Arap Baharı Davos’ta Başladı

2010 yılı sonunda başlayıp, Tunus’ta başlayıp Ortadoğu’nun en önemli ülkesi olan Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle devam eden Arap Baharı’nda önemli aşamalar geçiliyor. Libya’da Kaddafi yönetiminin artık siyasi gücünü kaybetmesi, Suriye’de Esad ailesinin şimdilik kalacağının netleşmesi ve en önemlisi Mısır’ın kaderinin ne olacağı konusunda kader anının yaklaşması tüm aktörleri net tavırlar almaya zorluyor. Arap Baharı’nın ortaya çıkmasına yol açan nedenlerden bir kaçını hazırlayan Türkiye’nin bu noktada ne yapacağı ise son derece dikkatle seyrediliyor. Başbakan Erdoğan’ın Mağrip ziyaretini işte tüm bu dengeler açısından değerlendirmek gerekir.

Arap Baharı’nın neden ve nasıl yaşandığı konusunda onlarca teori mevcut. Artan yiyecek fiyatlarından, sosyal medyaya kadar sayılan gerekçeler arasında çok azı Türkiye’nin bölgede son 10 yılda yaptıklarına, bunların Arap dünyası üzerindeki etkisine prim veriyor. Birçoğu bu tür bir tartışma açıldığında Türkiye’nin etkisini reddetmek bir yana, bu tür yorumları istihza ile karşılamayı tercih ediyor. Arap Baharı’nın kredisini cömertçe twitter ve facebook’a verenler, asıl meselenin temelini oluşturan Ortadoğu’daki siyasi temsil sorununu ise asla gündemlerine almıyor, aksine bu sorunun üzerini kapatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Tarihsel açıdan bakıldığında, Arap dünyasında bugün yaşananlar bir kaç diktatörün devrilmesinden ya da bir kısım gençlerin ellerinde twitterla, facebookla diktatör kovalamasından çok daha derin, çok daha karmaşık.

Sorun siyasi temsilde

Hızlı bir tarih turu atmak gerekirse, Birinci Dünya Savaşı’na kadar dünya siyasetinde Müslümanların ciddi bir siyasal temsil sorunu mevcut değildi. İslam dünyasının kalbinde yer alan Osmanlı Devleti, gücünün yettiğince dünya üzerindeki Müslümanların haklarını korumak için harekete geçmeye, en azından sembolik jestler yapmaya çalışıyordu. Bugün uzak diyarlardan gelen Osmanlı sultanı adına hutbe okutma ya da o diyarlara gönderilen Osmanlı askerleri hikayeleri, bu siyasal temsil ve siyasi-dini meşruiyet sorunu ile yakından ilişkidir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kaybedilen şey bir devlet, bir imparatorluk ya da bir siyasi entite olmaktan çok ötedir. Asıl kaybedilen Müslümanların dünya siyasetindeki siyasi temsilidir. Birinci Dünya Savaşı ile bu temsili gerçekleştirecek yegane güç dünya siyaset sahnesinden silinmiş, bu temsil çabası bir daha kendini gerçekleştirememiştir. Bir başka deyişle, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi gerçekleşmiş, ancak tasfiye edilen sadece devlet olmamış aynı zamanda siyasi temsil de tasfiye olmuştur. Bir asırdır, Osmanlı Devleti’nin yerine gelen devletler belli oranlarda deneseler de, hiçbir ülke bu temsil sorununu çözmeyi başaramamıştır. Önce sömürgecilik ve manda düzenleri, ardından post-kolonyal krallıklar ve en nihayet laik-milliyetçi Batı karşıtı Baasçı rejimler. Bu tekliflerin hiçbiri Müslümanların temsil sorununu çözme noktasında başarı sağlayamadıkları için şu anda halen Ortadoğu’da ciddi bir siyasi düzen krizi yaşanıyor. İşte Arap Baharı’nı hazırlayan asıl siyasi neden, bu temsil sorununun bizatihi kendisidir.

Filistin sorunu aslında tam da bu açıdan yeniden ele alınmalıdır. Filistin sorununu sadece belli toprakların işgali ya da bu topraklarla ilgili bir kavga sanmak, Müslümanların kutsal bölgelerinden birine indirgemek de son derece yanlıştır. Siyasal temsil sorununun olduğu bir dünyada, bu sorunu çözemeyen Müslümanlar için Filistin sorunu adeta bu sorunun göstergesi haline gelmiştir. Filistin sorunu bir türlü gerçekleşmeyen siyasi temsilin, bir türlü korunamayan hakların göstergesidir. Filistin metaforu, kendi temsil sorununu dile getirecek siyasi hareketler, siyasi vizyon ve siyasi dilden yoksun kitlelerin, bu taleplerini Lacancı bir dille ifade edersek bir “yerdeğiştirmece” ile Filistin’in üzerine boca etmesinden ibarettir. Siyasi taleplerine dil bulmayanlar Filistin ile bir dertleri olduğunu hatırlamış, bununla kederlenmiş, öfkelenmiş, hiddetlenmiş, bununla yaşayıp bununla ölmüşlerdir. Bu nedenle Açe’de Osmanlı sultanı adına hutbe okunması ile bugün Açe’de Filistin sorununa kederlenen insanlar hep aynı soruna atıfta bulunuyorlar. Bu nedenle Filistin sorunu ne kadar kayıp olduğu ya da yerleşim yerleri sorunu olmaktan çok daha fazladır. Meselenin siyasi temsil boyutu, İsrail’in sömürgecilikle yakın ilişkisi, Yahudiliğin Batı-merkezli bir istisnailikle İkinci Dünya Savaşı sonrası bir anda “Oryantal” olmaktan çıkıp “Batılı” hale gelmesi, İsrail’in Kanada, Avustralya ya da Güney Afrika Cumhuriyeti gibi sömürgeci-yerleşimci bir karakter sergilemesi, sona eren siyasi temsile nazire yaparcasına İslam coğrafyasının tam merkezinde yer alması hep bu Filistin metaforunu belirleyen etkenler olmuşlardır. İşte Basçı modellerin tüm meşruiyetini İsrail’e karşı Filistin denkleminde kurup, ulusalcı ve sömürge karşıtı bir tavırla kendilerini oluşturup, Batı karşıtı bir noktada siyasi pozisyon almaları bu nedenle önemlidir. Siyasi teolojisi meşruiyet üretmeye yetmeyen Baasçılık, sömürge sonrası bir dünyada, siyasi temsil sorununu ulusalcılığa indirgeyince meşruiyet için İsrail karşıtlığı aşısına mahkum oldu denilebilir.

Hem Batıcı hem Batı karşıtı…

Baasçılığın teslim bayrağını çekmesinin bir kaç sebebinden bahsedilebilir. Soğuk Savaş’taki her iki kampın da İsrail’le iyi ilişkiler kurduğu bir dünyada Baasçılık ulusalcı-sömürge karşıtı bir pozisyonla reel olarak politika üretmeyen ancak dünya siyasetinin çatlaklarında var olmaya çalışan bir karakter sergiledi. Bu dönemde Baasçılığı yıpratan bir kaç nedenden bahsetmek gerekir: İsrail’e karşı yaşanan askeri yenilgiler, İslamcılığın yükselmesi, İran’ın Müslümanların siyasi temsil iddialarına sahip çıkan bir dış politika yürütmesi ve en nihayet Camp David ile birlikte bir soğuk barışın kurulması. Camp David’i sadece İsrail’le barış ya da Mısır’ın rüşvet alması olarak yorumlayanlar aslında bu dönemde Baasçılığın mücadelesini görmüyorlar. Camp David özünde Baasçılığın kendini inkarı ve teslim olmasıdır. Cam David Baasçılığın siyasi intiharıdır. Bu anlamda her ikisi de Baasçı bir gelenekten gelen hareketlerin imzaladığı Oslo ile Camp David ilişkisi manidardır. Camp David Baasçılığı var eden siyasi temsil sorununa verilen muhtelif cevaplardan biri olan İsrail eleştirisinin tasfiye edilme anıdır. Bir başka deyişle Baasçılık, kendi meşruiyetini sağlayan bu siyasi temsil sorununu ve bunun metaforu olan Filistin sorununu üzerinden atmıştır. İşte bugünkü krizin asıl nedeni bu tasfiyenin gerçekleşmiş olmasına rağmen, Basçılığın halen ulus devlet yapıları üzerinde var olmasıdır.

11 Eylül ve meşruiyetin tükenişi

Tüm bu gelişmelere rağmen öncelikle Soğuk Savaş ve bu dönemde dengeleri sarsmamak adına Basçılığın devamına izin verildiğini kaydetmek gerekir. Soğuk Savaş sonrası Doğru Avrupa dağılırken Ortadoğu’nun dağılmaması ise ayrı bir sorundur. Bu anlamda dönüm noktalarından biri ise 11 Eylül 2001 saldırısı olmuştur. Bu tarihten itibaren kendisine stratejik düşman olarak İslamcılığı seçen ABD, Baasçı rejimleri İslamcılığa karşı mücadelede değerli müttefikler olarak görmüştür. Gerek Wikileaks belgeleri, gerek gizili CIA cezaevleri gerekse de birincil şahısların anlatılarına bakıldığında, Baasçı rejimlerin “Terörle Savaş” başlığı altında ABD’ye karşı oldukça cömert davrandığı ortaya çıkmıştır. İlk düşenlerin Zeynel Abidin bin Ali, Ömer Süleyman ve Abdullah Salih gibi bu süreçte en aktif çalışanlar olması rastlantı değildir. Meşruiyet sorununu artık gündemine almayan Baasçı rejimlerin yegane dayanakları olan Batı ve İsrail karşıtlığının da son 10 yılda iyice yıpranması bu rejimlerin altını oymakla kalmadı, muhalifleri de güçlendirdi. Ancak bu noktada asıl öldürücü darbe Erdoğan’dan geldi.

2009 yılında Davos Forum’unda İsrail Cumhurbaşkanı’na son derece sert eleştirilerle cevap veren ve konferansı terk eden Erdoğan’ın karşısında geleneksel Arap milliyetçiliğini temsil eden Arap Birliği Başkanı Amr Musa’nın bulunması aslında siyasi tabloyu son derece güzel özetliyordu. Demokratik bir ülkenin İslamcı gelenekten gelen lideri Erdoğan, siyasi temsil sorununu adını koyarak dile getirirken, bu sorunu tüm temsil imkanlarını kullanarak “dillendirirken” karşısında yer alan Baasçılığın sembol kuruluşu Arap Birliği Başkanı’nın sadece sinirli bir şekilde gülümsemesi ve çaresizlikle Erdoğan’ı kutlamaya çalışması Baasçılığın ve Arap milliyetçiliğinin sona erdiği anı işaretliyordu. İşte Arap Baharı’nın hız kazanması tam da bu hareketten sonra oldu. Artık siyasi temsil sorununun bir tane adresi vardı. Bu temsil sorununun açıkça dile getirildiği, tanımlandığı ve ısrarla vurgulandığı sürecin adı ise Post-Davos süreci idi. Erdoğan’ın Davos’taki tavrını bu siyasi meşruiyet mekanizmalarını ihmal ederek okuyanlar, elbette konuyu kişisel olarak ya da destansı bir kahramanlık hikayesi olarak ele alacaklardır. Oysa Davos’tan bugüne bakıldığında, Erdoğan gerek İran’la ilgili BMGK kararlarına, gerek İsrail’le ilgili sair konularda, gerekse de bölgeye dış askeri müdahalelere karşı koyduğu açık tavırla son derece sistematik, tutarlı ve giderek yükselen bir ısrarla siyasi temsil sorununu gündeme getirdi. Bu tavırla örülmüş pozisyon karşısında susmak zorunda kalan Baasçı rejimler, böylece kalan son meşruiyet kırıntısını da gün be gün yitirdiler. Artık ya siyaseti başka bir yerde kuran Erdoğan karşısında ya da Erdoğan’dan yana olacaklardı. Suskunluk, karşısında olmak olarak anlaşılacağından, çürüyen bu yapıların devrilmesi için artık gereken sadece bir mazeret bulmak ya da şartların olgunlaşmasını beklemekti. İşte Arap Baharı ve yaşanalar, sosyal medya ve ekonomik şartlar tam da bu mazereti verdiler, insanları harekete geçirdiler. Böylece artık siyasi meşruiyetini tamamen tüketmiş olan yapılar tek tek tasfiye olmaya başladılar.

Post-Davos süreci

Erdoğan’ın son gezisine bu açıdan bakmak gerekir. Erdoğan bir yönüyle, farkında olsa da olmasa da kendi siyasi hareketinin yol açtığı bir siyasi krizde şimdi yol almaya çalışıyor. Bir sürece yol açmakla o süreci yönetebilmek birbirlerinden tamamen farklı kabiliyetlerdir. Türkiye şu anda sebeplerinden biri olduğu bu kriz karşısında, süreci kontrol etmeye çalışıyor. Libya’da, Suriye’de sürekli yeniden pozisyon kurmalar biraz da bu süreci yönetme çabasından kaynaklanıyor. Ancak daha da önemlisi Türkiye’nin bu süreçte kendisini doğrudan taraf olarak görmesi, süreci sahiplenmesi. Erdoğan’ın Mağrip gezisi Mısır’a ne mesaj verdiği ya da laiklik konusunda ne söylediğinden çok daha önemlidir. Ziyaretin kendisi bizzat mesajdır. Zira Erdoğan Mağrip ziyareti ile birlikte, kendisinin sürekli referans verdiği siyasi temsil sorununun takipçisi olacağı mesajını açıkça vermiştir. Şimdi siyasi istikrarsızlık yaşayan bu ülkelerde, status qou anteyi diriltmeye çalışan gerici güçlere karşı, değişim güçleri ile işbirliği yapacağını, bu güçlerin ezilmesine seyirci kalmayacağını, bu güçlerle müttefik olduğunu, sürece doğrudan müdahale edeceğini göstermiştir.

Erdoğan’ın Mısır’da verdiği en önemli mesaj aslında bu nedenle seçimlerin yapılması gerektiği mesajıdır. Erdoğan bu mesajlarla artık Post-Davos Süreci’nin geri döndürülemez olduğunu, sürece bizzat sahip çıkarak bu sürecin siyasi temsil sorununu sürekli gündemde tutacağını göstermiştir. Bir başka deyişle artık Baasçılığa değil, bölgeyi kendi dinamikleri ile yöneten bir düzenin kurulacağını, bu yönde istikamet tayin eden tüm güçlerle birlikte çalışacağını, bunları koruyup gözeteceğini ilan etmiştir. Bu nedenle Mağrip turu sadece bir ziyaret değil, Ortadoğu’da gelecek düzeni kuracak siyasi öznelere güven verme, bu değişimi sabit kılma ziyaretidir. Gerek Neo-Osmanlıcılık söylemlerine, gerek İsrail’in aşırı abartılı tepkilerine gerekse de her yerde artık hissedilebilen kaygılara bir de bu yönden bakmak gerekir.

 

Nuh YILMAZ

George Mason Üniversitesi

 

Bu yazı  19 Eylül 2011 tarihinde STAR Gazetesi’nin Açık Görüş ekinde yayınlanmıştır.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...

Yapay Zeka Çağında Savaş ve Barış

Henry A. Kissinger, Eric Schmidt ve Craig Mundie: War...