Arap Baharı, Suriye ve Türk Dış Politikası

I

Şüphesiz ki 2010 yılının sonlarına doğru yayınlanmaya başlayan Wikileaks belgeleri, 2011’in uluslararası arenasını şekillendiren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Wikileaks, Amerikalı büyükelçilerin ABD Dışişleri Bakanlığı’na geçtiği kriptolara ulaşmış ve bunları 28 Kasım 2010 tarihinden itibaren tüm dünya ile paylaşmaya başlamıştır. Başlarda birçok kişi tarafından “Wikileaks ne işe yaradı?” sorusu sorulsa da Tunus’ta Kasım 2010 tarihinden itibaren başlayan ve 23 yıldır ülkeyi demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de ülkesinden kaçmasıyla sonlanan Yasemin Devrimi, Wikileaks’in aslında ne işe yaradığı sorusunun cevabı niteliğindedir.

Wikileaks’in dünyaya yaydığı gizli belgelerin Tunus ile ilgili bir bölümünde Tunus Başkanı Bin Ali ve eşinin ülkede bir mafya ağı kurarak Tunus’un tüm kaynaklarını ailece yağmaladıkları ve bu sayede büyük bir servete sahip oldukları konusu geçmekteydi. ABD Büyükelçisi tarafından ifade edilen bu durum işsizlik oranının %14’lere vardığı Tunus’ta zaten huzursuz olan halkı bir araya getirmiş ve yönetim aleyhine gösteriler patlak vermiştir. Göstericilere karşı alınan sert tedbirler protestoların tüm ülkeye yayılmasına neden olmuş ve Başkan Bin Ali daha fazla direnemeyerek ülkesinden kaçmıştır.

Daha önce benzeri görülmemiş bir halk hareketi olan Yasemin Devrimi’ni benzersiz kılan özellik; halkın sosyal medya aracılığıyla örgütlenip meydanlara inmesidir. Tarihte ilk kez bir hükümet internet aracılığıyla örgütlenen sivil halk tarafından devrilmiştir. Bu durum ekonomik ve siyasi özellikleri ile Tunus’tan pek de farklı olmayan diğer Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine de sirayet edince adına “Arap Baharı” denilen bir isyanlar zinciri, 2011 yılının gündem konusu olmuştur.

Tunus ile başlayan halk hareketleri domino etkisiyle sırasıyla Cezayir, Libya, Mısır gibi ülkelere ardından da tüm Ortadoğu coğrafyasına yayılmıştır. Gün geçtikçe genişleyen bu halk hareketleri Tunus’un ardından Mısır’da da çeyrek yüzyılı aşan Hüsnü Mübarek rejimini devirmeye muvaffak olurken Libya ve Suriye yönetimleri isyan eden halka karşı halen direnmekte ve bu da tüm uluslararası kamuoyunun tepkisine neden olmaktadır. Libya’da Kaddafi’nin yönetimden çekilmemekte ısrarcı oluşu ve Libyalı muhaliflere karşı alınan sert tedbirler Libya topraklarında ekonomik ve siyasi çıkarı olan Batılı devletlerin büyük tepkisini çekmiştir. Sonuç olarak Kaddafi’ye yapılan “yönetimden çekil” ihtarlarının cevapsız kalması ve Libyalı muhaliflerin Kaddafi’nin birlikleri karşısında gerilemeye başlaması bölgeye NATO (Kuzey Atlantik İttifakı) müdahalesinin gelmesine neden olmuştur. NATO’nun hava operasyonları Kaddafi birliklerinin yara almasına neden olurken sivil halk da bu operasyonlardan zaman zaman olumsuz etkilenmiştir.

Gittikçe durumu kötüleyen Kaddafi’nin sonunun ne olacağı halen bir muammadır fakat Libya’nın şu anki görüntüsü ikiye bölünmüş bir ülkeden ibarettir. Ülkeye müdahale eden NATO’nun istemeden de olsa sivil halka zarar vermesi ve Kaddafi’nin bir türlü yönetimden çekilmemiş oluşu da bu müdahalenin uluslararası kamuoyunda sorgulanmasına neden olmuştur. NATO’nun Libya’ya müdahalesi dünya çapında tepki almaya başlamışken ülkesindeki demokrasi yanlısı isyancılara karşı sert bir tutum takınan Suriye’ye de olası bir dış müdahalenin ayak sesleri son günlerde duyulmaya başlamıştır. Bu müdahale konusunda da adı en çok geçen ülke Türkiye olmuştur.

II

Son günlerde kimi Batılı medya kuruluşları, Türkiye’nin kendi bölgesindeki gücü ve potansiyeline övgüler yağdırarak Batı’nın Suriye’ye karşı yapılacak bir dış müdahalenin başrolünü Türkiye’ye vermek istediğini gözler önüne sermektedir.   Batılı devletlerin bu düşünceyi ortaya atmasıyla eş zamanlı olarak Türkiye’nin de Suriye’ye karşı söylemlerini sertleştirmesi Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesi ihtimalini ana gündem maddesi haline getirmiştir. Suriye’de yaşananları bir iç mesele olarak gördüğünü söyleyen Başbakan bu ifadesiyle Türkiye’nin hemen yanı başındaki komşusunda olup bitenlere sessiz kalamayacağının sinyalini daha önce vermişti.  Son olarak da yine Başbakan’ın Suriye’ye yönelik “Sabrımız taşıyor” şeklinde bir ifade kullanması özellikle ana muhalefet partisi CHP(Cumhuriyet Halk Partisi)’den büyük eleştiri almıştı. “Başbakan’ın bu ifadesi acaba bir askeri müdahalenin sinyali mi?” sorusu halen gündemi meşgul etmeye devam ediyor.

Türkiye’nin şu an için askeri müdahale seçeneği hakkında ne düşündüğü tam manasıyla bilinmemektedir. Fakat genel özellikleriyle Türk dış politikasına ve de Arap Baharı’nın başlangıcından itibaren Türkiye’nin takındığı tutuma baktığımız zaman Türkiye’nin Suriye konusunda ne gibi bir strateji izleyeceği üzerine tahminlerde bulunmak mümkündür.

İlk olarak Türk dış politikasının genel özelliklerinden yola çıkmakta fayda var. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren barışçıl bir dış politika izlemeye özen göstermiştir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin Kemal Atatürk’ün “ Yurtta sulh cihanda sulh” görüşü üzerine temellenmesi Türkiye’nin her alanda barışçıl bir devlet karakterine bürünmesini sağlamıştır. Bu politikası ile Türkiye kuruluşundan kısa bir süre sonra uluslararası alanda önemli bir konuma gelmiştir. Tek partili dönemden bugünkü AKP(Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidarına kadar yönetime gelen hükümetlerin hepsi de bu felsefeyi benimsemiştir.

Türkiye her zaman statükocu bir devlet olmuş ve revizyonist girişimlerde bulunmaktan kaçınmıştır. Bununla birlikte bölgesindeki revizyonist hareketlerden de rahatsızlık duymuştur/duymaktadır. Tarihi olarak böyle bir tutum içerisinde bulunan Türk dış politikasının günümüzde de aynı çizgiyi izleyeceğini AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bizzat yürüttüğü “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” ile görmek mümkündür. Türkiye kendi bölgesinde “yumuşak güç” olmak için uğraşan bir devlettir. Bu nedenle uluslararası alanda askeri güç kullanımı Türk dış politikası için her zaman en son planda kalmaktadır. Türkiye son yıllarda hızlı bir gelişme trendi yakalayan ekonomisinin herhangi bir savaş durumunda zarar göreceğini de çok iyi bildiğinden diplomasi kanallarını en etkin biçimde kullanmakta ısrarcıdır.

Sonuç olarak; Türk dış politikası, tarihi yapısı ve felsefesi itibariyle kendi bölgesinde özellikle de sınır komşularında yaşanacak herhangi bir revizyonist hareket veya işgale sessiz kalamayacak bir konumdadır. Fakat yukarıda da değindiğimiz gibi sesini askeri gücüne dayanarak değil diplomatik enstrümanlarını en etkin bir şekilde kullanarak duyurma yolunu tercih etmektedir.

Kısaca değindiğimiz Türk dış politikasının genel özelliklerini dikkate aldığımızda Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmek gibi bir düşüncesinin olmayacağını söylemek daha kolay bir hal alıyor. Bununla birlikte birkaç gün önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Suriye’ye bir dış müdahale istemiyoruz ama sivil halka yönelik operasyonları da kabul etmiyoruz” şeklinde bir beyanda bulunduğunu da göz önüne alırsak Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmek konusuna sıcak bakmadığını anlayabiliriz.

İkinci olarak Arap Baharı sürecinin başından itibaren Türkiye’nin isyan eden halklara ve isyanları bastırmaya çalışan hükümetlere yaklaşımını incelemek Suriye konusunda Türkiye’nin ne düşündüğü sorusunun yanıtlanmasına yardımcı olacaktır.

Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi’nden sonra Mısır’da da Hüsnü Mübarek’i devirmek isteyen halk kitleleri eylemlerine başlamıştı. Mısır konusunda AKP hükümeti diğer tüm Batılı hükümetlerden önce hareket ederek Mübarek’ten istifa etmesini istemişti. AKP, Mısır’da yaşanan isyan sırasında gerçekten “demokrasinin savunucusu” rolünü üstlendi. Fakat isyanlar Libya’ya sıçrayınca AKP birdenbire tavır değiştirmek zorunda kaldı. Çünkü Mısır ve Libya Türkiye için birbirlerinden çok farklı anlamlar taşıyan iki Kuzey Afrika ülkesiydi.

AKP dış politikasının en önemli amaçlarından biri Ortadoğu’da Türkiye’yi lider güç konuma getirmektir. Kahire ile arasında tarihi bir “Ortadoğu’da liderlik” mücadelesi olan ve Kahire’nin Ortadoğu’daki etkisinin günden güne azaldığını iyi okuyan Ankara, bölgenin yeni lideri olmak için Mısır’daki demokrasi yanlısı isyancıların en hararetli destekçilerinden biri oldu. Lakin isyan hareketlerinin Libya’yı sarmasıyla birlikte AKP, Mısır’dakinin tam aksine bir tutum içerisine girdi. Bunun nedenini ise kısaca Libya’da 30 bin Türk’ün Libya hükümeti için 1,5 milyar dolarlık inşaat projelerinde çalışıyor olmasıyla açıklayabiliriz. Buna ek olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mübarek ile değil ama Kaddafi ile iyi ilişkileri bulunmaktaydı. Bu iki durum Libya askerleri en acımasız şekilde isyancılara müdahale ederken AKP’nin Kaddafi’den neden kopamadığının cevabı niteliğindedir.

1950’lerde Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde kendisi de zamanında büyük bir bağımsızlık savaşı vermiş olan Türkiye’nin Cezayir’e BM(Birleşmiş Milletler)’de deyim yerindeyse sırtını dönmesi bugün Cezayirlilerin halen hafızalarındadır ve bu nedenle Türkiye-Cezayir ilişkileri gelişme gösterememiştir. Buna benzer bir şekilde Libyalı demokrasi yanlısı isyancıların en çok yardıma muhtaç oldukları dönemde AKP hükümeti NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkmayı seçmiş ve Libyalı muhaliflerin gözünde Tayyip Erdoğan’ın prestiji zedelenmiştir. Türkiye zaman içerisinde -biraz geç de olsa- Kaddafi devrinin sona erdiğini görüp ayaklanan Libya halkının yanında yer almaya başlamıştır. Fakat Kaddafi yönetimi tamamen sona erdiğinde yeni Libya yönetimi Türkiye’ye eskisi gibi bakar mı, işte bu büyük bir soru işareti olarak karşımızda durmaktadır.

Bu iki farklı ülke ve uygulanan iki farklı politika bugün Türkiye’nin Suriye’ye nasıl baktığını görmemiz açısından önemli ipuçları vermektedir. Tarihsel olarak Sancak bölgesi, akarsular ve PKK terörü yüzünden birçok kez karşı karşıya gelen Türkiye ve Suriye, AKP’nin iktidara geldiği 2002 tarihinden itibaren geçmişi bir kenara bırakarak “model komşuluk” şeklinde tanımlanabilecek bir iyi ilişkiler zinciri kurmuştur. İki ülke arasında vizelerin kaldırılması, geniş çaplı ticaret ağlarının oluşturulması ve birçok konuda yüksek düzeyli stratejik işbirliği komisyonlarının kurulması gibi adımlar bir zamanlar neredeyse savaşa tutuşacak olan iki ülkenin nereden nereye geldiğini gözler önüne sermektedir. Mamafih, gayet iyi giden bu ikili ilişkinin seyri Mart 2011’de Suriye’ye de ulaşan Arap Baharı esintileriyle sekteye uğramıştır.

2000 yılında Suriye Cumhurbaşkanı olan Beşşar Esad reformist duruşuyla tanınmaktaydı. Esad, Suriye’ye sirayet eden isyan dalgaları karşısında başlarda reformist tavrını sürdürmeye çalışmışsa da (örneğin; 19 yıldır ülkede devam eden olağanüstü halin kaldırılması) isyan eden halk üzerinde orantısız güç kullanmaktan da geri kalmamıştır. Yönetime karşı ayaklanan halkın orantısız bir devlet müdahalesi ile karşılaşması Suriye’den her gün yüzlerce ölüm haberinin gelmesine neden olmuştur. Bu durum doğal olarak uluslararası kamuoyunun Şam yönetimine tepki duymasına yol açmıştır.

İşte tam bu noktada Suriye ile yakın ilişkileri bulunan Türkiye’nin tavrının ne olacağı merak konusu olmaya başlamıştır. Daha önce bahsettiğimiz Mısır ve Libya örneklerini hatırlarsak Türkiye’nin Esad yönetimini kolayca gözden çıkaramayacağı sonucuna ulaşmaktayız. Libya örneğinde olduğu gibi Suriye ile de önemli ekonomik ilişkileri bulunan Türkiye, Esad yönetiminin devrilmesinden endişe duymuştur/duymaktadır. Bu nedenle AKP hükümeti Mısır yönetimine karşı sergilediği kesin ve kendinden emin duruşu Libya’dan sonra Suriye için de sergileyememiştir. Fakat Başbakan Erdoğan, Beşşar Esad’a sürekli olarak “halkının sesine kulak ver” temalı mesajlar göndermeyi de ihmal etmemiştir.

AKP, günden güne iç ve dış meşruiyeti azalan Esad yönetiminin kendi halkına uyguladığı şiddet politikalarından son derece rahatsızdır. Çünkü AKP hükümeti değişimin kaçınılmaz olduğu durumlarda bu değişime direnen inatçı ve baskıcı yönetimlerin dış müdahalelerin önünü açacağını çok iyi bilmektedir. Bu nedenle Türkiye, Suriye’de yaşanan değişimin Esad yönetimi tarafından kabul edilmesini ve Suriye’nin yine Esad yönetimi tarafından bir an önce demokratik bir yapıya kavuşturulmasını beklemektedir.

Türkiye’nin bu beklentisi daha önce aktardığımız Türk dış politikasının genel özellikleri ile uyuşmaktadır. Türkiye, bölgesinde ve özellikle Suriye’de bir dış müdahale görmek istememektedir. Bu durum “Türkiye, Suriye’ye müdahalede bulunur mu?” sorusuna da cevap niteliğindedir. Suriye’nin etnik ve dini açıdan homojen bir ülke olmayışı da Türkiye’nin Suriye üzerindeki hassasiyetini katbekat artırmaktadır. Suriye’ye Türkiye veya başka bir güç tarafından yapılacak bir dış müdahale zaten hassas olan dengelerin bozulmasına neden olacaktır ki Türkiye bunu hiç istememektedir.

Batının Türkiye’yi Suriye üzerine salma düşüncesi ve Başbakan Erdoğan’ın her geçen gün Beşşar Esad’a karşı söylemini biraz daha sertleştirmesi doğal olarak Türkiye’nin Suriye konusunda askeri güç seçeneğini ön planda tuttuğunun düşünülmesine yol açmıştır. Lakin Türk dış politikasının karar alıcıları Türkiye’yi Suriye konusunda böylesine sonu karanlık bir maceraya sürükleyemeyecek kadar bilgi ve tecrübe sahibidir. Bununla birlikte son günlerde artan terör saldırıları da Türkiye’nin dikkatini PKK konusuna daha çok çekmeye başlamıştır. PKK terörü ile mücadele hali söz konusuyken dış politikada asker kullanmak zaten akıllıca bir hamle olmayacaktır.

Köklü bir geçmişi olan Baas Partisi’nin içinde yetişen Beşşar Esad kendini reformist söylemleri ile dünyaya tanıtmıştı. Şimdilerde ise “Baas” sözcüğünün Arapçadaki karşılığının “Rönesans” olduğunu unutmuş gibi davranan Beşşar Esad, başında bulunduğu Baas rejiminin artık halk tarafından istenmediğini kabul etmek zorundadır. Son olarak uzun süredir Suriye konusunda resmi bir açıklama yapmayan ABD ve AB ülkelerinin de “görevi bırak” çağrısı yapmasıyla iyice köşeye sıkışan Esad’ın önünde bulunan ve hem kendisi hem de Suriye halkı için en hayırlı olan yol halkın demokratik dönüşüm isteğine olumlu cevap vermektir. Böyle bir hareket Esad’a kızgın olan ve Libya’daki muhaliflerin aksine Suriye’ye dış müdahale istemeyen muhalif halkın yatıştırılmasında ve Türkiye başta olmak üzere bölge ile alakalı bütün devletlerle limonileşen ilişkilerin düzelmesinde iyi bir başlangıç olacaktır. Aksi halde Suriye, Afganistan-Irak-Libya üçlüsünün başına gelenleri bizzat yaşamak mecburiyetinde kalacaktır.

 

Boran Karakaya

Gazi Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler

 

Kaynakça:

Fahir Armaoğlu – Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları

Oral Sander –  Türkiye’nin Dış Politikası

Ramazan Gözen – Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası

Faruk Sönmezoğlu – Uluslararası İlişkiler Sözlüğü

 

İnternet:

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2534

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=11.05.2011&ArticleID=1048921&CategoryID=132

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Avrupa Gündemi Konferansları – II: “Bizi Bağlayan Göç” – AB-Türkiye Ortaklığını Yeniden Değerlendirmek

Kocaeli Üniversitesi’nin yürütücülüğünde düzenlenen Avrupa Gündemi Konferanslarının ikincisi 24-25...

Avusturya Seçim Sonuçları: Aşırı Sağ FPÖ’nün Zaferi Yeni Bir Dönemi mi İşaret Ediyor?

Avusturya’da 2024 seçimleri, ülkenin siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından...

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Tamamlandı

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen "Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu...

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer...