Nataşa’nın Dansı Rusya’nın Kültürel Tarihi

 “Nataşa’nın Dansı” isimli bu çalışma Orlando Figes tarafından kaleme alınarak 2002 yılında basıma hazırlanmış olup, Figen Dereli tarafından Türkçe’ye çevrilerek Türkiye’de ilk olarak 2009’da yayınlanmıştır. Figes çalışmasında Rusya’nın kültürel tarihini inceleme konusu yaparak anlatıma değişik motifler katmayı seçmiş ve böylelikle bahsettiği konuları okuyucunun kafasında tüm inceliğiyle canlandırabilme yoluna gitmiştir. Tolstoy’un ünlü romanı Savaş ve Barış’daki bir dans sahnesinden ismini alan bu büyüleyici kitaptaki konular siyaset, ideoloji, sosyal gelenek, inanç, folklör, din ve gelenekler, kültür ve yaşam biçimini oluşturan tarihle bir araya gelerek ulusal bilincin izlenimleri etrafında toplanmıştır.

Figes eserinde Rusya’nın Dünya’daki yeri ve amacı üzerine derin bir anlatıma girerek gerçek Rusya’nın nasıl ve nerede olduğunu okuyucuya yansıtmaya çalışıyor. Puşkin’den Paşternak’a kadar Rus kültürünün altın çağındaki bütün iyi yazarların, tarihçilerin, edebiyat eleştirmenleri ve filozofların ve bunların yanı sıra daha birçok kişinin aklını meşgul eden, hatta ‘lanetli soru’ olarak akıllarda yer edinmiş olan ‘asıl Rusya’nın nerede olduğu’ sorusuna kitabında yanıt buluyor. Her bölgesinde farklı bir Rusya anlayışını tüm derinliğiyle gözler önüne sermek çabasında olan yazar, asıl Rusya’nın Avrupa’da mı, Asya’da mı, Moskova’da  mı ya da St. Petersburg’da mı olduğu üzerine yoğun paradigmalara giriyor.

Figes sadece Nataşa’nın Dansı’nda ele alınan çalışmaların bir fikir ve davranışlar tarihini, bu ulusun kavramlarını, Rusya’nın kendisini anlamaya çalıştığı kavramları simgelemekle kalmayıp, eğer onlara dikkatli bakarsak bir ulusun iç yaşantısına bir pencere olabilecek nitelikte olduğunu rahatlıkla görebileceğimizi belirtiyor. Merkezinde tamamen iki farklı dünyanın, üst sınıfın Avrupai kültürü ve köylü sınıfının Rus kültürü karşılaştırması bulunan çalışmanın en önemli parçası, bu iki dünya arasındaki karmaşık etkileşimin hem ulusal bilinci hem de on dokuzuncu yüzyılda sanatı ciddi biçimde etkilemesidir. Avrupalı Ruslar için kişisel davranışın  iki farklı üslubu olduğunu ve bunların St. Petersburg’un balo salonlarında, sarayda veya tiyatroda görgü kurallarına uygun Avrupai davranışlarını halk sahnesindeki bir aktör gibi sergilediklerini ama başka ve belki de farkında olmadıkları bir düzlemde yaşadıkları özel hayatın daha az resmi alanlarında yerli Rus davranış alışkanlıklarının galip gelmekte olduğunu her ayrıntısıyla okuyucuya sunuyor.

İlk bölümde Avrupalı Rusya konusunu incelemeye alan yazar, Petro döneminde St. Petersburg şehrinin Rus peri masallarındaki sihirli şehir gibi akıl almaz bir hızla nasıl büyüdüğünü okuyucuya etkili bir şekilde anlatıyor. Esere göre St. Petersburg birçok şehirden çok daha farklı olmakla beraber, Rus insanını Avrupalı olarak yeniden yapılandıracak geniş ve neredeyse ütopik denilebilecek kültürel bir mühendislik projesiydi ve Petrsburg vatandaşı olmak ‘karanlık’ ve ‘geri kalmış’ Moskova adetlerini geride bırakıp Avrupalı bir Rus olarak ilerleme ve aydınlanmanın modern, Batı dünyasına girmekti. Nihayetinde ise Figes, Petro’nun toplumu iyileştirmesi ile soylu, Rusya’nın Avrupa adetleriyle tanıştığı bir makam, sarayı ise bunun gerçekleştiği bir arena olarak nitelendirirken bunların bulundukları yerin medeniyet merkezleri sayıldığını vurguluyor.

‘1812 Çocukları’ adını taşıyan ikinci bölümde Orlando Figes, Napolyon’un Rusya’yı işgaliyle başlayıp, Prens Volkonski’nin köylülerin her birini birer vatansever olarak nitelendirmesi ve ilk kez aristokrat sınıfına ait olmaktan utandığını bildirerek hayatının dönüm noktasını yaşadığı dönemi, ulusal kendini bulma çağında ülkesi ve sınıfının hikayesini anlatan bir hayatı ele almıştır. Bu dönemde yaşanan olayları ve bu olaylar sonrasında basit bir köylü hayatı sürdürme dürtüsünün pek çok soylu tarafından paylaşılır hale gelmesini, ‘Rusların’ bu gerçek hayat arayışının Avrupa’nın diğer yerlerindeki kültürel hareketleri doğuran ‘kendiliğindenlik’ ve ‘organik’ varoluş ile ilgili romantik arayıştan daha derin olduğunu okuyucuya yansıtıyor. Sonrasında ise 18. Yüzyılda Fransızca ve Rusça dillerinin kullanımlarının tamamen farklı iki alana yayıldığı ve bu yayılmanın Rus kültürünü kökünden etkilediğini geniş bir anlatımla dile getiriyor.

“Petersburg titiz, dakik bir insan, mükemmel bir Alman, her şeye hesaplı şekilde bakan biridir. Bir parti vermeden önce hesaplarına bakacaktır. Moskova bir Rus soylusudur, eğer iyi vakit geçirecekse, sonunda yere yığılana kadar gider ve cebinde ne kadar olduğu konusunda endişe etmez. Moskova yarı ölçüleri sevmez… Petersburg, Moskova’nın acayipliği ve zevksizliği ile dalga geçer. Moskova Rusça konuşmayı bilmediği için Petersburg’u kınar… Rusya’nın Moskova’ya ihtiyacı vardır, Petersburg’un ise Rusya’ya.” Gogol’un bu büyüleyici betimlemesinin yer aldığı ‘Moskova Moskova’ adlı üçüncü bölümde yazar, Moskova’nın bir Rus şehri olduğu fikrinin Petersburg’un yabancı bir medeniyet olduğu düşüncesinden çıktığını öne sürerken, St Petersburg’un yabancı ve sahte bir yer olduğu, edebi anlayışının bile 1812’den sonra gerçek bir şekilde yaygınlaştığı fikrini benimsiyor. Bununla birlikte yazar Moskova’nın her şeyiyle tam bir Rus kültürü taşımasına ve ayrıca yemeğin başkenti sayılmasına da oldukça geniş bir yer veriyor.

Eserin dördüncü bölümü ‘Köylü Evliliği’ ismini taşıyor. Figes bu bölümde Orta Rusya’da tek caddeli tipik bir köyü ele alırken asıl irdelemek istediği konuyu Dostoyevski’nin ‘Her Rus önce Rus’tur, ancak ondan sonra bir sınıfa ait olur’ sözüyle özetliyor. Eğitimli sınıfların kendi ‘Rusluklarını’ tanımaya ve kültürel bir misyon olarak köylülere yönelmeye, onları birer vatandaş olarak eğitip Rusya’yı ulusal edebiyat ve sanat temelinde bir araya getirmeye davet edilmelerinin, öğrencilere halka gitme ilhamı veren bir vizyon olduğunu öne sürüyor. Kitabın bu kısmında yazar daha çok köylüler üzerinde durarak, bu dönemde her teorinin köylüye belirli erdemler yüklediğini ve bunların daha sonra ulusal karakterin özünü oluşturduğunu vurguluyor. Köy düğünlerinden bahsederken köylü kadının kaderini çilekeş bir hayatın beklediğini ve bu yüzden düğünlerde ‘vah vah vah! Vah yazık bana!’ şeklinde evlilik ağıtlarının yakıldığını belirten yazar, bu ağıtların Rus yaşantısının en kötü taraflarını vurgulamak için kullanıldığını söylüyor. Bu bölümün önemli anlatımlarından biri de 1905 devrimidir. Figes 1905 baharında bütün ülkeyi demokratik haklarını talep etme konusunda birleşmiş gören, 1890’dan bu yana devrimin hayalini kurmuş liberaller ve sosyalistlerin bayram sevinci yaşadığını ve sonrasında da devrimin evrelerine, devrim sonrası sanatsal ve kültürel alandaki değişikliklere yer veriyor.

Rus Ruhunu Arayış… Bu bölümde yazar, on dokuzuncu yüzyıldaki gerçek Rus inancı arayışının ortaçağ keşişlerinin mistisizmine bakışını, burada Rus inancına etki ediyormuş gibi görünen bir dini bilinç biçiminin hüküm sürdüğünü ve bu bilincin resmi kilisenin şekilci dininden çok daha gerçek ve duygusal olarak yüklü bir bilinç biçimi gibi göründüğünü okuyucuya aksettiriyor. Dini ritüellerin Rus inancının ve ulusal bilincin tam ortasında yer aldığını dile getiren yazar, Rus ulusunu ikiye ayıran Ortodoks cemaatinin hizipleşmesinin en önemli nedeninin bu olduğunu öne sürüyor. Ayrıca bu bölümde yazar Dostoyevski, Karamazov, Tolstoy, Çehov gibi Rus yazarların eserlerinde bu enstantenelere yer verişlerini de örneklemelerle paylaşıyor.

‘Cengiz Han’ın Varisleri’ adını taşıyan altıncı bölümde yazar, Ruslar ve Moğollar arasında olan her olayı, Moğolların pervasız ve durdurulamaz güçlerinin önüne o dönemin sağlam Rus ordusunun  dahi geçemeyeceği düşüncesiyle, neredeyse hiçbir Rus Prensi’nin Moğollar’a karşı çıkmak için harekete geçmediğini derinlemesine anlatıyor. Bunun yanı sıra çoğu ulusun gözünde ‘geri kalmış’ olarak nitelendirilen Moğol kavimlerinin hiç de geri kalmış olmadıkları, aksine başka şeylerde olmasa bile özellikle askeri teknolojide ve organizasyonda topraklarını uzun zaman idare ettikleri Rus halkından çok daha ileri olduklarını bildiriyor. Bu akımlardan kalan Moğol etkisinin Rus halkının kültürünün köklerinde derinlere işlendiğini ve en temel kelimelere dillerinde rastlanıldığını belirtiyor. Tatar göçünden etkilenenin sadece Rus dilini değil, aynı zamanda Rus geleneklerini de kapsadığını ve bunu Rus konukseverlik adetlerinin hanların kültüründen etkilendiğinin açık olduğunu, saray ve yüksek sosyete seviyesinde belirlemenin sıradan Rus halkı seviyesinde belirlemekten daha kolay olduğunu söyleyerek ince bir anlam gizliyor. Bu bölümde Cengiz Han, Lenin, Korkunç İvan, Büyük Katerina ve onların serüvenlerine de değinen Figes, tarihi onların gözünden bir kez daha canlandırıyor.

Sovyet Merceğinden Rusya’yı anlatan yedinci bölüme gelindiğinde, genelde bütün ayrıcalıklara karşı bir savaş olarak görülen Rus Devrimi’nin uygulanabilir ideolojisinin Marks’tan çok köylü sınıfın eşitlikçi adetlerine ve ütopik özlemlerine borçlu olduğunu, Marks tarafından yazılmasından önce Rus halkının artan zenginliğinin ahlaka aykırı olduğunu, bütün mal mülkün hırsızlık olduğunu ve tek gerçek değerin el emeği olduğu fikri ile yaşadıklarını kaleme alıyor. Yazar devrimin ilk yıllarında konut stoğunun sosyalleştirilmesi adına ailelerin tek odalı eski apartman bloklarına, bazen de daha azına atandığını, mutfak ve banyoyu diğer ailelerle paylaşmak zorunda kaldıklarını, 1920’den itibaren ise iç çamaşırları da dahil olmak üzere her şeyi paylaşır duruma düştüklerini, herkesin aynı yatakhanede uyuduğunu ve cinsel ilişki için de ‘Komünü Evleri’ inşa ederek özel alanın tamamen yok edilmesine kadar gidildiğini anlatıyor. Devletin sanatın ahlaken didaktik bir rol oynaması endişesinin sinemada sosyalist realist filmin yükselişi için bir kritik oluşturduğunu savunan Figes, aksiyon dolu macera ya da romantik komedi filmlerinin, Vertov ve Einstein’a olduğu gibi, propaganda filmlerine her zaman tercih edildiğini gösteriyor. Bu bölümde yazar olayların baş aktörleri olarak Lenin, Korkunç İvan ve Stalin’i ağırlıyor.

Son bölümde Yurtdışındaki Rusya’yı inceleme konusu yapan yazar eserinde Rusya’dan yurtdışına yapılan göçler ve sürgünler sonrasında Rus vatandaşlarının ülkelerine duyduğu derin özlemden bahsederken, Berlin’i Rus göçmenlerin başkenti olarak addediyor. Yazara göre, göçmen topluluklarındaki sanatsal yeteneğin sırf hacmi bile onları içinde bulundukları toplumdan ayırmaya yetecek derecedeydi. Yıllar sonra Rusya dışına çıkarılan bu göçmenlerin kendilerinden sonra gelmekte olan soylarının kendi dillerinden önce yaşadığı ülkenin dilini öğrenmesi onlara derin bir hüzün yaşatıyor ve farklı ülkelerde farklı zorluklarla karşılaşmak durumunda kalan bu vatandaşlar nihayetinde vatan sevgilerini içten içe, gizliden gizliye yaşamak zorunda bırakılıyor.  Hikaye Brejnev dönemiyle sona eriyor.

Sonuç olarak; Orlando Figes’in kaleme aldığı bu muhteşem eser okuyucuyu tarihlerin derinliklerine kadar götürüyor. Yapı olarak çok kapsamlı bir tarih kitabı olmamasına karşın kültürel figürler ve geleneksel motiflerle süslenmiş bu çalışma bir kültürün yorumudur. Bölümlerde 18. Yüzyıldan 20. Yüzyıla doğru ilerlerken kronolojik sıralamaya uyulmadığı gözleniyor. Her bölümünde Rus kimliğinin bir başka aşamasının incelendiği bu kitapta bütünsellik korunmaya dikkat edilmiş, ayrıca Rus tarihi konusunda detaylı bilgiye sahip olmayan okuyucular için Figes bazı açıklamalara da yer vermiştir. Akademik olmayan bir dille sunulan bu eserde baştan itibaren ortaya konan kültürel gelenek döngüsü sonuna kadar sürdürülüyor. Yinelemelerle ele alınan bazı tema ve varyasyonları kitabın eleştirilebilir bir yönü olarak değerlendirmekle beraber, eserin bütününde sunulan etkileyici üslup sayesinde bu tekrarlar hikayenin anlaşılmasına ayrıca kolaylık sağlıyor.

Yelda ÖZTAŞ

Kocaeli Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi

 

Kitabın Adı: Nataşa’nın Dansı, Rusya’nın Kültürel Tarihi

Yazarı: Orlando Figes

İnkılap Kitabevi, 2009

Çeviren: Fiden Dereli

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...