Türkiye’nin ‘Yakın Çevre’ Politikası; Rusya Örneği

Bu makalede yakın dönem Türk Dış Politikasındaki değişiklikler, imparatorluk geçmişine sahip iki devlet olan Türkiye ve Rusya örneği, her iki devletin de yakın dönemde izledikleri,  izlemeye devam ettikleri dış politikalarını dayandırdıkları tarihsel arka planları ve yine bu iki devletin dış politikalarını yönlendiren/temel oluşturan doktrinler arasındaki benzerliklere/farklılıklara değinilerek, açıklanmaya çalışılacaktır. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kurulan Rusya Federasyonu’nun ilk devlet başkanı Yeltsin ve onun halefi olan Putin Dönemine değinilerek, Türkiye’nin 2000’li yıllarda dış politikasında giderek hissedilmeye başlayan çok yönlü ve Osmanlı coğrafyasına yönelik artan ilgi ve politikalarını, Rusya’nın 1993 yılından beri izlemeye başladığı ancak Putin döneminde şiddeti giderek artan ‘Yakın Çevre’ politikası analiz edilerek açıklanmaya çalışılacaktır. Aynı zamanda, Soğuk Savaş döneminden sonra Türkiye’nin evirilen dış politikası, birey-devlet-sistem analizi çerçevesinde, Dünya’da meydana gelen siyasi, ekonomik, askeri, jeo-politik ve jeo-stratejik değişikler bağlamında ele alınacaktır.

 Anahtar kelimeler: Türkiye, Rusya, Yakın Çevre, Osmanlı Coğrafyası, Avrasyacılık, Batıcılık, Uluslararası sistem, Yüce Rus İmparatorluğu İdeolojisi, Komşularla Sıfır Problem Politikası.

  1. Giriş

            Türkiye Cumhuriyeti, altı yüz yıllık bir süre ile üç kıtada hakimiyet kuran ve 15. Y.Y.’da en geniş sınırlarına ulaşarak dönemin eşitleri arasında en güçlü imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olarak, 1923 yılında farklı bir rejim ve perspektif ile uluslararası sistemde yerini almıştır. Bundan sonraki süre zarfında, uluslararası sistemin de etkisi ile içeride devlet inşası sürecine girmiş ve dış politikada da savunma, barışçıl bir politika izlemiştir. Kuşkusuz bu politikanın izlenmesine etki olarak dönemin uluslararası sistemi, karar vericilerin, öncelikli olarak, daha çok iç politika konularına yoğunlaşmış olmaları ve devletin siyasi bir ağırlığının olmasına karşın ekonomik, askeri anlamdaki kapasite eksikliği bu ülkenin sisteme etkisinin minimum düzeyde olmasına neden olmuş ve ancak doğrudan kendisini ve varlığını ilgilendiren konularda ağırlığını koyabilmiştir.[1]

            Bu dönemi ideolojik ve doktrinsel bağlamda değerlendirdiğimizde, ‘yurtta sulh, dünyada sulh’ doktrininin temelleri, çerçevesi şekillenmiş ve bu politikayı destekleyen girişimlerde bulunulmuştur. Ancak şunu da unutmamamız gerekir ki; Türkiye’nin I. Dünya Savaşı sonrasında, eskiden Osmanlı Devleti hakimiyeti altında olan topraklarda ortaya çıkan devletlerle olan ilişkilerinde direk bölge devletleriyle alabileceği bir inisiyatif söz konusu değildi veya son derece sınırlıydı. Çünkü bu topraklarda ortaya çıkan devletler dönemin güçlü ve baskın devleri olan İngiltere, Fransa gibi devletlerin kontrolü altında, yani manda yönetimleri ile yönetilmekteydiler. Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin komşuları ile gerçekleştireceği ilişkilerde karşısına bağımsız Suriye/Irak/İran veya diğer Ortadoğu devletleri çıkmayacaktı, yukarıda adı geçen devletler çıkacaktı.[2] Bu durum Türkiye’nin ‘yakın çevresi’ (tarihsel ve kültürel hinterlandı) ile arasına bir duvar örmesine, var olan siyasi, ekonomik fırsatların kaçırılmasına neden olmuştur.

            Diğer yandan genel olarak Rus tarihine baktığımızda, 14. yy. ile giderek güçlenmeye başlayan Ruslar, bir imparatorluk olarak I. Dünya Savaşına girmiş, savaş sırasında yaşanan devrim ile Dünya tarihinin ilk sosyalist devletini kurmuşlardır. Kendilerinden önceki imparatorluk mirasına oldukça sahip çıkan Ruslar giderek güçlenmeye başlamış, uluslararası sistemdeki etkisine paralel olarak, II. Dünya Savaşından sonraki süreçte topraklarını genişletmiş ve ideolojik olarak yayılmalarını sağlamışlardır. Soğuk Savaş döneminin 1991 yılında sona ermesi ile birlikte köklü bir imparatorluk geçmişine sahip olan ve süper güç olarak adlandırılan SSCB’nin çökmesi hem Rus halkının psikolojik olarak çökmesine, hem de sistemdeki hegemonyanın tekleşmesine, büyük güç/güvenlik boşluğunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

            Çalışmanın ayrıntılarına geçmeden önce şunu belirtmekte yarar olduğunu düşünmekteyim; Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonun bugünkü politikalarına baktığımızda yukarıda genel olarak değindiğim ama ileride ayrıntıları üzerinde duracağım imparatorluk geçmişleri ve daha sonrasında hem etki alanı hem de coğrafi anlamdaki ölçeğin küçülmesi, bu devletlerde bir şok etkisi yaratmış, sonuç olarak da dış politikalarını etkilemiştir.

  1. Rusya Örneği; ‘Yakın Çevre’ Politikası

 

            Soğuk Savaşın sona ermesi ile kurulan ve kendinden önceki SSCB’nin varisi olduğunu kabul eden Rusya Federasyonu; 1990’lı yılların ilk çeyreğinde ‘batıcılık’ ideolojisini, söylemlerini şiddetle kullanmış ve bu yönde bir dış politika izlemiştir. Tabii ki şunu belirtmekte yarar vardır, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, bir imparatorluk ve süper güç geçmişi olan devletin coğrafi ve siyasi anlamda küçülmesi küresel anlamda bir devlete/birliğe ya da bir hegemona sırt dayamaya itmiş, bu durum aslında halkta da bir şok etkisinin oluşmasına neden olmuştur. Rusya Federasyonu’nun ilk devlet başkanı olan B.Yeltsin döneminde ülke içerisinde uygulanan politikalara baktığımızda bu durumun aslında dış politikaya da yansıdığını göreceğiz.

            Bu dönemde Rusya Federasyonu içinde siyasi, ekonomik reformlar gerçekleştirilmiştir. Serbest piyasa ekonomisine geçilmiş, ‘şok terapi’[3] uygulanmış ve bu yönde ABD ve AB ekonomik modelleri benimsenmiştir. Rusya devlet başkanı Yeltsin bu doğrultuda hem ekonomik liberalleşme hem de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik dar boğazdan kurtulmak için özelleştirmeler yapılmasını sağlamıştır. Serbest piyasa ekonomisi, batılı söylem ve eylemleri destekleyen Yeltsin, RF’nin bu doğrultuda atacağı adımlarla, devletin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizden kurtaracağına inanıyordu.[4]

            Bu bağlamda, RF’nin bu dönemdeki dış politikasına baktığımızda; içeride uyguladığı ‘batıcı’ söylem ve eylemlerinin bir etkisi olarak, diğer yandan devletin içerisinde bulunduğu krizlerin de etkisi ile uluslararası sistemde etkinliği azalmıştır. SSCB döneminde hakim olduğu Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Asya coğrafyaları ile olan ilişkilerini gevşetmiştir. İçeride uyguladığı merkezi yönetimin etkisini azaltan yöntem ve politikalar (decentralization), istikrarın bozulmasını beraberinde getirmiş, bu durum RF’nin iç işleri ile uğraşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, dış politikada etkin ve yetkin politika geliştirmesini olanaksızlaşmıştır. Zaten bu dönemde, yüzünü Batıya dönen, iç dinamiklerini ve yakın çevresini bir hayli unutan bir yönetim anlayışının hakim olması, RF’nin dış politikada Batı anlayış ve perspektifini yansıtmasına neden olmuştur. Örneğin bu dönemde DTÖ’ye girmek için başvurulmuş, G–7 üyeliği gerçekleştirilmiştir.[5]

            Ancak 1993’den sonraki süreçte, Rusya Federasyonu ‘Batı’ olarak adlandırılan, AB ve ABD’den umduğunu bulamamıştır. İlk olarak, ABD ekonomik modelinin başarısız olduğunun anlaşılması ile AB ekonomik modeline geçilmiş bundan sonra Batı ile ilişkilerde AB öncelikle bir dış politika vizyonu gelmiştir. Daha sonraki süreçte halk nezdinde de ‘batı ideolojisi’ sempatisini kaybetmiş ve bir hayal kırıklığı ortaya çıkmasına neden olmuştur. Diğer yandan RF ekonomisinin giderek kötüye gitmesi, siyasi anlamdaki kırılmalar, ülke içerisinde ve yönetimde muhalefetin yükselmesine, ‘Avrasyacı’, ‘Komünist’, ‘Yüce Rus İmparatorluğu’[6] ideolojilerinin ve söylemlerinin güçlenmesine neden olmuştur. Bu bağlamda Yeltsin’in ikinci başkanlık döneminde ‘batı’cı söylem ve eylemeler devam etmekle birlikte, geçen dönemden farklı olarak ‘yakın çevre’si ile ilgilenmeye başlamıştır. Ancak ülke içinde geçen dönemde yapılan özelleştirmelerin neden olduğu ekonomik baskı gruplarının oluşması merkezi gücün etkin olamamasına neden olmuştur.

            1999 yılında Yeltsin’in istifası ile başkanlık görevini vekâleten yürütmeye başlayan ve 2000 yılında yapılan seçimlerle iş başına gelen V. Putin dönemi ile birlikte Rusya Federasyonu, Avrasyacı-Pragmatik ve çıkara dayalı bir ‘dış politika vizyonu’[7] kurmuştur. Putin, ülke içerisinde merkezileştirme çalışmaları yapmış, Yeltsin döneminde hakim olan ekonomik baskı grupları ile arasına bir mesafe koymuş yine bu alanda da çıkara dayalı ve pragmatik yüzünü göstermiştir. Ayrıca, 1993 yılından beri başlayan ve yakın çevresinde giderek etkin olma yolunda politikalar yürüten ve bu yönde adımlar atmaya başlayan RF, artık Putin dönemi ile Avrasyacı bir politikayı ön plana çıkarmış ve bunu bölgesel entegrasyon için yapılan ikili ve çok taraflı görüşmelerle desteklemiş, bölgesel örgütler kurmuş ve kurulmasına önayak olmuştur. Diğer yandan, çevresinde bulunan devletlerde var olan Rus nüfus, RF’nin o bölgedeki çıkarlarının korunması, nüfuzunun sağlanması açısından önem teşkil etmiş ve bir dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Bütün bunlara ek olarak, Putin dönemi ile birlikte RF, ekonomik anlamda bir iyileşme sağlamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında etkili olan en önemli unsur, 1990’ların sonundan itibaren artmaya başlayan petrol ve doğal gaz fiyatları olmuştur. Bu fırsatı iyi değerlendiren RF ekonomik bir kalkınma sağlamıştır. Bunun yanında, Avrasyacı-Pragmatik ve çıkarcı dış politika perspektifini enerji politikalarına yansıtan RF bu konuda da başarılı olmuş; hem yakın çevresi dediğimiz ve enerji kaynakları bakımından zengin olan Orta Asya ülkeleri üzerinde enerji konusuna etkinliğini kurmuş hem de AB ve Türkiye gibi ülkelerle olan münasebetlerinde enerji kartını kullanarak etkinliğini artırmıştır.

            Sonuç olarak, yukarıda genel olarak değinmeye çalıştığım RF’nin yakın dönem dış politika perspektifi; imparatorluk geçmişine sahip bir devletin coğrafi ve siyasi anlamda ölçeğinin küçülmesinden sonra yaşanan ‘şok’ ve ‘ne olduğunu bilememe Sendromu’nu atlatması ile birlikte, geçmişine dönüp ne olduğunu ve neler yaptığını analiz edip, günümüz uluslararası sisteminde yer edinme, tekrar eski güç ve ihtişamına kavuşma çabasıdır. İşte bunu yaparken de, elinde var olana ancak geçmişte şimdiki kadar etkili kullanılmayan iç dinamikleri, ‘yakın çevre’si olarak adlandırdığı, SSCB dönemi boyunca hakimiyeti altında tuttuğu devlet ve bölgelerle siyasi, ekonomik, kültürel bağlarını sıkı tutup, etkinliğini ve nüfuzunu artırma araçlarını kullanmaktadır.

  1. Son Dönem Türk Dış Politikası; ‘Yakın Çevre’

 

            Çalışmanın bu bölümünde, Rus Dış Politikasının temellendirildiği bu bakış açısı üzerinden yakın dönem Türk dış politikasındaki gelişmelere ışık tutulmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede değerlendirmeye geçmeden önce Türkiye Cumhuriyeti devletinin dış politikasını etkileyen iç ve dış dinamikler üzerinde durmakta yarar vardır.

            İlk olarak Türk dış politikasını etkileyen başlıca dış etmenlere bakacak olursak; Cumhuriyet dönemi veya daha eskiye gidildiğinde, Osmanlının son dönemlerinden itibaren Türk dış politikası; ‘Batı endeksli ve yönlü’ bir dış politika vizyonu, bunun yanında Batı ile ilişki ve münasebet geliştirme yönünde istekli bir çerçevede eylem ve adımlar atılmış olduğunu görürüz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası sistemde, doğudaki Sovyet tehdidine karşı Batı bloğu kabul görmüştür. Yine bu dönemde oluşturulan uluslararası kurumlar içerisinde yer alınmış (BM, NATO, AK vb.), bu doğrultuda bölgesel bir ekonomik kuruluş olan Avrupa Topluluğunu girmek için de başvurulmuş ve içerisinde yer almak için gerekli adımlar atılmıştır. Nitekim Avrupa Topluluğu (AT) ile ilişkiler süreç içerisinde inişli çıkışlı da olsa devam etmiş ve Türk dış politikasının en önemli amaç ve idealleri arasında yer almıştır. Tekrar İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş dönemine bakacak olursak; bu dönemde Batı bloğu içerisinde yer alan diğer ülkeler gibi Türkiye de ABD ile yakın ilişkilere sahip olmuş (Blok lideri), bu ülke ile ilişkileri onun dış politikasının şekillenmesinde en önemli etken olmuştur. Bu dönemde uluslararası sisteme hakim olan ‘Çift (iki) Kutuplu’[8] yapı gereği blok üyelerinin inisiyatif alma imkanları bulunmamakta veya çok nadiren gerçekleşmekteydi. İşte bu yapı içerisinde Türkiye’nin dış politikası, Soğuk Savaş döneminde, blok lideri ve bu blok içerisinde etkin, görece güçlü olan diğer üyeler tarafından etkilenmiş, yönlendirilmiştir.

            Türk dış politikasını etkileyen başlıca iç etkenlere bakacak olursak; Cumhuriyet ile birlikte bağımsız, laik bir hukuk devleti haline gelen Türkiye, 1940’ların ortasından itibaren çok partili bir hayata geçerek demokratikleşme yolunda önemli bir adım atmıştır. Bunun yanında ülke içerisinde uygulanmaya başlanan serbest piyasa ekonomi modelleri, 1980’ler ile başlayan ve ithal ikame ekonomisinin terki ile sonuçlanan neo-liberal akımın etkisi ve bunun yanında o dönemde var olan uluslararası sistemin de etkisi ile Türkiye Batı’ya siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel anlamda eklemlenmesi sonucunun doğal olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkiye’nin yönetim biçimi açısından, doğusundaki devletlerden farklı rejim ile yönetilmesi, laiklik ve benzeri ilkeleri benimsemesi, belki de en önemlisi; bahsedilen coğrafyalara çok çeşitli bağlarını iç ve dış nedenlerin etkisi ile kesilmek zorunda kalması ya da bırakılması, sürdürmesi gereken çok yönlü, geniş perspektifli, çıkara dayalı bir dış politika vizyonundan mahrum kalmasına neden olmuştur. Ancak bu tabloya geniş açıdan bakıldığında, yukarıda yürütülmesi gereken dış politikanın gerçekleştirilememesi iç etkenlerin yanında, yukarıda açıklamaya çalıştığımız dış yapısal ve sistemde var olan konjonktürün etkisi de söz konusudur.

            Yukarıda bahsettiğimiz Soğuk Savaş döneminin uluslararası sistemi 1990’lı yıllara girilmesi ile yıkılmış ve yeni bir dünya düzenin temelleri oluşturulmaya başlanmıştır. Türkiye bu süreçte geliştirmiş olduğu tek yönlü ve sınırlı dış politika vizyonunun handikaplarını hissedilir derecede görmüştür. Örneğin, SSCB’nin yıkılması ile bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile ilişkiler geliştirilmeye başlandığında aslında bu devletleri ve onları oluşturan toplumları tanımadığımızın farkına varılmıştır. Çok çeşitli bağlara sahip olduğumuz bu coğrafya ve milletler ile aramızdaki bu iletişim ve kültürel kopukluk giderilmeye çalışılmışsa da ilk safhada bazı fırsatların kaçırılmasına ve nüfuz alanlarının elde edilememesine neden olmuştur. Diğer yandan, daha önce bahsettiğimiz Türkiye’nin yürütmesi gereken dış politika konseptinin, çok yönlü, çıkara dayalı, yakın çevresi ile alakalı ve etkin olma yönündeki fırsatları da yine bu dönemde uluslararası alanda hakim olan sistemin etkisi ile gerçekleştirme imkanı ortaya çıkmıştır.

            11 Eylül 2001’de, ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerine gerçekleştirilen terörist saldırıdan sonra değişen, aslında Soğuk Savaş’tan arda kalan sistemin son etkisinin ve özelliklerinin giderek kaybolduğunu gösteren dünya düzeninin de etkisi ile, sisteme hakim devletlerin giriştikleri savaşlar ve ihtilaflarda başarıya ulaşamamaları ve bölgesel bir istikrarsızlık ortaya çıkarmaları, bu dönemde Türkiye’nin çıkarları ile uyuşmamıştır. Ancak ABD’nin 2003’de Irak’ı işgali ile gitgide istikrarsızlaşan bu yapı içerisinde, bölgeden çekilme kararı süreci ile birlikte burada oluşan güç boşluğu, geçmişte birçok fırsat kaybeden Türkiye’nin girişimleri ile bu kez hazırlıklı yakalandığını göstermektedir.

            Türkiye Cumhuriyeti, 2000 yılından itibaren başlayan süreçte komşuları ile olabildiğince az sorun (komşularla sıfır sorun), bunun yanında diplomasinin etkin kullanımı, uluslararası alanda ve örgütler içerisinde etkin konuma ulaşma, çevresindeki ihtilaflı ve dondurulmuş olan problemlerin çözümünde etkin bir çaba sarf etme ve bütün bunları yaparken de kendi coğrafyasının, jeo-stratejik konumunun önemini artırma yoluna başvurmuştur. Bu politikanın uygulanmasında etkili olan muhtemel faktörlere bakacak olursak; Türkiye’nin yakın ilişkilere sahip olduğu başta ABD ve diğer müttefikleri ile Türkiye’nin yakın çevresi olan Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar, Doğu Akdeniz, Karadeniz bölgelerinde istikrarlı bir ortamın sağlanması yönünde yürütmüş olduğu dış politika konsepti onların çıkarları ile de uyuşmuş olmasıdır. Diğer yandan, ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya içerisinde bulunduğu askeri ve ekonomik çıkmazı biraz olsun hafifletebilmesi açısında da Türkiye ve ABD’nin çıkarları uyuşmuştur ve Türkiye’nin bu bölgelerde inisiyatif alabilmesini ve ‘bağımsız’ politikalar yürütebilmesini sağlamıştır.

            Özellikle, Ahmet Davutoğlu’nun dış politikada artık vitrinde yer alması ile Türk dış politikasında çok yönlülük, çıkara dayalı ve etkin diplomasi yeni bir ivme kazanmıştır. Türkiye’nin uluslararası alanda etkin, bölgesel bir güç olması için gereken en önemli şey tarihsel, kültürel bağlara sahip olduğu devletler ile iyi ilişkilere sahip olma ve etkinliğini koruma, bunun yanında kendi coğrafyasında ve yakın çevresinde istikrar ve barışın tesis edilmesini sağlamaktır. Soğuk Savaş dönemine hakim olan uluslararası sistemin bittiğini geç anlayan Türkiye’nin sahip olduğu zengin ve köklü tarihsel, siyasi, ekonomik, kültürel varlığı, oluşturulmaya başlayan yeni dünya düzeninin şekillendirilmesi aşamasında Türkiye’nin elini kuvvetlendirecektir.

  1. Son Dönem Türk Dış Politikası; ‘Rusya Örneği’

 

            Bir düşüncenin açıklanması veya bir durumun anlatılması aşamasında karşılaştırma yöntemine başvurma bazı durumlarda etkili bir açıklama tekniği olabilmektedir. Rusya Federasyonu’nun 1993 yılında itibaren izlemeye başladığı ‘yakın çevre’ politikasının 2000 yılında Putin’nin iş başına gelmesi ile Avrasyacı/pragmatik/çıkara dayalı bir boyuta taşındığının üzerinde durmuştuk. Bu bölümde üzerinde duracağımız konu, Türkiye’nin son dönem dış politikasını, üzerine dayandırdığı tarihsel, kültürel, siyasi ve ekonomik boyutunun aslında RF’nin gerçekleştirdiği ve başarılı da olduğu bir dış politika konsepti ile karşılaştırabiliriz.

            Tarihsel bağlamda Türkiye ve Rusya Federasyonu, varisi oldukları imparatorluk geçmişleri ile Avrasya coğrafyasında devamlı etkileşim halinde olmuştur. Birçok ortak düşman ve tehditle karşı karşıya kalmışlardır.[9] Medeniyetlerini kurdukları coğrafya nedeniyle ne tam anlamıyla ‘batılı’, ne de ‘doğulu’ olabilmişlerdir. Modernleşme süreçleri göz önüne alındığında, her iki devlet de benzer süreçlerden geçmişlerdir. Tarihsel süreçte, her iki devlet de bölgesel ve küresel konjonktürde buldukları fırsatlar ile ülkesel ya da siyasal anlamda nüfuz alanlarını genişletmeye çalışmışlardır. Bazı dönemlerde ise, yaşadıkları iç siyasal gerilimler veya kopmalar ile geçiş dönemleri yaşamışlardır. Ancak bu geçiş dönemlerinde uğradıkları şoku atmalarından ardından yakaladıkları ilk fırsatta doğal, tarihsel ve kültürel genişleme, nüfuz alanlarını yönelmişlerdir. Aslında her iki devlet de bir bölgesel veya küresel güç mücadelesinde yer almanın yolunun Avrasya coğrafyasındaki bu doğal nüfuz alanlarına bir şekilde yerleşmeden geçtiğinin çok iyi farkında olmuşlardır.

            Avrasya coğrafyasının kadim kuralı olan ne doğulu ne de batılı olamama durumu aslında bu devletlere geniş bir hareket alanı sağlamış, dış politikalarında esneklik sağlayabilme yeteneği vermiştir. Yukarıda bahsettiğimiz RF’nin 1993 yılından beri izlemeye başladığı, 1990’ların sonlarına doğru ikinci Yeltsin döneminde Primakov’un başbakan olması ile Rus dış politikasında etkisini giderek artırmaya başlayan Avrasyacılık, V. Putin döneminin başlaması ile pragmatik bir boyut kazanmıştır. Bahsettiğimiz esneklik Putin’in söylemlerine; Avrupa ziyaretlerinde Avrupa bütünleşmesi, BDT toplantılarında ortak geçmiş ve yeni bölgesel oluşumlar, Çin’de ise çok kutuplu[10] dünyada hiyerarşik ittifakın geliştirilmesi gibi pragmatik bir çerçevede yansımıştır.[11] Bu durum aynı şekilde, iki kutuplu sistemin hakim olduğu Soğuk Savaş döneminin etkilerini üzerinden atmaya başlayan Türkiye için de geçerlidir. Daha önce bahsettiğimiz uluslararası sistemde meydana gelen değişimler ile tıpkı tarihte de olduğu gibi, doğal dış politikası olan ve genel olarak Avrasya coğrafyasında şekillenen bu dış politika konsepti, ekseni kayan dünyada yürütülmesi gereken rasyonel bir politikadır. Siyasi, ekonomik, askeri, sosyo-kültürel bağlamda bir zemin kayması yaşanan bu süreçte devletlerin, özellikle bu kaymanın şiddetli olarak hissedildiği coğrafyada bulunan, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan Avrasya devleti olan Türkiye’nin coğrafyasının, tarihinin, kültürünün ve çıkarlarının gereğini yerine getirerek ‘Yakın Çevre’sinde etkin, Avrasyacı bir söylem ve dış politika izlemesi doğal ve yerindedir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da tıpkı Rus dış politikasına hakim olan pragmatik yaklaşımını söylemine yansıtmıştır; “…bir Bağdatlı gibi konuşabilmek, Iraklı bir grubu ikna etmek için önemli, İran ile ilgili konuşurken Ortadoğu’da komşusu olan ve onun geleceği ile ilgili, onun halkının yaptırımlar karşısında kalacağı acıları da hissettiğinizi hissettirebilirseniz ya da Bosna Hersek’te Srebrenica acısını yaşayan insanlarla onu paylaştığınız zaman etkili olabilirsiniz.”[12].

            Yani, Balkanlarda Balkanlı olabilmek, Ortadoğu’da Ortadoğulu, Kafkaslarda ve Orta Asya’da onların hassasiyet ve değerlerini önemsenerek siyasal, ekonomik, kültürel ve her alanda işbirliği ve iletişim sağlanmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye bir yanda Bosna barışı, bir yanda İran ile olan ikili ilişkileri, nükleer anlaşmazlık çözümünde yaptığı girişimler, Ermenistan ile protokoller, Yunanistan ile yakınlaşma, Irak’ın merkezi ve kuzeyi ile temas, Suriye ile gelişen işbirliği ve atılımlar, Afrika’ya açılım, Rusya ile yapılan antlaşmalar ile Avrasya coğrafyasında yürütülebilecek rasyonel bir politikasının pratiklerini göstermiştir. Diğer yandan, yine RF’nin dış politikasına hakim olan Avrasyacılık anlayışına paralel olarak Türkiye’de bir yandan ‘yakın çevresi’ ile ilgilenirken diğer yandan da ABD ve AB gibi müttefikleri ile arasındaki ilişkileri de geliştirmektedir. Yani, Türkiye AB ve devletleri, ABD ile ilişkilerini korurken diğer yandan da, ‘yakın çevresi’ ya da Avrasya coğrafyasında etkinlik ve nüfuz oluşturma, oluşturduğu etkinlik alanı çerçevesinde bu devletler nazarında önem ve rolünü artırmaktadır. Ancak diğer yandan unutulmamalıdır ki; Türkiye’nin artan önem ve imajına paralel olarak, özellikle Orta Asya’da, ortak hinterlanda sahip olduğu devletler tarafından tehdit algılamasına maruz kalabilir.

  1. Sonuç

 

            Köklü siyasi, kültürel, diplomatik ve tarihsel geçmişe sahip toplumlar ve devletlere baktığımızda dünya politikasında inişli çıkışlı dönemleri de olsa, belirleyici ve yön verici bir konuma sahip olmuşlardır. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte genel anlamıyla siyasi, kültürel, diplomatik ve tarihsel anlamda bir ölçek daralması yaşamıştır. Bu ölçek daralmasında dönemin uluslararası konjonktürünün etkisi, Türkiye’nin sistem içerisinde aldığı rolün belirlenmesinde büyük etkisi olmuştur. Aynı dönemde bir imparatorluk yıkıp yerine bambaşka bir devlet kuran Ruslar için de bu durum, 1991’de Soğuk Savaşın sona ermesi ve SSCB’nin yıkılması ile gerçekleşecektir. İkinci Dünya Savaşı ile kurulan yeni düzende kendisini biraz daha batıya entegre durumda bulan Türkiye, çok yönlü bir dış politika yürütme fırsatını yakalayamamıştır. Ancak yine bu dönemde, yani Soğuk Savaş döneminde, çok yönlü/rasyonel politika yürütme açısından bazı adımların atıldığını ancak bunların da dönemin bazı zorlayıcı etkilerinin sonucu olarak ortaya çıktığını görmekteyiz.

            Soğuk Savaşın sona ermesi ve SSCB’nin yıkılması ile iç ve dış politika bağlamında bir ölçek daralması yaşayan Ruslar, bu durumun şokunu kısa sürede atlatmış ve Rusya Federasyonu’nun kurulduğu ilk yıllarda takip edilen ‘Batıcı’ söylem ve politikalar gözden geçirilmiş, yine kendi iç dinamik ve enerjisine dönerek dünya siyasetinde ve ülke içinde gücünü artırma yoluna gidilmiştir. Bunun yolunun ise, ‘Yakın Çevre’si olarak adlandırdığı coğrafya olan, eski Sovyet Cumhuriyetleri ya da SSCB’nin hakim olduğu topraklarda nüfuz alanı elde etme ve diğer yandan da Batı ile ilişkileri sürmekten geçtiğini anlamışlardır. 1993 yılından itibaren güçlenen bu görüş, Putin’in iş başına gelmesi ile daha da güçlenmiş RF’nin Avrasyacı/pragmatik/rasyonel ve çıkara dayalı bir dış politika izlemesi ile sonuçlanmıştır. Aynı şekilde Türkiye Soğuk Savaşın sona ermesi ile önceki dönemlerde bulamadığı, Avrasyacı/pragmatik/rasyonel ve çıkara dayalı, bir dış politika izleme fırsatını bulmuştur. 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de, görece de olsa, siyasi ve ekonomik iç istikrarın, iktidar hükümetleri ile birlikte sağlanması ve uluslararası sistemde meydana gelen değişimler ve kırılmalar bu ülkeye bölgesinde hareket kabiliyeti sağlamış, inisiyatifler alması sonucunu doğurmuştur. Yine Türkiye de, tıpkı RF gibi, bölgesel ve küresel politikalarda söz sahibi olmanın ‘Yakın Çevre’sinden geçtiğini anlamış ve bu yönde “Türkiye Avrasya’sına”[13] yönelik olarak, çıkarına uygun, uzun vadeli, istikrar ve barışı tesis eden politika ve girişimleri ile kendisini göstermeye başlamış ve bunu da bazı ekonomik işbirlikleri ile desteklemiştir.

            Sonuç olarak, Türkiye yürütmesi gereken dış politika fırsatını ‘ekseni kayan’ dünyada (sistemde) bulmuştur. Önüne çıkan bu fırsatı rasyonel karar ve yöntemlerle, çıkarlarına uygun olarak, uygulamalı ve bu yönde bölgesel ve küresel işbirlikleri yapmalıdır. Bu çerçevede yürütülecek olan bir dış politika Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasına, siyasi anlamda güçlenmesine ve uluslararası alandaki prestijinin artmasına sağlayacaktır. Ancak bu politika yürütülürken rasyonel/pragmatik/çıkara dayalı bir zeminden kayılması halinde hem iç hem de dış politik zeminde Türkiye’ye istikrarsızlık getireceği de unutulmamalıdır. Bununla birlikte Türkiye’nin dış politika bağlamında sağlayacağı bu etki ve prestij artışını, içeride de güçlü bir siyasi yapı, bunun yanında güçlü bir ekonomi ile desteklerse uzun vadeli sonuçlar alınabilecektir. Diğer yandan, Avrasyacı bir dış politika hem Türkiye hem de RF için uygun bir zemin hazırlamakta, pragmatik bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Yine bu iki ülke, paylaştıkları bu coğrafya’da kısa vadede işbirliğini sürdüreceklerdir. Ancak unutmamak gerekir ki; tarihsel anlamda birbirleri ile jeo-stratejik anlamda rekabet halinde olan Türkiye ve Rusya, uzun vadede, sistemde ve aralarındaki kuvvet kolerasyonunda meydana gelecek muhtemel deşikliklerden dolayı, mevcut olan rekabet artabilir ve bu, çatışmaya dahi varabilir.

 

 

 

Ömer Çağrı TECER

Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü 4.Sınıf 

 {jcomments on}


[1] Oran, Baskın, “Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”(Cilt I: 1919–1980), İletişim Yayınları, 2008, s.239.

[2] Oran, Baskın, A.g.e., s.194.

[3] Hekimoğlu, Asem Nauşabay, “Rusya’nın Dış Politikası-I; ABD, AB, Çin, Hindistan, Orta Asya”, Vadi Yayınları, 2007, s.65.

[4] Kamalov, İlyas, “Putin Dönemi Rus Dış Politikası; Moskova’nın Rövanşı”, Yeditepe Yayınevi, 2008, s.4.

[5] Kamalov, İlyas, A.g.e., s.7.

[6] Avrasyacılık ideolojisi; Batı ve Asya kıtasındaki devletlerle işbirliği sağlayarak Rusya’ya “Büyük Güç Merkezi” statüsünü yeniden kazandırmaktır. Yüce Rus İmparatorluğu İdeolojisi ise; Avrasyacılık akımının güçlü hükümet esasına dayanarak, Rusya’nın kaybedilmiş dünya merkezi statüsünü yeniden canlandırma fikri ile örtüşmekle birlikte, batı ve ideolojisine tamamen karşı, temellerini Panslavizm ideolojisinden, yani çarlık dönemine dayanan; Slav ırkından olanların hep bir arada yaşama, hakimiyeti altına alma fikridir. (Bu konularla ayrıntılı olarak bknz:”Hekimoğlu, Asem Nauşabay, “Rusya’nın Dış Politikası-I; ABD, AB, Çin, Hindistan, Orta Asya”, Vadi Yayınları, 2007, s.253. – CAŞIN, Mesut Hakkı. Rus İmparatorluk Stratejisi, Ankara, ASAM Yayınları, 2002.”)

[7] Avrasyacılığa göre; Rusya yakın çevresindeki bağımsız devletlerle ittifak kurmalı, gerektiğinde yakın çevresinde askeri ve ekonomik araçları kullanarak stratejik baskı uygulamalıdır. (Bkz: Akgül, Fatih, “Rusya’nın Putin Dönemi Avrasya Enerji Politikaları’nın Türkiye-Rusya İlişkilerine Etkileri”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Haziran 2007, Yıl 3, Sayı 5.)

[8] Bu tür sistemlerin en büyük özelliği devletlerin iki blok etrafında yoğunlaşmış olmalarıdır. Ayrıca bu tür sistemlerin bir başka özelliği, sistemde hemen hemen bütün devletlerin üye olduğu BM gibi evrensel aktörlerin bulunmasıdır. Her iki blokta da ABD ve SSCB gibi blok önderleri, NATO ve VP gibi blok örgütleri bulunmaktadır. Morton A. Kaplan’ın uluslar arası sistem modellerinden olan gevşek iki kutuplu sistemde, sıkı iki kutuplu sistem modelinden farklı olarak bloksuz devletlerin de varlığı mümkündür. Blok içi devletler bağımsız hareket alanı oluşturabilir, ancak bu oldukça sınırlıdır. (Bu konuda ayrıntılı olarak bkz: Arı, Tayyar, “Uluslararası İlişkiler Teorileri; Çatışma, Hegemonya, İşbirliği”, MKM Yayıncılık, 2008, s.501. )

[9] Tarih boyunca süre giden etkileşimlerinden görüldüğü kadarıyla, Türkler ve Ruslar, birbirlerinden çokça algıladıkları tehditlerin dışında, büyük ortak tehditlerin yarattığı ortak kaderi dokuz kez paylaşmışlardır. Bunlar sırasıyla; Bizans, Haçlı, İç Bölünme (Selçuklu döneminde yaşanan taht kavgası ile/Kiev Knezliği ile diğer knezliklerin çatışması), Cengiz Han, Timur, Napolyon, Antant (1. Dünya savaşı), Faşist, ABD Hegemonyası tehlikeleridir. Görüldüğü üzere, bu iki devlete, ağırlıklı olarak Batıdan hegemonik tahditler gelmiştir. (Bkz: İşyar, Ömer Göksel, “Avrasya’da Devletlerin Şekilleniş, Yükseliş Ve Düşüş Süreçleri: Türk Ve Rus Örnekleri”, OAKA, Cilt:3, Sayı: 6, 2008, s. 131.)

[10] Çok kutuplu sistem modeli, ikiden fazla başat gücün bulunduğu uluslar arası sistem türüdür. Çok kutuplu sistemde devletler tarafından oluşturulan ve kutup adı da alabilen bloklar ya da güç merkezleri arasındaki ilişkiler, iki kutuplu sistemdekinden farklıdır. Bu sistem içerisinde bloklar arası ilişkiler esnek, blok-içi dayanışma düzeyi düşüktür. Blokları oluşturan devletler bloğa karşı daha az bağımlıdırlar ve kendi iç sorunlarına daha fazla önem verirler. Soğuk savaş döneminden sonra değişen uluslar arası sistem ile iki kutuplu sistemden tek kutuplu/tek hakimin bulunduğu bir sisteme evirilme dönemi yaşanmış ancak soğuk savaş dönemine hakim olan katı çift kutuplu sistemin özelliklerinin ortadan kalkması ile devletler blok içerisinde veya dışında daha geniş bir hareket kabiliyetine sahip olmuşlardır. Bu durum devletlerin bölgesel ve küresel anlamda farklı amaç ve inisiyatif alabilecek ortamın oluşmasını sağlamıştır. (Bkz: Arı, Tayyar, “Uluslararası İlişkiler Teorileri; Çatışma, Hegemonya, İşbirliği”, MKM Yayıncılık, 2008, s.503. – Sönmezoğlu, Faruk, “Uluslararası İlişkiler Sözlüğü”, DER Yayınları, 2005, s.209.)

[11] Akgül, Fatih, “Türkiye ve Rusya’da Avrasyacılık”, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılığı, 2009, s.72–73.

[12] 18 Mayıs 2010 tarihinde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun NTV-Canlıgaste programına verdiği mülakat. –T.C. Dışişleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi-(http://www.mfa.gov.tr/bakan-davutoglu_nun-ntv-canli-gaste-programina-verdigi-mulakat-_goruntu-kaydi_.tr.mfa), (23.06.2010).

[13] Avrasya’nın iki ana parçasında bulunan Türkiye ve Rusya Federasyonun, farklı Avrasya Tanımları mevcuttur. Örneğin; Türkiye, Avrasya Coğrafyası olarak “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” söylemi öne çıkarken, RF, eski Sovyet coğrafyasını tanımları çerçevesine almaktadır. Coğrafi anlamda baktığımızda Avrasya; Avrupa’nın doğusu ile Ural Dağlarının batısı arasında kalan bölge olarak kabul edilmektedir. (Dr. Sarı, Yaşar, Dünya Siyasetinde Avrasya, Yayınlanmamış Ders Notu.)

 

Kaynakça

 

ARI, Tayyar, “Uluslararası İlişkiler Teorileri; Çatışma, Hegemonya, İşbirliği”, MKM Yayıncılık, 2008.

AKGÜL, Fatih, “Türkiye ve Rusya’da Avrasyacılık”, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılığı, 2009.

 

AKGÜL, Fatih, “Rusya’nın Putin Dönemi Avrasya Enerji Politikaları’nın Türkiye-Rusya İlişkilerine Etkileri”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Haziran 2007, Yıl 3, Sayı 5.

HEKİMOĞLU, Asem Nauşabay, “Rusya’nın Dış Politikası-I; ABD, AB, Çin, Hindistan, Orta Asya”, Vadi Yayınları, 2007.

KAMALOV, İlyas, “Putin Dönemi Rus Dış Politikası; Moskova’nın Rövanşı”, Yeditepe Yayınevi, 2008.

İŞYAR, Ömer Göksel, “Avrasya’da Devletlerin Şekilleniş, Yükseliş Ve Düşüş Süreçleri: Türk Ve Rus Örnekleri”, OAKA, Cilt:3, Sayı: 6, 2008.

ORAN, Baskın, “Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”(Cilt I: 1919–1980), İletişim Yayınları, 2008.

SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Uluslararası İlişkiler Sözlüğü”, DER Yayınları, 2005.

Prof. Dr. KASIM, Kamer, Türk Dış Politikası I-II, Yayınlanmamış Ders Notu.

Dr. SARI, Yaşar, Rus Dış Politikası/Dünya Siyasetinde Avrasya, Yayınlanmamış Ders Notu.

 

T.C. Dışişleri Bakanlığı Resmi Web Sitesi, (http://www.mfa.gov.tr/bakan-davutoglu_nun-ntv-canli-gaste-programina-verdigi-mulakat-_goruntu-kaydi_.tr.mfa), (23.06.2010).

Türkiye ve Rusya – Türkiye ve Rusya – Türkiye ve Rusya – Türkiye ve Rusya – Türkiye ve Rusya – Türkiye ve Rusya

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...