Türkiye-Rusya İlişkileri: Yüksek Düzeyli Stratejik Rekabet

Başbakan Erdoğan’ın Moskova Ziyareti, Ortadoğu ile yoğrulmakta olan dış politika gündemine karşın, farklı coğrafyalara hitap eden ve farklı tarihsel, siyasal ve ekonomik gelişmelerden beslenen bir dış politika ajandasının daha olduğunu bizlere hatırlatmış oldu. Bu dış politika ajandasının en önemli unsurlarından biri de, hiç şüphesiz Rusya’dır. Vladimir Putin’in önderliğinde, çoğulcu demokrasiyi baskılayan, ancak, ekonomik gelişimi yadsınamayacak ölçüde artan bölgesel/küresel bir aktör görünümü kazanan Rusya ile kurulacak iyi ilişkiler Türkiye’nin ekonomik/siyasal gelişiminde önemli bir rol oynayabilir. Ne var ki, Türkiye’nin, NATO ve dolayısıyla Avro-Atlantik İttifakı’nın bir üyesi olmasından kaynaklanan anlaşmazlıklar ve yapısal sorunlar ile iki ülke tarihinden beslenen bölgesel rekabet, Türkiye-Rusya İlişkileri’nin stratejik ortaklık seviyesine yükseltilebilmesinin önüne geçmektedir. Erdoğan’ın Moskova Ziyareti’nde yaşananlar da bu gerçekliğin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.

Son dönemde, Türkiye ile Rusya arasında belli alanlarda ciddi bir yakınlaşma olduğu söylenebilir. Nitekim Rusya’da Putin ve Medvedev ikilisi üzerinden ifadesini bulan, siyasal değişime kapalı ve otoriter bir görünüm arz eden yönetim anlayışı, Türkiye’de de Erdoğan-Gül üzerinden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Bu noktada, özellikle son dönemde Erdoğan ile Gül arasındaki ilişkilerin çok da iyi olmamasından hareketle belli itirazlar gelebilir. Ancak Rusya’da da Putin ile Medvedev’in her konuda anlaştıkları söylenemez. Burada önemli olan, gerek Putin-Medvedev ikilisinin, gerekse de Erdoğan-Gül ittifakının benzer siyasal, toplumsal ve kültürel kodlardan gelen ve siyasal anlamda birbiriyle örtüşen anlayışları içselleştirmiş olmalarıdır. Ne var ki, yönetim kademesindeki bu benzerliğin, iki ülke arasındaki siyasal ilişkilere yansıtıldığı ve resmi anlamda “yüksek düzeyli stratejik işbirliği” olarak ifade edilen boyuta eriştiği söylenemez. Zira Rusya’ya göre, Türkiye, genelde Avrasya özelde de Karadeniz Havzası’nda mücadele edilmesi ya da kontrol altında tutulması gereken bir bölgesel güç/rakiptir. Aynı zamanda NATO üyesidir ve AB üyeliğini “ulusal bir hedef” olarak benimsemiştir. Yani Rusya, Türkiye’yi, hem bölgesel hem de sistemsel bir rakip olarak görmektedir. Türkiye’de de Rusya’ya karşı çok iyi hislerin beslendiği söylenemez. Tarihsel anlamda Rusya’nın büyümesinin Türkiye’nin (o dönemde Osmanlı) aleyhine olmuş olması ve SSCB döneminden ileri gelen ideolojik/askeri/siyasal kaygılar henüz tam manasıyla yatıştırılabilmiş değildir. Bu gerçeklik ortada iken, iki ülkenin “stratejik” olarak ifade ettikleri işbirliğinin siyasal işbirliği boyutuna evrilebilmesi orta vadede mümkün görünmemektedir. ABD ve AB gibi iki ülkenin siyasal işbirliğinden doğrudan etkilenebilecek dış güçlerin politikaları ve Karadeniz Havzası ile Ortadoğu’da iki ülkeyi karşı karşıya getiren birçok siyasal gelişmenin yaşanmış/yaşanıyor olması da iki ülke ilişkilerinin siyasal boyutuna olumsuz bir şekilde eklemlenmektedir.

Oldukça iddialı bir kavram olan “yüksek düzeyli stratejik işbirliğinin” işletilmeye çalışıldığı sektörler ise ticaret, enerji ve turizm olmaktadır. Zira özellikle milenyum sonrası dönemde bu sektörler bazında ciddi bir yakınlaşmanın olduğu söylenebilir. Zaten yüksek düzeyli stratejik işbirliği kavramının doğmasını sağlayan ve iki ülke ilişkilerindeki siyasal rekabeti geri plana iten en önemli unsur da bu sektörler çerçevesinde işleyen yakınlaşma sürecidir. Ancak bu sektörler çerçevesinde ele aldığımızda, işbirliğinden kazançlı çıkan aktörün Rusya olduğu söylenmelidir. Nitekim Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği’ne göre, 2012 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi, dolaylı kalemlerle birlikte, 50 milyar doları bulmuş olmasına karşın, bu rakamın ancak 12-13 milyar dolar kadarı Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ihracatı ifade etmektedir. Nitekim Türkiye, Rusya’ya enerji (doğalgaz, petrol) anlamında bağımlıdır ve bu rakamın yaklaşık olarak yarısı (25 milyar dolar), Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı enerji ihracatını ifade etmektedir. Türkiye, Rus turistlerden 4 milyar dolar civarında kazanç elde ederken, Rusya’ya yatırım yapan Türk şirketleri 25 milyar dolar kazanç sağlamışlardır. Ne var ki, Türk şirketlerinin Rusya’ya yatırım yapması, Türkiye’de daha fazla kişinin işsiz kalması, devletin vergi kaybına uğraması ve Rusya’nın kendi vatandaşlarına iş imkânı yaratması anlamına gelmektedir.

Rusya’ya olan enerji bağımlılığı, Mavi Akım-2 ve Güney Akım Projeleri sonrası daha da artacaktır. Üstelik bu projeler eliyle, Rusya’nın ekonomik ve dolayısıyla siyasal etkinliği geniş bir coğrafi alana yansımış olacaktır. Akkuyu’da inşa edilecek Türkiye’nin ilk nükleer enerji santralinin Rusya tarafından yapılacak olması, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi tarafından 25 milyar dolara ulaşacağı tahmin edilen maliyetin yanı sıra, doğalgazdan sonra nükleer enerjide de Rusya’ya bağımlı hale gelineceğini göstermektedir. Bir ülkenin, bütün enerji politikalarını tek bir gücün hegemonyasına terk etmesinin ne denli doğru bir karar olduğu ise tartışmalıdır.

Görüldüğü üzere, yüksek düzeyli stratejik işbirliğinin ekonomik kısmı daha çok Rusya’nın işine gelmektedir. Siyasal anlamda ise Türkiye ile Rusya’nın çok farklı frekanslarda oldukları söylenebilir. Türkiye, Suriye Muhalefeti’nin en güçlü destekçilerinden biriyken, Rusya, Esad yönetiminin ayakta kalmasını sağlayan esas güçtür. Türkiye’nin, Ortadoğu bağlamında en önemli bölgesel rakibi olan İran, Rusya’nın bölgedeki en önemli müttefikidir. Türkiye, Arap Baharı’na ve bu sürecin beraberinde getirdiği müdahaleci yaklaşıma sıcak bakarken, Rusya, Suriye ve Mısır özelinde de görüldüğü üzere Arap Baharı’na oldukça şüpheli ve mesafeli yaklaşmaktadır. Rusya, Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki bölgesel etkinliğini engellemeye çalışmakta, özellikle Ermenistan üzerinden ve Dağlık Karabağ sorunu ekseninde Türkiye’nin önüne taş koymaya çalışmaktadır. Benzer bir durum, Türkiye’nin etkinlik göstermek istediği Orta Asya için de söz konusudur. Rusya, bu bölgedeki ülkeler üzerinde kurguladığı siyasal, ekonomik ve enerji tabanlı vesayet ile Avrasya genelinde Türkiye’ye fazla bir manevra alanı bırakmayacağını kanıtlamaktadır. Tüm bu olumsuzluklara karşın, Türkiye’nin, Rusya ve Çin’in önderliğini yaptığı ve Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemsel hegemonyasına karşı yapılandırılan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’ne üye olmayı düşünmesi ilginçtir. Zira Rusya, bölgesel anlamda tam bir rekabet içerisinde olduğu ve sistemsel anlamda da karşıt anlayışın temsilcisi olarak gördüğü Türkiye’nin, çok kutupluluğun temsilcisi olan ŞİÖ’ye katılma isteğine doğal olarak sıcak yaklaşmayacaktır. Bu örgüt, her ne kadar ileri düzeyde bir işbirliği kurumsallaşması haline gelememiş olsa da, Rusya’nın çok kutupluluk söylemine meşruiyet kazandıran bir yapılanma olarak görülmelidir.

Dağlık Karabağ Sorunu’nun, ancak Rusya istediği zaman çözülebilecek bir görünüm sergilemesi, Türkiye’nin müttefiki Gürcistan’ın siyasal geleceğinin ve toprak bütünlüğünün Rusya’nın elinde olması, Orta Asya-Hazar-Türkiye geçişli enerji projelerinin Rusya tarafından her an baltalanabilecek bir yapı arz etmesi, Rusya’nın Türkiye’ye karşı elinin ne denli güçlü olduğunu gösteren bölgesel deliller olarak görülmelidir. Türkiye’nin, Suriye Krizi özelinde, Rusya’nın öngördüğü Cenevre-2 görüşmelerine katılacağını açıklaması ise, Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinliğinin Rusya’ya oranla çok daha sınırlı olduğunu kanıtlamaktadır.

Devletlere yön veren siyasal önderlerin birbirleriyle iyi geçiniyor olmaları ve belli alanlarda görülen ileri düzeydeki işbirliği girişimleri, o ülkelerin topyekûn bir stratejik ortaklığa gittiklerini göstermez. Bu bağlamda, Türkiye ile Rusya arasında “resmi” anlamda var olduğu kaydedilen yüksek düzeyli stratejik işbirliğinin, yalnızca ticaret, turizm ve enerji gibi sektörlere sınırlı olduğunu belirtelim. Üstelik bu işbirliği süreci, Türkiye’nin Rusya’ya olan bağımlılığını arttırırken, ekonomik anlamda Rusya’ya daha fazla kazanç sağlamaktadır. Siyasal anlamda ise, iki ülke ilişkilerinin stratejik bir işbirliği çerçevesinde seyrettiğini gösteren kayda değer bir gelişme yoktur. Bu bağlamda, Türkiye’nin, ŞİÖ’ye katılma talebinin Rusya tarafından değerlendirmeye dahi alınmaması normal bir sonuçtur. ŞİÖ üyeliğini, AB üyeliği ile aynı kefeye koymak ise, en azından, AB’nin içselleştirmiş olduğu yumuşak güce ve toplumsal/siyasal meşruiyete saygı duymamak ve ŞİÖ’nün bünyesinde barındırdığı otoriter siyasal söylemin altını çizmek anlamına gelecektir.

Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Giresun Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...