11. Peron: Bir Yanı Memleket Bir Yanı Gurbet

Gökhan Duman, 11. Peron, 2018, Vadi Yayınları, Sayfa Sayısı: 200

 

Gökhan Duman’ın yazmış olduğu 30 Ekim 1961 tarihinde Türkiye ve Almanya arasında imzalanan İşgücü Akım Anlaşması ile başlayan ilk işçi göçünün kişiler ve yaşadıkları toplumlar düzleminde oluşturduğu etkinin anıları öne çıkarılarak anlatıldığı 11.Peron Bir Yanı Memleket Bir Yanı Gurbet adlı kitabın ilk basımı 2018 yılının Mart ayında Vadi Yayınları tarafından yapılmıştır. Kitabın ismi ve kapağında görülen biletler yıllarca sürecek olacak Türkiye-Almanya arası yolculuğun temellerinin atıldığı Sirkeci garından kalkan göçmen işçileri taşıyan trenlerin son durağı olan Münih garı 11.perondan gelmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası iş gücü ihtiyacı olan Almanya ile iki yıl süresince konuk işçi sağlayacak olan Türkiye arasında 1961 yılıyla başlayan köklü değişimi anlatan bu kitapta hayatlarında ilk defa ülkelerinden ayrılan işçilerin yaşadıkları psikolojik yoğunluğu, konuk oldukları ülkede kurmaya çalıştıkları düzenleri, dönüş hayalleri ve iki ülke vatandaşları arasında yaşanan çatışmalar gazete küpürleriyle, fotoğraflarla, alıntılarla kısaca tarihi belgelerle desteklenerek vurgulu bir şekilde işlenmiştir. Orhan Pamuk tarzında bir anı anlatıcılığı havası olması nedeniyle okuyucuya kronolojik bir şekilde olayların ve sürecin aktarmaktan ziyade hisleri aktarma önceliğinin olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu konuda bilgisi olmayan kişilerin dahi anlayabileceği şekilde yazılmış; dili oldukça yalın ve akıcıdır. Dolayısıyla yaş sınırlaması olmaksızın geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmektedir.

Kitabın ilk bölümünde ne iş hakkında ne de gidecekleri ülke hakkında herhangi bir fikri olmayan  insanların iş bulma kurumunun önünde oluşturduğu başvuru kuyruklarını, geçilen sağlık kontrollerini, gidecek kişilerin açıklandığı listelerin bekleyişini hatta daha Almanya’ya varmadan kurdukları dönüş hayallerini anlatan yazar ilk bölümü 11. peronda kutlama niteliğinde yapılan karşılamayla bitirmiştir. İkinci bölüm ise konuk işçilerin iki yıl süreceğini düşündükleri iş ve yatakhane arasında geçen hayatları ile devam ediyor. Üçüncü bölüme gelindiğinde Almanya’nın yoğunluklu olarak Türkiye’den işçi alımına devam etmesi, bunun yanında mevcut konuk işçilerin ise  iki yılla sınırlandırılan çalışma sürelerinin uzatılması ve bu işçilerin ailelerini yanlarına alabilme olanağı sağlayan bir anlaşmanın imzalanması ile birlikte konuk işçilik kavramının değiştiği anlatılmıştır. Bu şekilde yazarın aslında her bir bölümde önemli değişimlerin başlangıcı niteliği taşıyan olayları konu edindiği görülüyor. Devam eden bölümlerde ise işçilerin eşleri ve çocuklarının yerleşmesiyle birlikte ailelerin bir yandan Almanya’da düzen kurmaya çalışırken diğer yandan çocukların eğitimi ve uyum sürecinde ortaya çıkan çatışmalarla mücadele etmesi yer alıyor. Bu sırada Avrupa’da meydana gelen kriz nedeniyle artan işsizlikle birlikte Almanya’nın göçmen işçi alımını durdurması ve mevcut işçilerin de tekrardan Türkiye’ye gönderilme çabaları ve insanlar üzerinde bu durumun etkileri işleniyor.

Eser, başta İbrahim isimli karakterin yaşamı olmak üzere göçmen işçilerin ve ailelerinin yaşamları odağında ilerleyerek gerçekçi bir anlatım sunuyor. Kitapta, o dönemde yaşamış olan kişilerin beyanlarına, pek çok fotoğrafa, gazete ve dergilerde yayımlanış olan röportajlara ve haberlere yer veriliyor. Bu bütüncül ve tarihi kanıtlara dayalı yapısıyla eser, bu alanda çalışan kişiler için bir başucu kitabı olma iddiası taşıyor. Bunlarla birlikte; yapılan anlaşmaları, anlaşmalar sonucunda değişen hayatları ve Türk işçilerle Almanya arasındaki etkileşimi nedensel bir çerçevede anlatıyor. Diğer yandan bütün bir Almanya göçünü sadece vasıfsız fabrika işçileri bağlamında ele aldığından ve oldukça sınırlı bir gruba ilişkin anlatılardan dolayı Almanya-Türkiye arasındaki göç olgusu hakkında genel bir çerçeve çizmeye yetecek ölçüde bilgi içermiyor. Kitabın başından sonuna kadar duygu ağırlıklı bir anlatımın hakim olması ve atılan her bir adımın romantize edilmesi, eserin, okuyucuyu anının ötesinde bir Türk göçmen işçi mağduriyeti kanıtlama endişesi taşıyıp taşımadığı sorusuna yönlendiriyor. Yazarın anlatış tarzına ve üslubuna göre düz bir çizgide gerçekleşen olay örgüsünde Almanya’ya göç eden işçiler çok çalışmış, savaştan yeni çıkmış bu ülkenin işçi açığını kapatarak Almanya’nın büyümesine katkıda bulunmuş ve bunu yaparken bir an bile geride bıraktıkları ailelerini, vatanlarını düşünmemezlik etmemişlerdir. Hatta ülkelerine dönme hayalleri kurmadıkları bir gün bile geçirmemişler; küçücük odalara rağmen memleket kokusunu içlerine çekebilmek için bavullarını odalarından bir an olsun bile ayırmamışlardır. Ailelerine mektup yazmaktan geri kalmayıp eşlerinin fotoğraflarını yıpranana kadar yanlarında taşımışlardır; ancak tüm bunlara rağmen, Türk işçilerin hem Almanya’nın ihtiyacını karşılamak hem de memleketlerine olan bağlılıklarını korumak konusundaki gayret ve özverileri ne Almanların bu kişileri kabullenip benimsemesini sağlayabilmiştir ne de memleketlerindeki Türklerin. Hatta, ilerleyen süreçte, çocuklarını da yanlarına aldıktan sonra analfabet çocukları olan Almancılar olarak etiketlenerek her iki ülkenin yerleşikleri tarafından ayrımcılığa ve damgalanmaya maruz kalmışlardır.

Kitaptaki romantik hava bir tarafta bırakıldığında ise uyum problemlerinin tek taraflı olmadığını, kaynak ülke vatandaşları kadar hedef ülke vatandaşlarının da yaşadığı endişeleri gazete yazılarındaki röportaj alıntılarından anlamak mümkün. 1961 yılı işçi göçü kitlesel bir göç olduğundan göçmen uyumu asimilasyon değil entegrasyon şeklinde gerçekleşmektedir. Bununla birlikte, göçün sadece belirli bir zaman aralığında ve belirli bir hedefe yönelik olması, kısaca ‘hayalet işçi’ alımı varsayımı göz önünde bulundurulduğundan toplumsal entegrasyonun yol açacağı değişimler yok sayılmış ve kaynak ülkeler ile hedef ülke arasında çatışmalara yol açmıştır. Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden gelen işçilerin beraberinde getirdiği farklı kültürel olgular, bu olguları bilmesi mümkün olmayan hedef ülke vatandaşları için bir güvensizlik oluşturmuştur. Bu da hedef ülke vatandaşlarının kaynak ülke vatandaşlarından uzak durmasına ve onların oturduğu mahallelerden uzaklaşmasına neden olmuştur. Avrupa’da başlayan krizle birlikte işsizlik de arttıkça sayıca çoğunlukta olan Türk işçilere olan önyargı artmış ve göçmenlerin yoğunluklu olarak bulundukları yerlere baskınlar yapılmaya başlanmış; Türklerin ülkelerine dönmesi için protestolar düzenlenmiş; ırkçı saldırılar başlamış ve devamında da ölümleri getirmiştir. Yaşanılan süreçte Almanya’nın herhangi bir uyum politikası uygulamadığını, bulunan çözümün ise yalnızca birtakım teşviklerle göçmenlerin kendi ülkelerine dönmesini sağlamakla sınırlı kalmıştır.

Sonuç olarak, sürekli olarak artış halindeki uluslararası göç ve göçmenliğin Türkiye’de ilk olarak gerçekleştiği zamanları ele alan yazar, yaşananları olduğu gibi diplomatik bir çerçevede anlatmaktansa toplumsal etkileşimleri ön planda tutuyor; ancak yazarın, anlatımı subjektif bir hayat örgüsü üzerinden yürütmeyi tercih ettiği eserinden edinilen baskın izlenim “göçmenler, ne kadar çabaladılarsa da, ne Almanya’ya ne de Türkiye’ye yaranamadılar” romantizmi oluyor. İlk bakışta kitabın bir anı anlatıcılığından öte sahip olunan fikri benimsetme odaklı olduğu anlaşılıyor; ancak detaylı bir şekilde incelendiğinde ise göç kavramının gerçek hayattaki yansımalarının etksinin azımsanamayacağı iddiasını taşıdığı da fark ediliyor. Ekonomik yetersizliğin itme, döviz getirisinin çekme olduğu “Göç Kuramları ve Temel Kavramlar” adlı makalede bahsedildiği üzere itme-çekme modeliyle açıklanabilen bu hareketliliğin zorunlu bir göç çerçevesinde başladığı ve devamlılığının da yeni kurulmuş düzen içinde birikimsel nedensellik kuramına göre sürdürüldüğü söylenebilir (Sirkeci & Göktuna Yaylacı, 2019). Yaşanılan bu göç hareketinin yol açtığı sosyal karışıklık ise kitabın ilerleyen bölümlerinde “uyum problemi” olarak ifade edilmektedir. Asimilasyoncu bakış açısına göre uyum, kaynak ülke vatandaşlarının sayıca az oldukları hedef ülke toplumuna ve kültürüne asimile olarak adapte olması şeklinde gerçekleşir ancak yukarıda bahsedildiği gibi kaynak ülke vatandaşlarının hareketliliği kitlesel bir yapıya sahip olduğundan bu bakış açısıyla açıklanacak bir uyum süreci gözlemlemek oldukça zordur. Çokkültürcü bir yaklaşım olan kaynak ülke ve hedef ülke vatandaşlarının ve kültürlerinin birbirleriyle etkileşim halinde oldukları ve iki tarafın da kültürel alışverişle karşılıklı değişimin özneleri olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu uyum sürecini kolaylaştıracak nitelikte herhangi bir politik adım atılmadığından, yazar, kitabı son iki bölümde şiddetli toplumsal çatışmaların örneklerine yer vererek geri dönüş göçüyle sonlandırmıştır.

 

EZGİ CANSIN ÇINAR

Göç Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

Sirkeci, İ, & Göktuna Yaylacı, F. (n.d.). (PDF) KÜRESEL HAREKETLİLİK ÇAĞINDA GÖÇ KURAMLARI VE TEMEL KAVRAMLAR. Retrieved January 02, 2021, from https://www.researchgate.net/publication/331998854_KURESEL_HAREKETLILIK_CAGINDA_GOC_KURAMLARI_VE_TEMEL_KAVRAMLAR

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...