Ortadoğu ve Dış Politikada Değişen Yüzler

 Türkiye son yıllarda özellikle pro – aktif dış politika düzleminde bir yer arama kavgasına girmişken diğer taraftan da “arabuluculuk” faaliyetleri ile etki alanında yer alan bölgelerde belli bir nüfuzun üstüne çıkmayı ve uluslararası kamuoyunun olumlu dikkatini üzerine çekmeyi hedefliyordu. Bu nedenledir ki son zamanlarda Türkiye’de fazla da popüler olmayan dış politik hamleler, iç politika ile iç içe geçmesinin dışında ayrı bir önem taşır oldu.

 Ülkelerin zaman içerisinde değişen politikaları, hükümetlerin ideolojileri boyutunda geliştirdikleri veya geliştirmeye çalıştıkları devlet politikaları ve hepsinden önemlisi kamuoyunun içinde bulunduğu genel durum hafızalarda bir ülke duruşu çizmeye yetiyor. Son dönem Türkiye’nin içinde bulunduğu resmi de bu şekilde özetlemek gerekecektir. Türkiye; Ortadoğu bölgesinde son yaşanan gelişmeler ile birlikte zorlu bir sürece girmiştir. Çoğu zaman resmin tamamlayıcısı ve filmin figüranı olan Türkiye artık resmin ana teması ve filmin baş aktörü olma yolunda politikalar izlemeye başlamıştır. Türkiye; Ortadoğu coğrafyasında devletlerle olan iyi ilişkilerinde geçmişin mirasını ve kimliğini kullanmakta sorunlu ilişkilerinde ise olaydan etkilenen taraf olarak yerini almışken şimdi ise; olayların en içinde hatta krizlerin merkezi olarak ortaya çıkmaktadır.

Ortadoğu denince akla gelen durumlar; istikrarsızlık, anti-demokratik yönetimler, çatışma, savaş, petrol, terör örgütleri olarak sıralanabilir. Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu çoğunlukla; İsrail ile birlikte; bölgedeki diğer demokratik ve batılı anlamda bir hayat tarzına, vizyona sahip olan ülke olarak vurgulanmaktadır. Bu nedenledir ki; Türkiye’nin diğer bölge ülkeleri ile olan ve son dönemde İran ile imzalanan Tahran Antlaşması’ndan sonra çıkan yorumlarda üstünde durulan “eksen kayması” tartışmalarını bu çerçeveden değerlendirebilir.

Türkiye Cumhuriyeti; dış politikada yaptığı hamlelerin teori kısmını; uluslararası meselelerde çözüme katkı yapıcı ve uluslararası toplum tarafından kabul edilmiş değerlerin desteklenmesi yönünde şekillendirmektedir. Bu aşamada; Ortadoğu’da bölgesinde istikrarsız bir durum istemeyen, “yurtta barış, dünyada barış” sözünün altını çizen, bölgede meydana gelen çatışmalara istemese de taraf olan Türkiye; şimdi nasıl bu istikrarsızlığa giden yolda ve çatışmanın kendi tarafından  konuşulduğu bir platformda konunun odağı oldu? Türkiye; bölgenin lider ülkesi midir? Türkiye bölge de lider olabilir mi? Türkiye salt anlamıyla bir lider ülke konumunda mıdır? Yada bölge için liderlik bizim içselleştirmediğimiz ancak batı tarafından bize atanan bir makam mıdır? Tüm bu sorular bugün Türkiye’nin Ortadoğu’da geldiği aşamaya bağlı olarak hem içerde hem de dışarda dillendirilmektedir.

İsrail- Türkiye ilişkileri; genel itibariyle Filistin sorunu üzerinden tanımlanmakta veya İran’ın nükleer çalışmalarının arkasında durularak İsrail’in de aynı konumda olduğu vurgulanarak yapılmaktadır. Türkiye ne kadar uluslararası normları ve demokratik değerleri vurgulasa da kendisini bir kimlik üzerinden güçlendirmeye devam ettiği görülmektedir. Dolayısı ile bir kimlik geliştirme ve yaratma süreci; zaten var olan “öteki” ile bir çatışma alanı yaratmaktadır. İsrail- Filistin meselesinde arabuluculuk yönünde atılan adımların olumsuz sonuç vermesi ile birlikte; son yaşanılan gemi olayı ile bu meselenin dışında farklı bir hikaye de Türkiye taraflardan en büyüğü haline gelmiştir. Yine; İran ile olan mesele de uluslararası kamuoyunun yanında olan Türkiye; olayın baş aktörü olarak belki de meselenin çok tehlikeli olarak tüm dünyaya lanse edilmesine “hayır” oyu kullandı. Türkiye bir yandan böyle adımlar atarken diğer yandan Filistin ile Filistin arasında yani; Hamas ve El- Fetih arasında bir barış sağlamaya yöneliyor. Kendi içerisinde tutarlı olan politikalar genel ilkelere uymuyor veya uydurulamıyordu. İsrail ile yaşanan ve etkilerinin uzun sürmesi beklenen son krizin ardından Türkiye; bölgedeki istikrarsız yapının taraflarından biri haline gelmiştir. İsrail ile ilişkilerimizi ne kadar bozarsak ne kadar onları eleştirirsek; dünyada ve bölgede o kadar popülaritemiz artacak. Acaba gerçekten öyle mi? Öyle değil ki bugün daha düne kadar aramızda husumet bulunan ancak Davutoğlu’nun “sıfır sorun politikası” kapsamı içerisinde barışmaya çalıştığımız ve duvarlarında kahramanca posterlerimizin asıldığı; Arap ülkelerinin İsrail ile gerginleşen bu durumdan ne kadar rahatsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Suriye Devlet Başkanı Esad’ın bölgesel istikrar konusunda; Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini değerlendirdiği ve bölge için bu kutuplaşmanın tehlikeli olduğunu belirtmiştir. Bu örnekten ortaya çıkan durum genel hatlarıyla şunu göstermektedir. Dış politikada Türkiye’nin izlediği bir “devlet politikası” var mıdır? Yoksa; terör konusunda sözüne çok da güvenilmez olan, dinsel çatışmaların odağı olan ve “uluslararası norm” tümcesinin ulus kısmına bile erişemeyecek olan devletlerin üzerlerinde konuşabileceği bir dış politika mı savunulmaktadır?

Türkiye’nin dünya liderliği vizyonu ve bunun için ortaya koyduğu bölge liderliği ve arabulucuk misyonu son aşamada iflas etmiştir. Taraflar ve taraf dışında olan uluslararası gruplar bu resmi böyle algılamaktadır. Aslında; Türkiye’nin bölgede elde edeceği tek ve kazanılmış bir liderlik modeli yoktur. Ortadoğu coğrafyasında yer alan ülkelerle olan ilişkilerimiz ve bu devletlerin batı ile olan ilişkileri kamuoyunda bizi kimileri tarafından göklere çıkarsa da resmi söylemlerde bize göre elde edilen başarının, büyük diplomatik atakların başarı ile ölçülecek bir yanı olmamaktadır.

Geçmişi referans göstererek üstümüze giydiğimiz elbise; şimdiki Rusya’nın soğuk savaş dönemindeki alanına sahip olmak gibi soğuk savaş yıllarından kalan bir zihniyetle politik arenada kendini göstermeye çalışması kadar uyumsuz bir şekilde durmaktadır. İşin ilginç tarafı; hem dünyanın değiştiğini söylemek ve yeni değerlerin varlığını kabul etmek hem de diğer yandan geçmişin o zamana uygun olan mirasını tabiri caizse; şimdi yemeye kalkmaktır. Bu çelişki maalesef ki Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında büyük hasarlara yol açmaktadır. Yapılması gereken; güçlü bir bölge ülkesi olma yolunda kendi devlet politikamızı çok yönlülük ve çok taraflılık şeklinde yürütmekle birlikte; dış politikanın, iç politikaya ve halk popülizmine malzeme edilmeyecek kadar ciddi bir konu olduğunun farkına varmaktır. Unutmamamız gereken şey; bölgesel dinamikler ile dış dünyanın, küresel ile anti-küresel hareketlerin mikro düzeyde değerlendirildiği ve bizim ağaçlara bakarken; bazılarının ormana baktığı bir dünyada yaşadığımızdır.

Selma BARDAKCI 

Bahçeşehir Üniversitesi 

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...

Yapay Zeka Çağında Savaş ve Barış

Henry A. Kissinger, Eric Schmidt ve Craig Mundie: War...