Göçün Görünmez Yüzü: Türkiye’de Mülteci Kadınlar

Göç, insanlık tarihinin başından bu yana karşımıza çıkan ve çıkmaya da devam edecek bir olgudur. Bu olgu, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve siyasi nedenlerle ortaya çıkabildiği gibi göçün süjeleri açısından da dikkate değer bir inceleme yapılmasını gerektirmektedir. Öyle ki, röportajımızın konusunu oluşturan mülteci kadınlar bu süjelerin aslında en görünmez kısmını meydana getirmektedir. Nitekim, kadınlar göç hareketinin görünmez yüzü olarak göç olgusunun temelinde yer almaktadır. İnsan ticaretinden seks işçiliği ve kadına yönelik şiddete kadar uzanan pek çok nedenden dolayı kadınlar insan hakları ihlalleri ile karşı karşıya kalabilmekte ve göç nedeni her ne olursa olsun mülteci kadınlar toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından da tartışılması gereken pek çok konunun süjesi olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Buna göre, röportajımızda mülteci kadınlara ilişkin sorunlar göç çalışmaları bağlamında incelenecektir. Mülteci kadınlar ve göç konusu İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Akademi Koordinatörü ve Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Nihal Eminoğlu’na yönelttiğimiz sorular doğrultusunda incelenecek ve mülteci kadınların yaşadığı veya yaşayabileceği problemler değerlendirilerek göç meselesine mülteci kadınların yaşamları üzerinden bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılacaktır.

 Röportajda yöneltilen sorular ve cevaplar aşağıda yer almaktadır.

 

 

Dr. Nihal Eminoğlu’nun Değerlendirmeleriyle Türkiye’de Mülteci Kadınlar ve Göç Röportajı

1) Göç kavramı ile gerek Türkiye’de gerekse de uluslararası literatürde pek çok kaynakta karşılaşabiliyoruz. Göç meselesi tartışılırken göçmen, mülteci gibi kavramların birbirine karışmaması için ulusal mevzuatımız ve uluslararası sözleşmeler kapsamında bu konuya bir açıklık getirebilir misiniz?

Mülteci haklarını düzenleyen uluslararası sözleşme, Birleşmiş Milletler (BM)’in 1951 Cenevre Sözleşmesi’dir. Aslında sadece Cenevre Sözleşmesi olarak değil, bir de 1967 Protokolü’nü de ilave ederek mülteci haklarını anlatmak gerekir. Çünkü Cenevre Sözleşmesi, “Avrupa’dan gelenler” ve “1951 öncesi meydana gelen olaylar” ifadeleriyle hem coğrafi hem de zaman sınırlaması getiriyor mülteci tanımına. Oysaki, 1967 Protokolü coğrafi sınırlamayı ortadan kaldırıyor ve Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımına coğrafi bakımdan biraz daha geniş bir perspektif sunuyor. Bu nedenle 67 Protokolünden bahsetmeden olmaz.

Bugün BM’nin öncülüğünde imzalanmış olan ve mülteci haklarını tanımlayan en kapsamlı uluslararası sözleşme Cenevre Sözleşmesi’dir. Bu Sözleşme uluslararası hukukta mültecinin kesin, net ve sınırları çizilen bir tanımını yapıyor olması bakımından önemlidir. Yani bu sayede “mülteci” kavramı, uluslararası hukuk çerçevesinde kabul edilmiş bir statü olmuştur.

Sözleşme, mülteci statüsüne sahip olabilmek için bir zulüm, tehdit veya korku halini öngörmüştür. Bu sebeple kişi, bu nedenlere bağlı olarak ülkesini terk etmek zorunda kalabilir ve başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunabilir. Türkiye, bu Sözleşmeye taraf olduğu halde bir coğrafi sınırlama koymaktadır. Buna göre, Türkiye açısından, sadece Avrupa’dan gelenler için Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan mülteci tanımı geçerlidir. Ayrıca Monako, Madagaskar ve Kongo da bu sınırlamayı getiren ülkelerdendir. Diğer Avrupa ülkeleri Sözleşme’ye herhangi bir çekince/sınırlama koymadan imzalamışlardır. Bunun anlamı ise; Suriye iç savaşından kaçan ve ülkesini terk etmek durumunda kalan Suriyeliler, Türkiye’de, coğrafi sınırlama nedeniyle mülteci statüsünde olamıyorlar. Halbuki, Suriyeliler Sözleşmede yer alan mülteci tanımına birebir karşılık geliyorlar. Bu gruplar diğer Avrupa ülkelerine gittikleri zaman, bu ülkelerin herhangi bir coğrafi sınırlaması olmadığı için mülteci statüsüne başvurabilmektedir. Sadece Suriyeliler değil; coğrafi sınırlama nedeniyle Türkiye’ye Irak’tan, Afganistan’dan gelenler de haliyle mülteci değillerdir. Bu kişiler mülteci statüsünde değiller ama benim gibi birçok akademisyen ve hak temelli sivil toplum örgütleri Suriyeli mülteci, Afgan mülteci gibi ifadeler kullanırlar. Bunu ise hukuki olarak mülteci statüsünde olmasalar bile sosyolojik anlamda bu kişi ve grupların mülteci oldukları gerçeğini değiştirmemesine dayanarak söylerler. Yani, ortada bir zulüm, iç savaş ve ülkesini terk etme mecburiyeti doğmuşsa ve uluslararası hukuk bunun standartlarını bu kadar net çizmişse bunu sadece bazı coğrafyalardan gelen gruplara uygun bulmak veya bulmamak evrensel insan hakları değerlerine çok da uygun değildir. Türkiye’ye Avrupa coğrafyası dışından gelenler mülteci statüsünde değil, uluslararası koruma statüsündedirler. Suriyelilerin ise kitlesel göç akınıyla geldiği için geçici koruma denilen özel bir statüleri var. Bu da 2013 yılında yürürlüğe giren “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” kapsamında düzenlenmiştir.

Göçmen kavramına geldiğimizde ise, en geniş anlamıyla “Göç eden kişi” demek olduğunu bilmek gerekmektedir. Böyle bakıldığında bu kavram aslında mülteciyi de içinde barındırmaktadır. Ancak göçmen, tanımı itibariyle gönüllülük esasını öngörüyor şeklinde bir görüş var. Çünkü bir kişi eğitim, iş imkanları, evlilik veya daha iyi yaşam koşullarına erişmek gibi herhangi bir nedenle kendi iradesiyle gönüllü olarak bir yerden bir yere gitmeyi tercih etmişse bu kişiye göçmen adı verilmektedir. Göçmen kavramının, mülteci gibi sınırları açık ve kesin olan bir tanımı uluslararası hukukta yok. Burada göç, iradi olarak gerçekleştiyse kişi göçmendir, zorunluluk hali varsa da mültecilik kapsamına girebilmektedir. Bu nedenle bugün Türkiye’deki Suriyelilere “göçmen” demek tamamıyla bir hatadır. Yani aslında “göçmen” denildiği zaman doğrudan bir algı yanıltması yapıyoruz. Kaldı ki hukuken ve politik anlamda da hatalı bir ifade kullanmış oluyoruz. Çünkü bu kişiler kendi iradeleriyle gönüllü olarak değil, zorlayıcı nedenlerle ülkelerini terk etmiş kişilerdir.

 

2) Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımındaki kadınların yaşadığı zulüm ya da zulüm korkusuna ilişkin nedenlere yönelik boşluk ya da suskunluk nasıl yorumlanmalıdır, bu husus hakkında nasıl bir yaklaşım söz konusudur?

Burada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) özellikle 2000’lerden sonra önemli bir söylem ve duruş ortaya koyuyor. BMMYK’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne atıf yaptığı “Cinsel şiddet yoluyla zulüm veya toplumsal cinsiyete dayalı zulmü de içerecek şekilde 1951 Sözleşmesinde ve 1967 Protokolünde sıralanan nedenlerden ötürü zulme uğramaktan haklı olarak korktukları için mülteci statüsü talep eden kadınları mülteci olarak tanıması” yönünde bir tavsiye kararı bulunmakta. Burada şunun da altını çizmek lazım: Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımı ve maddeleri doğrudan kadın üzerine bir vurgu yapmıyor ancak yine de BMMYK’nin bu anlamda bir tavsiye kararının olması ve bunu kendi deklarasyonlarına yerleştirmesi önemli. BM aslında şunu demiş oluyor: Toplumsal cinsiyete dayalı zulüm de bir iltica sebebidir. Yani zulüm sadece diline, dinine, ırkına yapılan bir saldırı ya da tehditten kaynaklı olmaz. Maruz kalınan şiddetin -ki bu şiddetin tanımı çok daha geniş tutulmaktadır ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti de kapsamaktadır- zulüm anlamına geldiği ifade edilmektedir. Zulüm de mülteci statüsüne başvurmak için bir gerekçe olduğu için dolaylı olarak bu sayede bu statüye başvurulabileceğini söyler. Yani, ülkesinde gördüğü cinsel şiddetten veya toplumsal cinsiyete dayalı zulüm nedeniyle başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan bir kadın varsa bunun zulüm gerekçesi yerindedir ve mülteci statüsünün tanınması için de önceliklidir. Ancak yine Türkiye standartlarında bunu uygulayamıyoruz. Çünkü bizim tanımla ilgili bir sorunumuz olmamakla birlikte coğrafi sınırlamamız var. Ama yine de BM’nin bu kararı önemli.

 

3) Göç tarihini incelediğimizde erkeklerle birlikte kadınların da göçün önemli bir parçası oldukları görülmekte. Zira, göçün kadınlaşması için akademik çalışmalarda pek çok tanım yapılıyor olsa da siz göçün kadınlaşmasını nasıl tanımlarsınız ve terminolojik anlamından ziyade bu kavram neyi ifade etmektedir, göçün kadınlaşmasını toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında nasıl anlamalıyız?

Göç hareketi çok uzun yıllar hem akademik çalışmalarda hem politik hareketlerde bir erkek hareketi olarak algılandı ve görüldü. Aslında erkeklerin göçünü öne çıkartan durumlar da olmadı değil. Örneğin 1960-1970’li yıllarda Avrupa ile imzalanan misafir işçi anlaşmaları var. Türkiye bunun en önemli paydaşlarından biri ve bu anlaşmalar Avrupa’da bugün Türk diasporası dediğimiz diasporanın oluşmasında çok etkili olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış olan Avrupa’da, ekonomik anlamda güçlenmek için orta sınıf işçi ihtiyacı bulunmaktaydı. Bu açığı kapamak için Avrupa ülkeleri üçüncü dünya ülkeleri ile yeni iş birlikleri kurma yoluna gitti ve misafir işçi (guest worker) dediğimiz işçi sözleşmeleri imzalandı. Türkiye de başta olmak üzere, yine bu sözleşmelerin yapıldığı diğer ülkelerden göç eden kişiler de çoğunlukla erkekler oldu. Erkeklerin Avrupa ülkelerinde kalma süreleri artınca aile birleşimi adı verilen hakkın kullanımıyla menşe ülkelerindeki aileleri de bu ülkelere göç etti. Bu nedenle aslında somut anlamda gerçekten erkeklerin daha ön planda olduğu göç hareketleri var. Ancak göç her şeyden önce dediğimiz gibi bir yer değiştirme haliyse bu yer değiştirme gerek ülke içerisinde gerekse de ülke sınırları dışına olsun kadının her zaman içerisinde yer aldığı bir durum. Ailece yapılan göçlerde de yine erkeği temel alan bir algı oluşuyor ama orada da elbette kadının da bir yeri ve önemi var. Göçün ataerkil bir yapı olarak algılanmasının sebebi bu ama göçün kadınsallaşmasıyla bu algı da değişmeye başlıyor.

Göçün kadınlaşması dediğimiz dönemde ise göçte yavaş yavaş kadının görünür hale gelmesi söz konusudur. Yani bu yönde farkındalığın artığı dönemden bahsediyoruz. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kadınlar ciddi yoksulluk ve işsizliğin öznesi haline geliyorlar. O kadınların da bir göç hareketi söz konusu oluyor. Hatta o yıllardan bu yana gelen bir düzensiz göçün unsurları içerisinde fuhuş amaçlı veya hizmet sektöründe, evlerde temizlik işlerinde çalışan kadınlar da var. Bunlar doğrudan kadın göçünün örnekleridir. Bu yüzden 1990 sonrasında böyle bir kırılma da başlıyor. Bir de burada feminist kuramın devreye girdiği önemli bir dönem var. Feminist kuram, göçün kadınlaşmasını daha ön plana çıkartarak göç literatüründe kadını göç ile birlikte ele alan ve toplumsal cinsiyet kavramını ön plana çıkartan bir açılım yapıyor. Yani, göç alanında kadın çalışmalarına toplumsal cinsiyet temelinde de bakan bir bakış açısı ortaya koyuyor. Toplumsal cinsiyet burada önemli. Çünkü toplumsal cinsiyet, biyolojik anlamda kadın ve erkeği değil, toplumsal anlamda kadına ve erkeğe yönelik algılar/kalıplar üzerinden bir tanım ortaya koymaktadır. Toplumsal cinsiyette kadına ve erkeğe verilen roller vardır. Bu roller de çoğu zaman ataerkil toplumlarda mağduriyetler yaratır. Bu durum, kadının toplum hayatının içerisine girmesini ve sosyal hayatın bir parçası olmasını engelleyici niteliktedir. Bu nedenle göç hareketlerinde toplumsal cinsiyet vurgusunun yapılmaya başlanmış olması çok önemlidir. Hem mülteci ve göçmen kadınları daha görünür kılmak hem de farklı cinsel yönelimleri de düşünmeye ve onların haklarını tartışmayı gündeme getirir. Örneğin, LGBTİ+ bireylerinin haklarının olduğu konusunda bir farkındalık yaratır. Toplumsal cinsiyet, bu yönüyle de önemlidir.

Sonuç olarak, kadınlar da elbette göç ediyor ve kadınların erkeklerden farklı olarak karşılaştıkları sorunları var. Göç etme nedenleri de göç sırasında karşılaştığı sorunlar da farklılık göstermekte. Gittikleri ülkelerde sosyal uyum bakımından da kadınlar ve erkekler bakımından sorunlar değişiklik göstermektedir. Bu sorunlar üzerinde durularak aslında göçün kadınlaşması üzerinde de durulmuş oluyor.

 

4) Patriyarka merkezli bu sözleşmelerin yanı sıra bir de günümüz dünyasına uyarlanmış İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası düzenlemeler de mevcut. İstanbul Sözleşmesi göçün görünmez yüzü olan mülteci kadınları görünür hale getirmek için nasıl düzenlemeler içermektedir?

İstanbul Sözleşmesi tam adıyla “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözlesmesi”dir. Sözleşmeyi önemli kılan birkaç nokta var. Adı itibariyle zaten bütün insan hakları ve hak temelli yapılar bakımından desteklenmesi gerekmektedir. Yani, şiddete karşı gelen ve özellikle kadın şiddetine de karşı gelen bir sözleşmedir. Bir diğeri ise İstanbul Sözleşmesi’ne ev sahipliği yapan ülke Türkiye, yani sözleşmenin imzalandığı yer İstanbul’dur. Bu anlamda bu Sözleşme, aslında Türkiye’nin öncülük ettiği bir sözleşmedir. Diğer noktası ise; bu Avrupa Konseyi’nin oluşturduğu bir Sözleşmedir. Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği (AB) ile de çok karıştırılır. Avrupa Konseyi, Strazburg’da yer alan 47 üyesi olan ve 1949 yılında kurulmuş insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan bir uluslararası örgüttür. Türkiye açısından önemi ise Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden birisi olmasıdır. Haliyle biz 1949’tan beri bu yapının içerisindeyiz. Buna karşılık hem kurucu üyesi olduğunuz bir uluslararası kuruluşun hak temelli bir sözleşmesini hem kadın odaklı olarak şiddete karşı çıkan bir sözleşmeyi hem de Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı bir sözleşmeyi yürürlükten kaldırma veya birkaç maddesine sınırlama getirme şeklinde tartışmalar yaşıyor olmak üzücü bir durum aslında. Bu elbette kadın örgütlerini, insan hakları örgütlerini, bu konuya hak temelli bakanları ve nefret söylemiyle mücadele eden, şiddete karşı çıkan her insanı rahatsız eden bir konu. Türkiye’nin prestiji açısından da endişe verici. İmzacısından öte ev sahibi olup da sonra o sözleşmeden geri adım atan başka bir ülke örneği herhalde yoktur.

En başta Sözleşme, her türlü şiddete karşı gelmektedir. Fiziki şiddet, ekonomik şiddet, psikolojik şiddet, sözlü şiddet gibi kadına karşı yapılabilecek her türlü şiddet denildiği için oldukça geniş bir şiddet tanımı var. Bu da kadının haklarının korunması bakımından oldukça önemli. Ayrıca Sözleşme “aile içi şiddet” tanımı da yapmakta ve yeri bakımından da ev içi, kamusal alan gibi bir sınırlama getirmemektedir. Yani, şiddet nerede uygulanırsa uygulansın bu Sözleşme kapsamında hakların ihlal edildiğine karar verilebileceğini ifade etmektedir. Bir diğer önemli nokta -ki bu kısım ahlaki, dini, kültürel, toplumsal değerleri bozduğu gerekçesiyle Türkiye’de rahatsızlık yarattığı söylenen kısım (sözleşmeden çıkmak istenmesinin de temel nedeni bu)- kadının şiddete uğradığında hakkını araması bakımından şiddet uygulayan kişiyle evlilik içerisinde olma mecburiyeti yok. Yani sadece evlilik birliği içerisinde değil, evlilik birliği dışında aynı evde yaşayan kişilerin sevgililik, flört ilişkisi içindeyken karşı karşıya kalınan şiddette de kadının korunması Sözleşme kapsamı içerisine alınmıştır. Bu anlamda oldukça kadını koruyan ve haklarını genişleten bir düzenlemedir. Şiddetin tanımını da geniş tuttuğu için her türlü şiddet riskini ortadan kaldıran bir sözleşmedir. Ancak burada Türkiye’nin çekincesi toplumsal cinsiyet ifadesi ve sadece evlilik birliği içerisinde sınırlama getirecek şekilde bir düzenleme yapılmamış olmasıdır. Bir de bu Sözleşme’yi imzalayan ilk ülke olarak o günden bugüne ne değişti de şimdi kaldırılmak isteniyor sorusu da akla gelebilir. Bence bizler politik rüzgardan bağımsız olarak bilimsel ve akademik gözle sözleşmenin tam olarak ne dediğini rasyonel gerekçelerle ortaya koymak durumundayız. Bir hususu daha ilave etmek gerekir ki, İstanbul Sözleşmesi’nin mülteci kadınların haklarını koruyucu nitelikte bir düzenleme olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Mülteci kadınların da eşinden, partnerinden, birlikte olduğu kişiden ev içinde ya da ev dışında her türlü şiddete maruz kalması durumunda sahip oldukları hakları korumaktadır. Bu nedenle de önemlidir.

 

5) İstanbul Sözleşmesi bir yandan Türkiye’deki kadınlar için de tarihi bir değere sahip. Bu noktada mülteci kadınların yaşadığı problemler ile Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı kadınlar arasında nasıl bir ortak ilişki kurmak gerekir?

Kadın hem biyolojik durumu hem de toplumsal rolleri itibariyle aslında çok önemli bir faktör. Kadını eğitmek, aynı zamanda o kadının yetiştirdiği çocuğu eğitmektir. Kadına iş bulmak, aslında kadının ailesi içerisindeki dinamikleri etkilemektir. Yani kadında yarattığınız her farkındalık, o ailenin bütün bireylerine yansıyor. Bu da aslında bugünün Türkiye’sinde Türk kadınlarının daha iyi bir sosyal statüde olması veya ekonomik anlamda daha iyi bir düzeyde olması gerektiğini ortaya koymakla birlikte mülteci kadınları da desteklememiz gerekiyor sorusuna verebileceğimiz en makul açıklamalardan birisidir. Yani kadın, sadece kadın değildir. Kadın bağlı olduğu kişileri de aynı zamanda kalkındırabilen bir kişi olduğu için de bugün mülteci kadın söylemi önemlidir. Bununla birlikte bugün Türkiye’deki göçmen veya mülteci kadınların sorunlarını konuştuğumuz zaman genelde akla gelen aile içi şiddet, cinsel taciz veya saldırı, istihdam meselesi, aile içindeki ve kültürel roller sebebiyle kadının çalışmasının istenmemesi, kadına verilen yükümlülükler gibi sorunlar Türk kadınlarının da birçoğu için karşılaşılan durumlardır. Mesela, biz Türkiye’de kitlesel göç akını sonrası mülteci çocuk evliliklerini de gördük; ancak çocuk yaşta evlilik aslında Türkiye’de de bazı bölgelerde halen yaygın bir durum. Mülteci kadınlarla birlikte yine çok eşliliği konuşurken Türkiye bakımından da bir gerçeği aslında ortaya koymuş ve hatırlamış olduk. Bu sebeple aslında kadının derdi, maalesef ki ortak. Bu bizi nereye getirmeli? Bunu hep söylerim: “Gözyaşının rengi aynıyken bu kadar ayrışma niye?”. Dertler ortaksa ortak çözümler de bulunabilir. Bu sebeple Türkiye’deki “mülteci krizi” ve mültecilere yönelik neler yapılabileceğinin konuşulması Türk vatandaşının veya kadınının da sorununa eğilmek bakımından bir fırsattır. Bugün ideal olan Türkiye’de mülteci kadınlar için bir proje gerçekleştiriliyorsa her şeyden önce bir farkındalığın artırılmasıdır. Daha sonrasında bu farkındalık bizi mülteci kadınların içerisinde onların kendi kültürel kodlarını, özel sorunlarını veya toplumsal arka planlarını ayrıştırıp onların ihtiyaçlarına yönelik politikalar gerçekleştirmeyi sağlayabilirse ideal topluma ulaşmış oluruz. Daha hak temelli ve demokratik bir topluma ulaşarak mülteci krizini de bir yerde fırsata çevirmiş oluruz.

Son olarak, mülteci kadının sorunları çoklu dezavantajlı dediğimiz bir durum da ortaya çıkarabiliyor. Nasıl ki mülteci olmak bir ülkede dezavantajlı bir durum yaratabiliyorsa kadının da toplumdaki yerini konuştuğumuz zaman toplumsal cinsiyet tartışmalarında hem mülteci hem kadınsanız iki kere dezavantajlı hale geliyorsunuz. Hem LGBTİ+ hem mülteci bireyseniz bambaşka bir dezavantajlı durum yaşıyorsunuz. Dezavantajlı dediğimiz ifade aslında bir mağduriyet hissi de uyandırmakta, yani kapasitesi, avantajı olmayan şeklinde bir algı yaratıyor. Bu ifade nedeniyle de o kişilere karşı söz konusu algı nedeniyle bir mesafe yaratılmış olur. O kişilere bir merhamet söz konusu olsa da o kişilerin de toplumun bir parçası olduğu gerçekliğinden uzaklaşılır. Bu nedenle ben şu şekilde ifade ediyorum: “Toplumda dezavantajı yaratan toplumun çoğunluğudur, yanlış politikalardır”. Kişi sahip olduğu statü veya engeli sebebiyle aslında dezavantajlı değildir ve olmamalıdır. Göçmen ve mülteci gruplar için her zaman dezavantajlı ya da kırılgan dediğimiz ifadeler kullanılır ancak bugün göçmen ve mülteci aslında kimsenin olamayacağı kadar güçlü kişilerdir. Çünkü bir kimsenin isteyerek de olsa zorunlu da olsa kendi evini terk etmesi ve riskli bir göç yolculuğuna çıkarak bilmediği ülkelere gitmesi ve orada hayatını idame ettirmeye çalışması başlı başına bir güçtür.

 

6) Son olarak, Türkiye’nin mülteci kadınlar ya da Suriyeli kadınlar için de transit veya hedef ülke konumunda olması Türkiye’nin toplumsal uyum ve güvenlik bakımından göç politikasını nasıl etkileyecektir ya da etkilemekte midir? Mülteci kadınları önümüzdeki yıllarda karşılaşabileceği problemler ya da yeni göç politikaları bakımından neler bekliyor? Mülteci kadınlara dair eklemek istediğiniz başka bir husus bulunmakta ise onu da dinlemek isteriz.

 

Göç ve güvenliği esas olarak ikiye ayırmakta fayda var. Birincisi sınır güvenliği dediğimiz konu ki bu doğrudan düzensiz göç ile alakalıdır. Sınır kontrolü ve güvenliği her ülke için esastır. Devletler, sınırından kimlerin girip geçtiğini bilmek zorundadır. Düzensiz göç dediğimiz bu sınır geçişlerinin yasadışı olması halidir. Güvenlik politikaları bu nedenle düzensiz göçün kontrol edilmesi kısmını da içerir. Şu an mülteci kadınları konuşurken ise biraz daha düzensiz göç dışında toplum güvenliğini esas almaktayız. Türkiye’de bulunan mülteciler nasıl bir güvenlik krizi yaratabilir? Birbirine yakınlaşmayan, toplumsal uyum/entegrasyon sağlamayan toplumlar iç çatışmaya her zaman için çok daha açıktırlar. Önce birbirini tanımak ve ardından etkileşim kurmak, ön yargıları kırmak, nefret söylemini kaldırmak ve o toplumun bir parçası olarak herkesin toplumsal kalkınma ve sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlayabilir hale gelmesi en idealidir. Aksi halde marjinalleşme dediğimiz, gettolaşma, radikalleşme dediğimiz unsurlarla karşı karşıya kalırız. Yani bu aslında etki tepki meselesi. Dışlanan kişi ve grupların seslerini duyurma, haklarını savunma varlıklarını ortaya koyma biçimi şiddet yoluyla olmak durumunda gelişebiliyor çoğu zaman… Haliyle Türkiye’de bulunan mülteciler için uyum politikaları yapılmazsa, her iki toplum birbirine yakınlaştırılmazsa mültecilerin geri dönüş ihtimallerinin de azaldığını gördüğümüz bu dönemde Türkiye’de her iki toplumun nasıl yaşayacağına ilişkin bir formül bulunmazsa bu ayrışma toplumda çok ciddi çatışma ve krizleri de doğurur. Güvenlik işte tam da bu noktada tehlikeye düşen bir unsur olur. Burada kadınıyla erkeğiyle, farklı cinsel yönelimi olanla, çocuğuyla, farklı sosyal statüde veya etnik yapıda olanıyla herkesi kapsayan uyum politikalarını inşa etmek gerekir. Bununla birlikte kadının etrafını etkileme ve değiştirme gücünü de gözeterek daha spesifik ve somut uyum çalışmaları yapmazsak, kadını toplum hayatına kazandırmazsak, kadına iş imkanları sunmazsak orada dolaylı olarak kadının etrafındaki bireyleri de kaybetme riski yaratıyor olabiliriz. Yani kadın mültecilerin sorunlarını öncelemek ve uyum çalışmalarının merkezine almak önemlidir ve unutulmamalıdır ki sosyal uyumun en önemli parçası da yine kadınlardır.

 

 

 

 

SEZİN SEZER

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...