“Sıfır Sorun” Siyaseti: Dış ve İç Politikaya Yansıması

“Sıfır Sorun” siyasetine ve söylemine yönelik uzunca bir dönemdir negatif bir eleştiri yapıldığı gözlemlenmektedir. “Sıfır sorun” siyasetinin çöktüğü ve dış politika yürütücülerinin hedeflerinden uzaklaştığı hatta daha da sorunlu bir dış politikaya yöneldikleri ileri sürülmektedir. Bu noktada son 8 ayda yanı başımızda meydana gelen değişimleri anlamadan Sıfır Sorun siyasetine yüklenmenin ne kadar doğru olduğu tartışmalıdır. Suriye’de, Tunus’ta, Fas’ta, Yemen’de ve diğer Arap ülkelerinde rejimler devrilip, ülkeler bir iç savaşın içine sürüklenirken, Türk dış politikasının yaşanan değişimden etkilenmemesini veya hiçbir şey yokmuş gibi davranılmasını beklemek gerçekçi değildir. Bu noktada konuya bir kez daha teorik düzey üzerinden açıklamak yerinde olacaktır

“Sıfır Sorun Siyaseti”: Değişen Dengeler ve Etkileri

Sistem kısaca aralarında düzenli ilişkiler bulunan, birinde meydana gelen değişikliğin diğerini doğrudan veya dolaylı şekilde etkilediği, benzer özelliklere sahip ve belli sınırlar ile diğerlerinden ayrılan yapılar olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, Ortadoğu bölgesini bir sistem olarak aldığımızda, bu bölgede yaşanan ülkelerin birinde meydana gelen değişikliğin diğerlerini etkilediğinin farkına varmak ve analizlerimizi söz konusu değişikliklerin sebepleri ve sonuçları üzerinde yoğunlaşıp yapmak gerekir. Sistem teorisi bağlamında Kuzey Afrika’yı ele alacak olursak, Tunus’ta meydana gelen bir siyasal sistem değişikliğinin Fas ve Libya’yı da etkileme potansiyeline sahip olduğunu belirtmek gerekir. Değişikliğin boyutlarını iyi analiz edebilmek için, mutlaka tarihi geri planı iyi okumak, bugünü iyi anlamak ve geleceği doğru bir stratejik öngörü ile ortaya kayabilmeyi gerektirir.  

Sistem teorisi üzerine Prof. Dr. Hasan Köni hocanın yazdığı “Genel Sistem Kuramı ve Uluslararası Siyasetteki Yeri” adlı çalışma oldukça aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Sistem bağlamında Türkiye’nin “sıfır sorun” siyasetine geri dönecek olursak, söz konusu strateji bölge ülkeleriyle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerektiğini doğrudan ortaya koymaktaydı. Çünkü, 2011 öncesi Ortadoğu’daki siyasal ve toplumsal yapıların 2011’den farklı olduğu görülmektedir. Örneğin, 2011 öncesi dönemde Mısır’da Mübarek dönemi yaşanırken, şuan için bölge halkları Mübarek’in yargılanmasını canlı yayında izlemektedir. Mübarek’in devrilmesiyle birlikte Türkiye-Mısır ilişkileri de değişim geçirmiş ve Başbakan’ın son ziyaretle birlikte iki ülke arasında yüksek düzeyli bir işbirliği süreci başlamıştır. Dolayısıyla eskiden sorunlu olan ve “sıfır sorun” politikasına rağmen ciddi bir gelişme göstermeyen Türkiye-Mısır ilişkileri, Mübarek’in devrilmesiyle birlikte “sıfır sorun” politikasına uygun bir değişim geçirmiştir. Diğer yandan Suriye ile ilişkiler ise hükümetsel düzeyde daha da sorunlu olacak bir döneme geçilmiştir. Ancak ilişkilerin sorunlu olmasının temel nedeni Suriye’de yaşanan sorunlar olduğuna dikkat çekmek gerekir. Rejim karşıtı halk muhalefetinin yaşandığı bir dönemde Ankara’nın yanı başında yaşanan sivil ölümler karşısında sessiz kalmasını beklemek gerçekçi değildir. Esad’la kurulan işbirliğinin sürdürülmesi kısa dönemde “sıfır sorun” siyasetinin sürdüğünün göstergesi olacakken, orta ve uzun dönemde Türkiye-Suriye ilişkilerinde kara bir leke olarak nitelendirilebilirdi. Günümüze bile Nazi dönemi Almanya’sı ile işbirliği yapan ülkelerin nasıl eleştirildiğini görmezden gelmemek gerekir. Dolayısıyla kısa süreli çıkarlara odaklanmak, orta ve uzun dönemde kaybetmeye yol açabilir. Bazı gazetecilerin bölgede yaşanan değişime dikkat çekmeden “sıfır sorun öldü, yaşasın sıfır sorun” kavramını kullanarak dış politikayı eleştirmesi doğal olmakla birlikte izlenen dış politikanın bir sebep mi yoksa sonuç mu olduğuna da dikkat çekmek gerekir. Daha açık bir deyişle Suriye ve İran’la ilişkilerin hükümetsel düzeyde bozulmasının izlenen dış politikadan mı yoksa söz konusu ülkelerin politikalarında yaşanan değişimden mi kaynaklandığını da tüm unsurlarıyla birlikte analiz etmek gerekir. Suriye’de yaşanan isyanın ardından İran ve Türkiye’nin farklı politikalara yönelmesinin aynı zamanda iki ülke arasında ilişkileri de etkilemesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda Türkiye’nin İran’la ilişkilerinin bozulmasını salt füze kalkanı projesine katılımla açıklamak yeterli değildir. Zira, füze kalkanı projesi de uzunca bir dönemdir gündemdeydi ve Türkiye’nin NATO üyesi olarak söz konusu proje de yer alacağı çok önceden açıklanmıştı. Ayrıca, NATO üyesi bir ülke olan Türkiye’nin İran’la ilişkilerinin de belli bir sınırı olduğunu herhalde Tahran’da iyi biliyordu. Dolayıyla hem Ankara hem de Tahran ilişkilerinde belli bir mesafe olacağının farklında olarak hareket etmekteydiler. Her iki ülke Basra Körfezinde, Irak’ta, Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde, Hamas ve Lübnan politikasında ve son olarak Suriye’de zaten uzunca bir dönemdir birbirleriyle rekabet eden iki güçtü. Var olan rekabet biraz daha kamuoyuna yansımaya başladı.

Tekrar konuya değinecek olursak “sıfır sorun” politikasının kısa, orta ve uzun dönemli amaç ve hedefleri de kendi içinde barındırdığına dikkat çekmekte yarar vardır. Kısa dönemli amaçların başında bölgedeki rejimlerle ilişkilerin her boyutta iyileştirilmesi öngörülürken, orta dönemde de toplumlar arasındaki ilişki ağının ve karşılıklı algıların olumlu yönde değiştirilmesi öngörülmüş olunabilir. Uzun dönemde de bölgenin ekonomik, siyasal, diplomatik ve güvenlik alanında Türkiye’nin etkisine açık hale getirilmesi amaçlanmış olunabilir. Doğal olarak bu hedeflere ulaşmak için öncelikli olarak dönemin iktidarlarıyla münasebetlerin iyileştirilmesine öncelik verilmesi gerekilirdi. Bundan dolayı Esad yönetimiyle ilişkilerin geliştirilmesine büyük önem verilirken, aynı zamanda Irak, Suudi Arabistan, Lübnan ve diğer ülkelerle de ilişkiler geliştirilmeye başlandı. Aynı dönemde toplumsal ilişkilerinde her alanda geliştirilmesi için yoğun bir çaba harcanırken, 2011 öncesine kadar sistemin yapısında bir değişiklik olmadığından siyasi, ekonomik ve diplomatik ilişkiler de gelişerek sürmüştü. Söz konusu ilişkilerin gelişme göstermesi “sıfır sorun” siyaseti ile doğrudan ilişkili görülmesine karşın, küresel sistemden kaynaklanan bölgedeki güç boşluğu da buna katkı sağladı.

Ancak 2011 başında ilk önce Tunus ardından da hemen hemen tüm Arap devletlerinde sivil halk muhalefetleri iktidar değişikliği talepleriyle ortaya çıkmaya başladılar. Kısa sürede Tunus ve Mısır’da siyasal sistemin değişmesiyle sonuçlanan halk ayaklanmaları Libya’da kanlı bir iç savaş ve ardından uluslararası müdahale ile yeni bir boyut kazandı. Bir zamanlar Kaddafi’nin en önemli dostları olarak kabul gören ve hatta seçim masraflarını Kaddafi’nin karşıladığı  Sarkozy gibi AB liderleri Kaddafi’nin düşürülmesi için askeri müdahaleye aktif destek verdiler. Ne Fransız ne de İtalyan gazeteleri neden Fransa’nın veya İtalya’nın Kaddafi’ye ahde vefa göstermediğini sorgulamadılar. Diğer bir deyişle neden Libya ile “sıfır sorun” varken savaş haline geçildiği eleştirisini yöneltmediler. Çünkü Libya’nın siyasal sistemi içinde meydana gelen değişikliğin doğrudan Fransa ve İtalya’nın da politikalarını etkileyecek boyutta olduklarının farkındaydılar. Dolayısıyla sistem içinde meydana gelen değişiklikler ülkelerin bir biriyle olan ilişkilerini doğrudan etkilediği düşüncesiyle hareket edilmiştir.

Türkiye’nin “sıfır sorun” politikası da 2011 öncesi döneme ait bir strateji iken  2011 sonrası dönemde kısa dönemde sürdürülmesi mümkün olan bir siyaset olarak görülmemektedir. Suriye’de meydana gelen halk ayaklanmaları sonrası ülke kendi içinde iki ayrı bloğa bölünmüş ve ülke hızlı bir şekilde iç savaşa sürüklenirken Ankara-Şam ilişkilerinin değişmesi doğaldır. Bu durumda Türkiye’nin meşru taleplerle ortaya çıkan Suriye halkının yanında yer alması, doğal olarak zorla ve güç kullanarak iktidarda kalmak isteyen güçlerle ilişkilerinin bozulmasına yol açacaktır. Kısa vade de bozulan ilişkilerin, rejimin nasıl değişim geçireceğine göre yeni bir hal alacağı kesindir

Diğer yandan “sıfır sorun” siyasetine rağmen Mübarek döneminde Türkiye-Mısır ilişkilerinin iyi olduğunu ileri süremeyiz. 25 Ocak’ta halk hareketinin başlamasından kısa bir süre sonra Türkiye, Mübarek karşıtı bir pozisyon alarak sorunlu olan Türkiye-Mısır ilişkilerinin daha da bozulmasına yol açtı. Eğer Mısır’da halk ayaklanmalarının yaşandığı günlerde Türkiye’nin “sıfır sorun” gereği Mısır’da yaşananlara duyarsız ve tepkisiz kalması gerektiği öne sürülmüş olsaydı, bugün Türkiye-Mısır ilişkileri daha da sorunlu bir hal alabilirdi. Ancak 18 gün sonra Mübarek’in iktidarı bırakmak zorunda kalmasından sonra ilişkiler hiç olmadığı kadar iyi seyretmeye başladı. En son Başbakan Erdoğan’ın ziyaretiyle birlikte her iki ülke arasında birçok alanda işbirliğini öngören anlaşmalar imzalandı. Mısır siyasal sisteminde yaşanan değişim doğrudan Türkiye-Mısır ilişkilerini de olumlu etkilemiştir.

İsrail’le ilişkilere gelince ilişkilerin bozulmasında rol oynayan en önemli aktörün İsrail olduğu dikkatten kaçırılmaktadır. İsrail’in uyguladığı saldırgan ve bölge ülkelerinin egemenliklerine saygı göstermeyen dış politika anlayışını iyi irdelemek gerekir. Mısır’ın, Ürdün’ün veya gerektiğinde Türkiye gibi ülkelerin iç politikalarına farklı araçlarla müdahale eden İsrail’le Türkiye’nin iyi ilişkilerini sürdürebilmesi için öncelikli olarak Tel Aviv’in yukarıda bahsi edilen iki temel dış politika anlayışını terk etmesi gerekir. Daha açık bir deyişle İsrail, Türkiye ile ilişkilerini önemsiyor olsaydı uluslararası sularda seyreden bir insani yardım gemisine askeri yöntemlerle müdahale etmezdi. Ancak 2010 Mayısına dönüldüğünde İsrail’in bölge ülkelerinin iktidarları üzerinde kurmuş olduğu asimetrik ilişki boyutundan dolayı Türkiye karşısında daha güçlü bir pozisyonda olduğu dikkate alındığında Tel Aviv’in neden açık denizlerde bir saldırı gerçekleştirdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Oysa 2011 sonrası dönemde değişen iktidar yapıları İsrail’in bölge ülkeleri üzerindeki etkisini sınırlandırmıştır. Dolayısıyla sistem içerisinde değişen iktidar yapıları Türkiye’yi güçlü duruma sokarken, İsrail’i ise zayıflatmıştır. Bundan dolayı Türkiye, İsrail’e eski tarz ilişki boyutunun sürdürülemeyeceğine dair açık mesajlar verebilmektedir. Türkiye bekli de açık bir şekilde İsrail’den bölgedeki Türkiye lehine oluşan güç dengesindeki değişimi kabul etmesini beklemektedir.

Ancak “sıfır sorun” siyasetinde yaşanan değişimi dış politika yerine iç politikada eleştirmek mümkündür. Çünkü ülke sınırları dışında meydana gelen halk hareketlerini doğrudan yönlendirmek mümkün olmadığından bir anlamda değişim rüzgarıyla birlikte hareket edildiği görülmektedir. Ancak aynı durum iç politikada farklıdır. Son dönemde ülke içinde artan şiddet olayları Türkiye’nin bölgedeki hareket alanını ve üstlendiği misyonu olumsuz etkilemektedir. Öte yandan demokratik çözümlerin hayata geçirilmemesi durumunda Suriye veya diğer Arap ülkelerinde yaşanan toplumsal çatışmaların yaşanması bile gündeme gelebilir. Sorunları farklı kavramlarla tanımlamak her zaman mümkün olmakla birlikte, çözümlere katkı sağlanmak isteniyorsa, doğru ve yapıcı eleştirilerde bulunmak gerekir. Özellikle ülke içinde şiddet sarmalanın durdurulamayışı model ülke kavramından da uzaklaşmayı beraberinde getirecektir. Son dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri tarafından da dile getirilen Model ülke kavramının aynı zamanda iç sorunlarını demokratik yöntemlerle çözmüş ve toplumsal barışını yakalamış ülke algısıyla doğrudan ilişkili olarak değerlendirildiği belirtmek gerekir. Oysa gelinen nokta ne toplumsal istikrarsızlık unsurları giderilmiş ne toplumsal barış sağlanabilmiş ne de bu yönde güçlü bir talep ortaya konmuştur. Aksine verilen mesaj yaşanan sorunları askeri yöntemlerle çözme iradesini yansıtmaktadır.  Ancak, Suriye’de, Yemen’de ve diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de sivil diyalog kapısının iktidarı elinde tutan güçler tarafından açık tutulması, sorunların barışçıl ve demokratik çözümü için oldukça büyük bir önem taşımaktadır. Aksi durumda farkında olmadan ve kontrolsüz bir biçimde orta ve uzun dönemde hedeflenen bölgesel ve küresel aktör olma amaçlardan uzaklaşılacağı gibi ülkedeki toplumsal istikrarda büyük bir yara olabilir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika başta olmak üzere uluslararası ortamda Türkiye’nin bölgesel ve ardından da küresel aktör olmasını sağlayacak tarihi fırsatların iç politikada uygulanmaya konan kısa dönemli ve çözüm getirmekten uzak sertlik yanlısı girişimlerle heba edilmemelidir.

Yazının İngilizcesi için tıklayınız…

 

Doç. Dr. Veysel AYHAN

ORSAM Ortadoğu Danışmanı

Abant İzzet Baysal Üniv. Uluslararası İlişkiler Bölümü

 

Kaynak: ORSAM

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...