki, seveyim?” sorusunun cevabı “ sana yardım eden kişi” şeklinde açıklanıyor. ‘Buyruk’un egemeni buyuran iken, ‘yasa’nın egemeni kimdir sorusu çıkıyor karşımıza. Freud ve Rozensweig’in görüşlerinden yararlanılarak hipotezi şu yönde sonuçlandırıyor; İslam’ın “komşu”sunun olmamasının, fizikî anlamda değil, kurucu anlamda bir “komşu”sunun olmasının, ona karşı gösterilen “fobi”nin zeminlerinden bir tanesi olduğu yönündedir.[6]



[1] Yrd. Doç. Dr. Kadir Canatan, İslamofobi ve Anti-İslamizm: Kavramsal ve Tarihsel Bir Yaklaşım

[2] Yrd. Doç. Dr. Özcan Hıdır, Anti-İslamizm ve Anti-Semitizm: Tarihsel ve Kavramsal Farklılıklar ve Benzerlikler

[3] Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Yel, İslâm ve Batı’nın Karşılıklı Algılamaları

[4] Fatih Okumuş, Avrupa’da İslamofobi ve Mâbâdı

[5] Yrd. Doç. Dr. Özcan Hıdır, Tarihte Bir Anti-İslamist Olarak Martin Luther

[6] Ahmet Demirhan, Komşu Komşunun Fobisine Muhtaç: Komşunun Psiko-Teo-Lojisi

Büşra AVŞAR

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...