Türkiye’de Kadın Cinayetleri ve Cezai Popülizm Ekseninde Gelişen İdam Tartışmaları

1960’lı yıllarda kadın hareketinin güç kazanmasıyla birlikte kadın cinayetleri olgusu da yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. 1970’lerde Diana Russell, işlenen birçok cinayetin aslında kadın cinayeti (femicide) sayılabileceğini söyleyerek yeni doğanların öldürülmesini (infanticide), cadı yakma ritüellerini ve namus cinayetlerini de bu terim kapsamına sokmuştur (Özer ve ark., 2016). Russell 2001 yılında ise bu kapsamı daha da genişleterek kadın cinayetlerini “kadınların erkekler tarafından kadın oldukları için öldürülmesi” olarak tanımlamıştır (Russell ve Hermes, 2001: 209). Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün kadın cinayeti tanımı da buna yakındır: “Kadınların, kadın oldukları için kasıtlı şekilde öldürülmeleri” (WHO, 2012: 1). Dünya Sağlık Örgütü Raporu’na göre kadın cinayeti türleri 4’e ayrılmaktadır:

  • Yakın ilişki cinayetleri: kadınların mevcut veya eski partneri (eş, sevgili, birlikte yaşadığı kişi vs.) tarafından öldürülmesi,
  • Namus cinayetleri: Bir kadının içinde yaşadığı toplumun cinsel normlarından sapması durumunda (zina, evlilik dışı hamilelik, tecavüz vs.) aile üyeleri tarafında öldürülmesi,
  • Çeyiz cinayetleri: Özellikle Hindistan coğrafyasında kadınların evlenme sürecinde çeyizlerine ilişkin tartışmalar sonucu öldürülmesi,
  • Kadının tanımadığı biri tarafından işlenen kadın cinayetleri: Kadınların herhangi bir bağının olmadığı kişiler tarafından öldürülmesi (WHO, 2012).

Bu kategorilerden de görülebileceği üzere kadın cinayetleri; içinde kültürel, ekonomik, coğrafi ve toplumsal katmanlar taşıyan ve derinlemesine inceleme gerektiren bir konudur. Bu yazının amacı Türkiye’de yaşanan kadın cinayetlerinin nedenlerini açıklamaktan ziyade cezai popülizm kavramı çerçevesinde yarattığı etkiye ilişkin bir değerlendirme yapmaktır.

Kadın cinayetleri ne yazık ki Türkiye’nin karanlık bir yüzünü oluşturmaktadır. Anıt Sayaç’ın verilerine göre 2020 yılında 410, 2021 yılının ilk 8 ayında ise 225 kadın cinayeti işlenmiştir (Anıt Sayaç, 2021; Anıt Sayaç, 2020). Öldürülen kadınlar kuşkusuz bir rakamdan daha fazlası. Her biri, yaşam hakkı elinden alınan birer insan. Kadın cinayetleri, tam da bu duygusal olarak zorlayıcı doğası nedeniyle araştırmacılar için üzerinde çalışılması meşakkatli bir alanı oluşturmaktadır. Öyle ki kimi kadın cinayetleri toplumda infiale yol açarak bu cinayetlerin önlenmesi için daha fazla cezai önlem talebi doğurmaktadır. Bu talepler ise genellikle daha caydırıcı olduğu düşünülen idam cezası üzerine yoğunlaşmaktadır. Kadın ve çocuk cinayetleri gibi toplumun özellikle hassasiyet gösterdiği konularda, başta Twitter olmak üzere, sosyal medya platformlarında #idam #idamcezası #idamgelsin gibi etiketlerle kampanyalar başlatıldığı sıklıkla görülmektedir. Faillere karşı kolektif bir öfkenin hâkim olduğu bu gündemde kimi zaman politikacılar da idam cezasını destekleyici açıklamalarda bulunmaktadır. 2015 yılında gerçekleşen Özgecan Aslan cinayetinin ardından AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır’ın (Sol Haber, 2015) “şayet benim kızımın başına böyle bir olay gelseydi ben elime silahı alır bunun cezasını kendim verirdim. Bunun cezasına da katlanırdım” açıklamaları içinde bulunduğumuz durumu açıkça ortaya koymaktadır. 2020 senesinde yaşanan Pınar Gültekin cinayetinin ardından, Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici (Habertürk, 2020) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli (Independent Türkçe, 2020) “kadın cinayetlerinin ancak idam cezası ile önlenebileceğine” yönelik açıklamalar yapmıştır.

Tüm bu örnekler ışığında, Türkiye’deki politikacıların toplumda duygusal anlamda karşılık bulan olaylara yönelik çoğunluk ile paralel bir tepki göstermeyi adeta düstur edindikleri ve böylelikle ne kadar “halktan” olduklarını ispatlamaya çalıştıkları gözükmektedir. Nitekim John Pratt tarafından kavramsallaştırılan “cezai popülizm” (penal populism) olgusu, toplumun dehşet verici olaylar karşısındaki duygusal tepkileri ve siyasetçilerin çıkar odaklı kaygılarından çok daha karmaşık bir tarihsel gerçekliğe işaret etmektedir.

Kapitalist modernitenin ürünü olarak hapishane kurumu, kitlesel kapatma işleviyle “toplumun istenmeyen bireylerini bürokratik bir rutin olarak dışlamaya yarayan bir mekanizma” (Özkazanç, 2011) oluşturmaktadır. Bu disipliner mekanizma 1970’lerin yapısökümcü teorileri ile mercek altına alınmaya başlanmış ve 80’li yıllardan itibaren “modern cezalandırmanın post-modern çözülüşü”nü (Hallsworth, 2002) beraberinde getirmiştir. Bu çözülme ile kapatmaya karşı insan hakları temelinde alternatifler aranmaya başlanmıştır. Ancak 1980 sonrasının yeni sağ politikaları, bu alternatiflerin kanun ve düzen (law and order) söyleminin etrafında yoğunlaşmasına olanak vererek özellikle ABD’de -idam cezasının yeniden uygulanması ve zincire vurup toplu halde çalıştırma (chain gangs) gibi- pre-modern cezalandırma pratiklerinin yeniden canlanmasına neden olmuştur. Bu yeni cezalandırıcılık, ABD ile de sınırlı değildir. Yapılan araştırmalar, Batı coğrafyasının hapishane nüfusunun 1980’li yıllardan itibaren sistematik biçimde arttığını göstermektedir (Pratt, 2000). Tüm bunlara ek olarak, kamuoyunun daha sert ceza politikalarını onaylaması cezai popülizm tartışmalarını doğurmaktadır. Öyle ki modern hapishane aygıtının suçluları ıslah ve topluma yeniden entegre etme misyonunun yerine gitgide cezai popülist söylemin caydırma ve ödetme temaları ön plana çıkmaktadır. Elbette ki bu durum tarihsel bir sürecin ürünüdür. Neoliberal güvenlikçi politikalar ve Amerikanizasyon ekseninde ilerleyen küreselleşme dinamikleri ile birlikte yerel ve uluslararası düzeyde bir suç korkusu (fear of crime) ve ontolojik güvensizlik (Giddens, 1991) durumu baş göstermiştir. “Kamuoyunun cezalandırıcı eğilimleri sadece siyasetçilerin popülist kaygılarının medya yoluyla pompalanması olarak görülmemelidir” (Özkazanç, 2011: 132). “Son otuz yılda suç deneyiminin farklılaşmasına, güvensizliğin ve korkuların yaygınlaşmasına neden olan kültürel ve toplumsal değişimler de analize dâhil edilmelidir” (Garland, 2000). Yine de şurası kesin ki, Türkiye’de yaşayan kadınların günün birinde erkek şiddetine maruz kalabileceklerine dair duyduğu kaygı, 1980 sonrası hayatımıza giren ve hafif suçlara yönelik olarak gelişen “suç korkusu” kavramından bir hayli farklı ve derin köklere sahiptir.

Türkiye’nin kadın cinayetleri sorunu da bu yönetimsel gerçeklik içinde değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır. Kadın cinayetlerini yaratan ortam ve koşullar dikkate alınmadan verilecek herhangi bir cezai karar, sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokabilir. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, 2019 yılında yaşanan Emine Bulut cinayetinin ardından yapılan idam tartışmalarına cevaben #İDAMçözümdeğil kampanyasını başlatarak, kadın cinayetlerini önlemek için idam cezasının değil; erkek şiddetini önleyici devlet politikalarının gerekliliğine dikkat çekmiştir (Çelik, 2019). Federasyon, idamın bir insan hakkı ihlali olduğunun altını çizerek, 1 Temmuz 2021 itibariyle Cumhurbaşkanlığı kararı ile sona erdirilen İstanbul Sözleşmesi ve TCK 96. maddesinin uygulanmasını talep etmiştir.

Kadın cinayetleri Türkiye’nin şüphesiz en hassas konularından biri. Toplumsal cinsiyet normlarının, kültürel dinamiklerin göz ardı edildiği her değerlendirme biraz eksik kalacaktır. Bu yazıda, kadın cinayetleri sorununun nedenlerinden ziyade sonuçlarına ve cezai adalet sisteminde yönelik yarattığı tartışmalara değinmeye çalıştım. Sonuç olarak, caydırıcı olduğu düşünülen idam cezasının yerine var olan kanunların yetkililer tarafından doğruca uygulanmasının hem Türkiye’nin insan hakları karnesi açısından hem de cinayetlerin önleyiciliği açısından daha olumlu sonuçlara yol açacağı kanısındayım. Çoğu kadın hakları derneğinin de vurguladığı üzere Türk Ceza Kanunu, kadın cinayetlerinin önüne geçebilecek pek çok yasaya sahiptir. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve yakın zamanda feshedilen İstanbul Sözleşmesi’nin önleyici maddeleri, ayrım gözetmeksizin uygulandığı takdirde toplumda adaletin sağlandığına dair inancı pekiştirecek ve mevcut cezaların hafifliği üzerinden yürütülen idam tartışmalarının sonunu getirecek kapasiteye sahiptir. Günün sonunda; kanunların herkese eşit işlemediği, suçluların cezasız bırakıldığı ve sosyal medya daha çok ilgi toplayan kampanyanın adli yargı sistemini şekillendirdiği bir ülkede, adaletin gerçekten mülkün temeli olduğu düşünebilir mi?

Derya AZER – TUİÇ Akademi Web Sitesi Editörü

 

Kaynakça

Anıt Sayaç (2021). Erişim Adresi: http://anitsayac.com/?year=2021 (Erişim Tarihi: 21.08.2021).

Anıt Sayaç (2020). Erişim Adresi: http://anitsayac.com/?year=2020 (Erişim Tarihi: 21.08.2021).

Çelik, E. (2019). Kadın derneklerinden çağrı: İdam çözüm değil. Erişim Adresi: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kadin-derneklerinden-cagri-idam-cozum-degil-41319668 (Erişim Tarihi: 22.08.2021).

Garland, D. (2000). The Culture of High Crime Societies. British Journal of Criminology, (40), 347-375.

Hallworth, S. (2002). The case for a post-modern penality. Theoretical Criminology, 6(2), 145-163.

Giddens, A. (1991). Modernite ve Bireysel Kimlik. (Çev. Tatlıcan, Ü.). İstanbul: Say Yayınları.

Habertürk. (2020). Destici: Kadın cinayetlerinde idam cezası getirilmeli. Erişim Adresi: https://www.haberturk.com/destici-kadin-cinayetlerinde-idam-cezasi-getirilmeli-2752069 (Erişim Tarihi: 22.08.2021).

Independent Türkçe. (2020). Devlet Bahçeli: İdam cezasının hukuk mevzuatımıza tekrar alınması, iğrenç ve ilkel suçların işlenmesini caydırabilecektir. Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/237421/siyaset/devlet-bahçeli-idam-cezasının-hukuk-mevzuatımıza-tekrar-alınması-iğrenç-ve-ilkel (Erişim Tarihi: 22.08.2021).

Özer, E., Aydoğdu, H. İ., Kırcı, G. S., Önal, G. (2016). Kadın Cinayetleri – Femisid Kavramı. Adli Tıp Bülteni, 21(2).

Özkazanç, A. (2011). Neoliberal Tezahürler: Vatandaşlık, Suç, Eğitim. Ankara: Dipnot Yayınları.

Pratt, J. (2000). Dangerousness and modern society. (Ed. Brown, M. & Pratt, J.). Dangerous Offenders: Punishment and Social Order içinde, Londra & New York: Routledge.

Russell, D. E. H., Harmes, R. A. (2001). Femicide in global perspective. New York: Teachers College Press.

Sol Haber. (2015). AB Bakanı’ndan Özgecan açıklaması: Kızımın başına gelseydi elime silah alırdım. Erişim Adresi: https://haber.sol.org.tr/turkiye/ab-bakanindan-ozgecan-aciklamasi-kizimin-basina-gelseydi-elime-silah-alirdim-107841 (Erişim Tarihi: 22.08.2021).

World Health Organization. (2012). Understanding and Addressing Violence Against Women. Reproductive Health and Research, 12(38).

Sosyal Medyada Paylaş

Derya Azer
Derya Azer
Lisans eğitimini Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. 2022 yılında Bologna Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü, Adalet-Suç-Güvenlik yüksek lisans programından "Neoliberal Governmentality of Crime: A Genealogical Study on the Rationalities of Contemporary Crime Control" başlıklı teziyle mezun olmuştur.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...

Yapay Zeka Çağında Savaş ve Barış

Henry A. Kissinger, Eric Schmidt ve Craig Mundie: War...