Birey, Devlet ve Sistem Açısından Uluslararası Güvenlik

Güvenlik, insanlığın yaradılışından beri var olan ve bireylerin hayatında en önemli unsurlardan biri olan bir kavramdır. Doğal hayatın ilk aşamasında insan için en büyük tehdit hiç şüphesiz doğal yaşamdan gelmiştir. İnsanlar doğa yaşamında güvenliklerini sağlamak amacıyla çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Ancak korumasız olduğunu düşünen bireyler, doğa yaşamından toplumsal hayata geçmişlerdir.

J. Locke gibi liberalizmin öncüsü konumunda olan düşünürlere göre bireyin toplumsal hayata geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi de güvenliğini sağlayamayan bireyin kendi güvenliğini sağlama görevini üst bir otoriteye devretme isteğidir. Kendi mal ve can güvenliğini sağlamak isteyen birey böylece toplumun bir üyesi olarak güvenliğini sağlamaya çalışmıştır. Güvenlik kavramı, “varlığını koruma ve sürdürme” amacı taşıyan her davranış biçiminin içinde vardır. [1] Siyasal topluma katılan birey güvenliğini sağlama hakkını da “siyasi iktidara” devreder. Böylece doğa yaşamında “kendisine zarar verecek olan şeyi yok etme hakkına sahip olan birey” bu hakkını üst bir otoriteye devretmiştir. [2] Siyasal toplumda güvenliği korumak adına tehditleri minimize etme görevi devlete verilmiştir. Hobbes gibi realistler de “doğa halinde” varlığını sürdüren bireyin en temel arzusunun güvenliğini sağlamak olduğunu savunur. Hobbes’a göre doğası gereği kötü olan bireyin mevcut hali bireylerin birbirlerini tehdit olarak algılamasına neden olmuştur. Bu yüzden güvenliğini sağlamak isteyen birey Leviathan’ın otoritesini kabul eder.[3] “Yasa koyucu” konumunda olan Leviathan’ın koyduğu yasalar birey için bağlayıcıdır. Suçluları cezalandırır ve toplumsal hayata geçmiş olan bireyin güvenliğini korur. Herkesin herkesle savaş halinde olduğu bu dönemde insanlar varlıklarını korumak için sosyal sözleşme ile kendilerinin ve mülkiyetlerinin güvenliğini sağlarlar.

Doğa yaşamından toplumsal hayata geçişle birlikte bireyin tehdit algısı da değişmeye başlamıştır. Doğa durumunda güvenliği tehdit eden unsurlar; yırtıcı hayvanlar, doğal afetler ve bireyin tehditleriyken siyasal toplumda bireyin güvenliğini tehdit eden yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır.  Toplumsal hayata geçiş ile birlikte güvenlik açısından tehdit algılaması, içsel ve dışsal tehditler şeklinde iki farklı şekilde ortaya çıkmıştır. İçsel tehditler günümüzde olduğu gibi etnik sebepler, kültürel çatışmalar ya da sosyo-ekonomik farklılıklarından kaynaklanmıştır. Bizim esas çalışma alanımızı oluşturan dış tehdit algılaması ise siyasal toplumların birbirini tehdit olarak algılamasıyla ortaya çıkmıştır. Tarihteki en önemli imparatorluklardan biri olan Roma İmparatorluğu sahip olduğu gücünde etkisiyle dünyada eşi olmayan bir imparatorluktu. Dünyadaki ilk hegemon güç olan Roma imparatorluğu yeni şekillenen dünya sisteminin de zirvesinde yer almıştır.  Uluslararası alanda Roma İmparatorluğunun güvenliğine tehdit oluşturacak yeni bir gücün var olmayışı imparatorluk sınırları içerisinde toplumsal güvenliğin sağlanmasını sağladı. Uluslararası arenada farklı imparatorlukların ve farklı devletlerin ortaya çıkması doğa yaşamında var olan güvenlik kavramının tanımının tamamen değişmesini ve farklı bir boyut kazanmasını sağladı. Uluslararası alanda birden çok devletin gücünü artırma ve egemenlik sınırlarını genişletme isteği güvenliğin uluslararası bir sorun haline gelmesine neden oldu.  Yeni ve küçük ulusların güvenliklerini sağlamak amacıyla büyük güçlere karşı ittifaka girmeleri uluslararası sistemdeki dengeleri de değiştirebildi. Güçlü bir Roma İmparatorluğuna karşı Avrupa’nın diğer devletlerin ittifakı onların güvenliğini korumalarını sağladığı gibi diğer taraftan da Roma’nın zayıflamasına neden oldu. Kendi gücünün farkında olan küçük devletler güvenliklerini sağlamak amacıyla güçlü devletlere karşı ortak bir amaçta birleşebilmişlerdir. Bu durumda uluslararası arena da sürekli bir güç mücadelesine ve sürekli bir savaş haline neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı gereği savaşın kaçınılmaz olduğunu savunan Realist görüşe göre bunun temel nedeni anarşidir.[4] Uluslararası alanda etkin bir üst otoritenin hiçbir zaman var olmamasını anarşi olarak niteleyen realistler bunun nedenini de sistemde aramışlardır. Uluslararası alanda devletlerin karşılaştığı tehditler de uluslararası sistemden, devletlerin içyapısından ve bir devletin bulunduğu bölgenin yapısından kaynaklandığı da bir gerçektir.

Gerçekten de biz uluslararası sistemi incelediğimizde realistlerin iddia ettiği gibi sürekli olmasa da bir çatışma ortamının ve bu nedenle de sürekli olarak devletlerin kendi güçlerini artırma arzusunun var olduğunu görebiliyoruz. Devletlerin güvenliklerini korumaya çalışması, uluslararası alanda bir güç elde etme politikasının izlenmeye başlanmasına neden olduğu gibi sistem içeresinde ittifak sistemlerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Bu durum uluslararası sistem içerisinde bir “güç dengesi” politikasını doğurdu.  Güç dengesi kavramı, Ernst Haas ‘a göre güç dağılımı ve denge unsuru iken, Morgenthau’ya göre devletin belli bir amaca ulaşmak için izlediği politika, Kenneth Waltz’a göre ise güç dengesi devletlerin hareketlerini açıklayan bir kuramdır.[5] Yine Waltz’a göre “ tek tek ya da bütün devletler bir denge kurup devam ettirmeyi bilinçli bir şekilde gayret etseler ya da bunların biri veya hepsi evrensel üstünlük peşinde koşsalar da güç dengesi oluşturmaktadır.”[6] Napolyon’un Fransa’sı bütün Avrupa’da üstün güç olmaya çalışırken Avrupa devletlerinin Napolyon’a karşı giriştiği ittifak sistemi Avrupa güç dengesi açısından buna iyi bir örnektir. Napolyon tarafından güvenlikleri tehdit edilen Avrupa devletleri Napolyon’a karşı güç dengesi oluşturmak ve bu tehdidi önlemek için böyle bir ittifaka girişmiştir. Bu güç dengesi sistemi I. Dünya Savaşı döneminde de izlenmiş olan bir politikadır. Sömürge arayışının zirve noktasına gelindiği bu dönemde Avrupalı devletlerin rekabeti yeni bir güç dengesi sisteminin ortaya çıkmasına neden oldu. Hegemonya olma iddiasında olan İngiltere’nin karşısında kendi etki alanını genişletme arzusunda olan Almanya’nın izlediği politika ve buna diğer Avrupalı devletlerinin de katılımıyla ortaya çıkan yeni güç dengesi son yüzyılın en önemli devleti olan Amerika’nın da katılmasıyla birlikte İtilaf devletlerinin lehine sonuçlandı.

Napolyon dönemi Avrupası’nda veya I. Dünya Savaşı sırasında da görüldüğü üzere güç artırma arzusunun üç nedeni vardır. Birincisi, devletler var olan mevcut güç dengesini korumak için hareket ederler ve bu dengeyi bozan güçleri engellemeye çalışırlar bunun için güçlerini artırırlar. İkincisi, devletler dış tehditlere karşı kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla silahlanır ve güç dengesini korur. Üçüncüsü ise devletler üstün bir güç olmak için gücünü artırmaya çalışırlar. Uluslararası sistemde devletlerin güvenliklerini sağlamak için genel tercihleri de ya güçlerini artırmak ya da kendisi ile ortak çıkarlara sahip olan devletlerle birlikte ittifak sistemine dâhil olmak olmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında uluslararası alanda yaşanan gelişmeler devletlerin kendi güvenliklerini tek başlarına koruyamayacağını gösterdi. Milletler Cemiyeti’nin kurulması, Kellog Paktı ve Locarno Antlaşması gibi oluşumların ortaya çıkması uluslararası sorunların yeni bir zeminde tartışılmasını ve savaşların önlenmesini amaçlarken bunun gerçekçi bir çözüm olmadığı kısa süre sonra Hitler Almanya’sının Avrupa’nın güvenliğini tehdit etmesiyle anlaşıldı.

II. Dünya Savaşı’nın Avrupa ve Dünya güvenliğini tehdit etmesi ve sonucuyla da Avrupa’yı çökme noktasına getirmesi bu dönemde uluslararası sistemi tartışılır hale getirdi. Devletlerin tek başlarına güvenliklerini koruyamayacağının anlaşılması ve uluslararası sistemin yapısının ulusların güvenliğini korumalarını güçleştirmesine neden olması uluslararası güvenlik boyutunu tartışılır hale getirdi.  Büyük güçlerin öncülüğünde kurulan Birleşmiş Milletler (BM), uluslararası sorunların çözüm merkezi olma rolünü üstlendi. Uluslararası sorunların çözümü için BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararların taraf devletler için bağlayıcı olması sorunların siyasal zeminde çözülmesi için önemli bir adım olsa da Soğuk Savaş döneminin başlaması tarihte görülmedik bir şekilde çift kutuplu yeni bir dünya sistemine girilmesine neden oldu. BM, uluslararası toplumun sesini duyurabileceği bir mekanizma olarak kurulurken henüz çok önemli bir başarısı olmadan dünyanın çift kutuplu bir sisteme girmesi BM mekanizmasının da çözüm modellerini boşa çıkaracak türdendi.  20. yüzyılın iki süper gücü konumunda olan Amerika ve Sovyetler Birliği’nin güç mücadelesi uluslararası toplumu da ikiye böldü.  Bir tarafta Varşova Paktı etrafında birleşen komünist Doğu Bloku, diğer tarafta ise NATO şemsiyesi altında toplanan Batı Blokunun güç mücadelesi uluslararası güvenliği tehdit eder hale geldi. BM’nin sorunların çözümü için çözüm üretemediği bu dönemde dünya bu iki süper gücün silahlanma mücadelesine sahne oldu. Nükleer Silahların üretilmesi, uluslararası sorunlara başka bir boyut kazandırdı. Silahlanmanın hız kazandığı yeni dönemde uluslararası güvenlik kavramı artık sadece silahlanmayla ve güç politikası kavramları ile açıklanamayacak bir boyut kazandı. Uluslararası güvenlik, savaş, silahlı çatışma ve kuvvet kullanımı halleri dışında,  siyasal, sosyal, ekonomik, enerji, çevre, sağlık, etnik çatışmalar, siber saldırılar, su kaynaklarıyla ilgili sorunlar, yoksulluk ve mülteciler-göçler ile ilgili sorunlar da uluslararası güvenlik kavramına dâhil olmuştur.[7] Uluslararası toplumun karşılaştığı bu sorunlar karşısında devletlerin ciddi bir çözüm mekanizması üretememesi bu tür problemlerinde uluslararası güvenliği tehdit edici hale gelmesine neden oldu. Ekonomik, sosyal, kültürel ve etnik çatışmalar gibi sorunların çözümü konusunda BM’nin organları haricinde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Dünya Bankası (WB), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), ASEAN gibi uluslararası örgütlerde etkin birer aktör haline gelmeye başladı. Ancak uluslararası örgütlerin de Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında sorunların çözümünde genel olarak büyük güçlerin etkisinde kaldıkları da görülmüştür. BM, Dünya Bankası, NATO gibi siyasi, ekonomik ve askeri örgütler sorunlara yaklaşımları konusunda genel olarak Batılı devletlerin etkisinde kalmışlardır. Bu tarz örgütler genel olarak iki kutuplu sistem içerisinde rakip güçlerin pozisyonunu zayıflatmak için birer araç olarak da kullanılmışlardır.

Uluslararası güvenliğin, iki kutuplu sistem içerisinde karşılaştığı tehlike genel olarak iki farklı gücün hegemonya olma arzusundan kaynaklanmaktaydı. Amerika, kendine rakip olarak gördüğü Sovyetler Birliğinin kendi etki alanına girmesini önlemeye çalışırken ve Sovyetler Birliği’ne yeni alanlar vermenin önüne geçmek isterken, Sovyetler Birliği ise Doğu Avrupa olmak üzere kendi etki alanını korumanın ve yeni bölgelere ulaşmanın amacındaydı. Bu yüzden iki kutuplu sistemde rekabet daha çok Amerikan kıtasının ve Sovyetlerin sınırlarının dışında yaşanmıştır. Bu durum ise çıkabilecek bir savaşın uluslararası bir boyuta ulaşmasına neden oluyordu. Esas mücadele Asya, Doğu Avrupa ve bağımsızlığını yeni elde etmiş diğer devletlerin bulunduğu bölgelerde yaşanmıştır. Silahlanmanın hız kazandığı bu dönemde büyük güçlerin nükleer silah elde etmesi uluslararası sistemi tehdit etmeye başlamıştır.  Özellikle Sovyetler Birliğinin Küba’ya nükleer başlık taşıyan füzeleri yerleştirmek istemesi ABD ve Batılı devletler için kendi güvenliklerine bir tehdit olarak algılanmasına neden oldu. Küba Krizinin ortaya çıkardığı tablo uluslararası toplumu savaşın eşiğine getirirken, uluslararası topluma savaşın kesin bir çözüm olamayacağını da gösterdi.

1970’li yıllardaki Arap-İsrail Savaşları, petrol nedeniyle yaşanan ekonomik kriz ve iki kutuplu sistem içerisinde yaşanan rekabettin ekonomik boyutları da dünya ekonomisini olumsuz etkiledi. Bu döneme kadar özellikle ekonomik alt yapısı yetersiz olan Sovyetler Birliği ekonomik krizden en çok etkilenen güç olmuştur. Yeni dönemde Batılı güçler karşısında zayıf ekonomik tablosu ile rekabet edemeyecek duruma gelen Sovyetlerin Afganistan Savaşı deneyimi Sovyetlerin dağılma dönemine girmesine de neden oldu.

Sovyetler Birliğinin yıkılması ve Varşova Paktının dağılması ile birlikte dünyanın tek süper gücü haline gelen Amerika “yenidünya düzeni” içerisinde uluslararası güvenliği koruyabilecek yegâne güç olarak kendini kabullendi. Artık Amerika için en önemli şey “Amerikan değerlerini dünyanın her tarafında korunmak” idi.  Soğuk Savaş döneminde NATO’nun en önemli işlevi Batılı müttefiklerin güvenliğini korumaktı. Sovyetler Birliğinin yıkıldığı ve Avrupa’da en önemli tehdittin ortadan kalktığı bu dönemde 1991 NATO stratejik konseptine göre NATO’nun yeni görevi “Avrupa’daki stratejik dengenin korunmasıydı”.[8] Uluslararası güvenliği tehdit edebilecek en önemli unsurun ortadan kalktığı Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun yeni görev tanımlaması tartışılırken Avrupa’da Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna’da gerçekleşen soykırım NATO’nun aslında vazgeçilmez olduğunu gösteriyordu. Bundan sonraki dönemde NATO’ya verilen görev Avrupa’nın güvenliğini tehdit edebilecek her türlü tehdidi yok etmekti. NATO’nun yeni konsepti onu Batılı müttefiklerin çıkarlarının uzandığı ve bir tehditle karşılaştığı her yere uzanabileceğinin işaretiydi. “Yenidünya düzeninde” Amerika ve müttefiklerinin çıkarlarını koruma görevini üstelenen NATO, kendi sınırları dışındaki çatışma ve istikrarsızlık durumlarında kendi güvenliğine tehdit olarak algıladığı durumlara müdahale edebilecektir. Çatışmaların ve bölgesel istikrarsızlıkların da dünyanın güvenliğini tehdit ettiği bir gerçektir. Özellikle Yugoslavya’nın parçalandığı dönemde burada yaşanan istikrarsızlığın ve çatışmaların Avrupa’nın güvenliğini tehdit ettiği dönemde NATO’nun buraya müdahalesi “insani müdahale” açısından iyi bir örnektir.  1999’daki konsept değişikliği daha çok güvenliğin sağlanması için işbirliğinin artırılmasını amaçlarken en önemli değişiklik 11 Eylül saldırılarının arkasından gerçekleşen değişikliklerle oldu.[9] 2010 NATO Stratejik Konsept Belgesine göre Soğuk Savaş döneminde temel konvansiyonel tehdidin minimize edilmesiyle birlikte yeni dönemde artık uluslararası güvenliği ve Avrupa-Atlantik hattını tehdit edebilecek olan unsurların şekil değiştirdiği de ifade edilmektedir.[10]

21. yüzyılda uluslararası güvenliği tehdit eden en önemli unsur 1990’lı yıllarda şekillenen ve 11 Eylül’de gerçek anlamda ortaya çıkan terörizmdir. NATO’nun 2010 konseptinde de en önemli tehdit unsuru olarak terörizm gösterilmektedir. “Yenidünya düzeninde” uluslararası güvenlik kavramı da değişikliğe uğramış ve 21. yüzyılla birlikte; terörizm, siber saldırılar, etnik çatışmalar, istikrarsızlık, askeri teknolojideki ilerleme, iklim değişikliği, su kaynaklarındaki kıtlıklar, artan enerji gereksinimleri, çevresel sorunlar, kaynak sıkıntıları, sağlık riskleri gibi faktörler, teknolojik gelişmeler de uluslararası güvenliği tehdit eden unsurlar olarak kabul edilmeye başlanmıştır.[11]

11 Eylül saldırısı uluslararası topluma her an nereden geleceği belirsiz olan bir terör korkusu pompaladı. Bundan sonraki yeni dönemde uluslararası toplumu meşgul eden en önemli sorun terörizm ve kimyasal silahların terörist grupların eline geçebileceği korkusuydu. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi uluslararası güvenliği önüne geçilemez bir biçimde tehdit edecektir. Tek kutuplu dünyanın süper gücü konumunda olan Amerika’nın El- Kaide tarafından saldırıya uğraması bu olasılığı gerçekçi olabileceğini göstermiştir. Uluslararası terörizm, 21. yüzyılın en önemli problemi olmaya başladığı dönemde uluslararası camianın Amerika’nın saldırgan duruşunun arkasında saf tutması ise, bu sorunun daha da kötü hale gelmesine neden olabilmiştir. Amerika’nın El-Kaidenin kökünü kazımak için başlattığı Afganistan işgali ve ardından terörist grupların destekçisi olduğu iddiasıyla Irak Savaşı uluslararası terörizmin kendisine yeni bir zemin kazanmasına neden oldu. Amerika’nın öncülüğünde NATO’nun Afganistan müdahalesi, meşru müdafaa hakkının kullanılması olarak kabul edilip NATO’nun 5. Maddesinin devreye sokulmasına neden olduysa da amaçlanan sonucun aksine terörizmin güçlenmesine de neden oldu. Terörist grupların, Orta Asya’dan, Avrupa’ya, Amerika’ya, Ortadoğu’ya uzanan geniş bir alana yayılması uluslararası güvenliğin karşılaştığı en önemli tehdit unsurunun terörizm olduğunu göstermektedir.

Büyük güçlerin ve BM, NATO, ASEAN, AB gibi uluslararası örgütlerin terörizm karşısında sunduğu çözüm önerilerinin yetersiz kalması, uluslararası toplumun uzun yıllar boyunca bu sorunla mücadele edeceğini göstermektedir. Uluslararası toplumun 21. yüzyılda, değişen ve farklı bir boyuta ulaşan tehdit unsurları karşısında kesin ve kararlı bir duruş sergileyememesi uluslararası güvenliğin geleceğini tehdit edebilmektedir. Uluslararası alanda terörizm ortak bir tehdit olarak kabul edilmesine rağmen, çözüm konusunda aynı ortak iradenin sergilenememesi soruna kalıcı bir çözüm getirmenin önündeki en önemli engeldir. Güvenlik kavramının karmaşıklaştığı ve çok farklı tehdit unsurlarının da bu kavrama dâhil edildiği 21. yüzyılda uluslararası güvenliği sağlamak oldukça zor hale gelmiştir. Silahlanmanın hızla devam ettiği dünyamızda uluslararası güvenliğin korunması için ne tür çözümlerin getirileceği ise tartışma konusudur. Küreselleşen dünyada ulusları tehdit eden unsurların varlığı dünyayı tehdit etmeye devam etmektedir.

Mesut ÖZCAN

Uluslararası İlişkiler Öğrencisi


[1] Dedeoğlu, B. (2003) Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul: Derin Yayınları, s.9-10

[2] Locke, J. (2011) Hükümet Üstüne İkinci Tez, ( Aysel Doğan çev.), İzmir: İlya Yayın Evleri s. 25-28???

[3] Göze, A.( 2011),Siyasi Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul:  BETA Yayınları, 13. Baskı, s. 147-149

[4] Donnelly, J. ( 2013) Realizm, Uluslararası İlişkiler Teorileri, içinde ( ss. 52-54) ( Mehmet Ali Ağcan çev. ), İstanbul: Küre Yayınları

[5] Arı, T. (2011), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, 9. Basım, MKM Yayınları, Bursa: s. 287

[6] Arı, T. A.g.e.  s. 288-89

[7] Atilla Sandıklı,2011, Uluslararası Güvenlik Yaklaşımlarındaki Değişim, BİLGESAM, s. 2

[8] NATO 2010 Stratejik Konsept Değerlendirmesi, T.C. Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik Ve Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ocak 2011, s.13

[9] NATO 2010 Stratejik Konsept Değerlendirmesi, s.  12-13

[10] http://www.nato.int/cps/en/SID-5257C507-B36FA615/natolive/news_65107.htm?selectedLocale=en

[11] Bazı veriler için bkz. 2010 Konsepti,  s. 6

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...