Son Dönem Türkiye-İsrail İlişkileri

Türkiye-İsrail İlişkileri, 1949 yılında Türkiye’nin İsrail’i tanımasıyla başlamış ve 2000’li yıllara kadar, başta askeri ve güvenlik ilişkileri olmak üzere, birçok alanda inişli çıkışlı da olsa devam etmiştir. 1990’lı yıllarda iki ülkenin ilişkileri stratejik müttefikliğe kadar yükselmiştir. Bu durumun oluşmasında, güvenlik kaygıları ön planda olan İsrail ile Türkiye’nin bölgesel tehdit algılamalarının benzer olmasının yanında, ekonomik ve askeri faktörler ile ABD faktörü etkili olmuştur. 2000’li yıllara gelindiğinde ise bölgesel gelişmelerin de etkisiyle, iki ülke ilişkilerinde gerileme söz konusu olmuştur. Özellikle, Türkiye’de AKP hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte, ilişkilerde ki gerileme hız kazanmaya başlamıştır. AKP hükümetinin Filistin lehine olan politikaları İsrail hükümetini rahatsız ettiği gibi, 2003 yılındaki Irak savaşında İsrail’in Kuzey Irak’ta yapmış olduğu faaliyetlerde Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiştir.

27 Aralık 2008‘de İsrail’in Gazze’ye karşı başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu”, daha sonraki süreçte yaşanan “Davos Krizi” ve “Alçak Koltuk Krizi” ilişkilerdeki gerilimi tırmandırırken, 31 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze’de ki sivil halka yardım götürme amacıyla yola çıkan insani yardım konvoyunda bulunan Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerince yapılan saldırıyla başlayan “Mavi Marmara Gemisi Krizi”, ilişkileri kopma noktasına getirmiştir.

Mavi Marmara Krizi ve Sonrasında İlişkiler:

İsrail ablukasında ki Gazze’de yaşayan Filistin halkına, insani yardım götürmek isteyen Mavi Marmara gemisine, İsrailli askerler 31.05.2010 tarihinde, uluslararası sularda müdahale etmişler ve birçok sivilin hayatını kaybetmesine neden olmuşlardır. Kuruluşundan beri sorunları güç kullanma politikasıyla bastıran İsrail, Mavi Marmara gemisinde de aynı politikası sürdürmüştür. İsrail’in bu saldırısının arkasındaki bir diğer neden de, Türkiye’nin Filistin meselesindeki tutumudur. Türkiye’nin bu sorunu barışçıl yöntemlerle çözme eğilimi İsrail’i rahatsız etmektedir. Bu saldırıyla, Filistin konusunda tek söz sahibinin kendisi olduğunu dünya kamuoyuna duyurmak istemiştir. Hiç kuşkusuz bu saldırıyla, Türkiye-İsrail ilişkileri geri dönüşü zor bir yola girmiştir. İsrail’in Ortadoğu’da izlediği saldırgan politikalar, Türkiye’nin bölgede “düzen koruyucu” bir rol üstlenmesiyle birlikte, yalnızlaşmasına sebep olacaktır. Nitekim Mısır’da yaşanan son olaylar bunu açık bir şekilde göstermektedir.

Palmer Raporu ve Sonuçları

Saldırı sonrasında Türkiye ilk olarak, İsrail’de ki büyükelçisini geri çağırmış ve diplomatik ilişkiler kopmuştur. Türkiye saldırından sonra ilişkilerin normale dönmesi için bazı taleplerde bulunmuştur. Bunlar; Türkiye’den özür dilenmesi, öldürülen dokuz vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesi ve Gazze’deki ablukanın kaldırılmasıdır. İsrail bu talepleri yerine getirmemiştir.

2 Haziran 2010 tarihinde, BM İnsan Hakları Konseyi, olayla ilgili olarak bir veri toplama heyeti kurulmasını kararlaştırmıştır. Heyet raporunu 27 Eylül 2010 tarihinde İnsan Hakları Konseyine sunmuştur. Rapora göre; İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka ve aralarında Mavi Marmara gemisinin bulunduğu filoya karşı uluslararası sularda girişilen silahlı saldırı yasadışıdır. Ayrıca raporda, İsrail askerlerinin orantısız güç kullandıkları, olayın uluslararası hukukun ağır bir ihlali olduğu ve bunların telafi edilmesi gerektiği belirtilmiştir.

2 Ağustos 2010 tarihinde, başkanlığını Yeni Zelanda eski başbakanı Sir Geoffrey Palmer’in, yardımcılığını Kolombiya eski devlet başkanı Alvaro Uribe’nin üstlendiği yeni bir soruşturma komisyonu daha kurulmuştur. Bu komisyona Türkiye ve İsrail’de birer temsilci atamışlardır. Türkiye komisyonla koordineli bir şekilde çalışmalarını sürdürürken İsrail raporun gecikmesi yönünde politika izlemiştir. Sonuç olarak rapor ABD basınınca sızdırılmıştır. Rapor, İsrail’in Gazze ablukasının meşru olduğunu ve yardım filosunun ablukayı delme girişimlerinin sorumsuz bir davranış olduğunu belirtmiştir. İsrail’in silahlı mücadeleye savunma amaçlı olarak giriştiği ve İsrail’in Türkiye’ye üzüntülerini iletmesi gerektiği söylenmiştir. Bunun üzerine Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin almış olduğu kararları açıklamıştır.

1- Türk-İsrail diplomatik ilişkileri ikinci Kâtip düzeyine indirilecektir. Bunun üzerindeki tüm görevliler, başta büyükelçi, en geç çarşamba günü ülkelerine geri döneceklerdir.

2- Türkiye ile İsrail arasındaki tüm askeri anlaşmalar askıya alınmıştır.

3- Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestîsi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.

4- Türkiye, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı tanımamaktadır. İsrail’in 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle Gazze’ye yönelik uyguladığı ambargonun Uluslararası Adalet Divanı’nda incelenmesini sağlayacaktır. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu’nu harekete geçirmek için girişime başlıyor.

5- İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine destek verilecektir.

Her ne kadar raporun girişinde bağlayıcılığının bulunmadığı dile getirilmiş olsa da, İsrail kendi lehine olan bu raporu olumlu karşılamış ve ilişkilerin düzelmesi adına hiçbir adım atmamıştır.

SONUÇ

Palmer Raporuyla birlikte iki ülke ilişkileri içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Bu noktada Türkiye’nin dış politikasını sorgulamak gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, 9 vatandaşını İsrail’in haksız saldırısında kaybetmiş bir ülke olarak Türkiye tepkisinde haklıdır. Fakat daha sonraki dönemde Türkiye’nin süreci iyi yönettiğini söylemek güçtür. Türkiye, Cenevre’deki BM İnsan Hakları Konseyi’nin 27 Eylül 2010 tarihinde ve büyük ölçüde Türkiye’nin görüşleri lehine olan raporu çerçevesinde politika yapmalı, ikinci bir araştırma komisyonun kurulmasına izin vermemeliydi. Türkiye bu komisyona bir temsilci gönderdiği gibi, dört kişilik komisyonda konsensüs sağlanamazsa, başkan ve başkan yardımcısının anlaşması ile raporun kabul edilmesi gibi bir yöntemi onayladı. Türkiye bir diğer yaptırım olarak sorunu(Gazze ablukasını) UAD’ye götürme kararı aldı. Fakat bir hukuki anlaşmazlığın UAD’ye sunulması için, anlaşmazlığa taraf devletlerin UAD’nin yetkisini tanıması gerekir. UAD’nin yetkisini daha önceden genel olarak tanımamışlarsa, bir beyan yaparak sadece o anlaşmazlıkla sınırlı olmak üzere UAD’nin yetkisini tanıyabilirler. Gelinen noktada İsrail’in böyle bir yolu kabul edeceği düşünülemez. Bu durumda anlaşılıyor ki; Türkiye UAD’den sadece danışma görüşü isteyecek.

Görüldüğü gibi, Türkiye Palmer raporunu daha sağlam bir diplomasiyle engelleyebilseydi, sadece BM İnsan Hakları Komisyonun kararını baz alarak sürece yön vermeye çalışsaydı, hem İsrail’e karşı elimiz daha güçlü olacak, hem de bölgedeki çıkarlarımız ve bölgede barışın sağlanması adına, bugünkü gergin durum yaşanmamış olacaktı. Belirtilmesi gereken bir diğer nokta da Türkiye’nin aldığı kararlar da ne derece samimi olduğudur. Türkiye, İran’a karşı İsrail’i korumak için, Malatya’ya füze kalkanı yerleştirecek kadar samimi!

 

Şafak ÖZŞİMŞİR

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Avrupa Gündemi Konferansları – II: “Bizi Bağlayan Göç” – AB-Türkiye Ortaklığını Yeniden Değerlendirmek

Kocaeli Üniversitesi’nin yürütücülüğünde düzenlenen Avrupa Gündemi Konferanslarının ikincisi 24-25...

Avusturya Seçim Sonuçları: Aşırı Sağ FPÖ’nün Zaferi Yeni Bir Dönemi mi İşaret Ediyor?

Avusturya’da 2024 seçimleri, ülkenin siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından...

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Tamamlandı

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen "Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu...

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer...