Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi

Doç. Dr. Mehmet Bülent Uludağ Kimdir?

Lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde tamamlayan Mehmet Bülent Uludağ, yüksek lisans ve doktorasını yine aynı üniversitede “Rusya ve Sovyetler Birliği’nde Gürcüler ve Gürcistan” ile “Avrasya’nın Uluslararası Sisteme Açılmasına Etkileri Yönüyle SSCB ve Sonrası Dönemde Kafkasya’daki Ulusçu-Ayrılıkçı Akımlar” tez konuları ile tamamladı. Araştırma bursu ile doktora sonrasında Kırgızistan Celalabad Ekonomi ve Girişimcilik Üniversitesi’ne giderek saha çalışmalarına katılan Uludağ, İletişim Yayınları-Tarih ve Toplum Dergisi’nce düzenlenen, “1999 ve 2000 Yıllarında Türkiye Üniversitelerinde Tarih Konusunda Yazılmış En İyi Doktora Tezi Yarışması” Jüri Özel Ödülü’nün de sahibi oldu. Uluslararası Örgütler ve Dünya Siyasi Tarihi kitaplarının yazarı Bülent Uludağ, şu anda İzmir Katip Çelebi Üniversitesi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde ders vermektedir.

Esra Yılmaz ve Samet Ersan

Türkiye’de Anayasa ve Sistem tartışmaları üzerine konuştuğumuzda, ‘’laiklik’’ üzerine konuşmamak olmaz. Bu bağlamda egemen devlet sistemlerindeki laiklik anlayışları bizlere anlatabilir misiniz?

Şimdi günümüzde bir de laiklik tartışmaları var, bu biraz da zamansız bir şey tabi. Laiklik ilkesini de anayasaya dahil etmek de gerekti. Çünkü öteden beridir tartışılan bir konuydu. Laikliği ayrı incelemek gerekir ancak şunu belirtebiliriz: Amerikan ve Sosyalist sistemde laikliğin şöyle bir tanımı vardır; ‘’Amerikan Sistemin uygulamalarından devlet hiçbir dini, mezhep ya da felsefi topluluğun yanında veya karşısında olamaz.’’ Böyle net bir tanımı vardır. Sovyet sistemi şuan yürürlükte değil ancak başka sosyalist ülkelerde bunu hala görüyoruz. Çin gibi… Ülke hudutları içindeki herkes Sovyet vatandaşı olsun ya da olmasın herkes belli bir dine inanmak ya da inanmamak hakkına sahiptir. Bu ikisinden anlamamız gereken şey şudur: Amerikan sistemi, devlet herhangi bir dini topluluğun yanında veya karşısında olamayacağını söylüyor. Sovyet sisteminde ise herhangi bir dine inanıp inanmama konusunda tamamen özgürdürler. Sovyet sisteminde eksik olan nokta devlettir. Devlet ne olacak? Orada devlet Ateizmin tarafındadır. Zaten Amerikan ve Sovyet krizinin temeli buradan geliyordu. Bir de Fransız modeli var ki Türkiye’ye de bu getirilmiştir. Burada devletin yasaları ve uygulamalarında herhangi bir dinin rolü olmamalıdır. Fransız modeli budur ve tartışılan da budur. Dinden kastedilen İslamiyet ve İslamiyetin hiçbir yerde esamesinin okunmaması gerekiyor. İşte bu nokta tartışılıyor. Bu yüzden de laiklik dokunulmaz bir ilkedir. Bu da birilerini rahatsız etmekte o yüzden buna açıklık getirilmesi gerekmektedir. Amerika’da ise bu uygulama kimseyi rahatsız etmez.

Amerika’da bu uygulama neden kimseyi rahatsız etmiyor? Bu durumu sistemle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Çünkü orası bir göçmen ülkesiydi ve herkes azınlıktı. Giden herkes yabancı bir ülkeye yerleşmek amacıyla gittiği için Amerikan Anayasası da bağımsızlık üzerine kurulmuştur. Nitekim Amerika bağımsızlık savaşı vermiş bir ülkedir. Bizden farkı da buydu. Türkiye bir sömürge ülkesi olmadığı için hiçbir zaman sömürgeye karşı bağımsızlık savaşı da vermedi. Bir Cezayir, Vietnam Angola gibi bir durum olmadı ama Amerika, İngiltere’nin kolonisiydi. Amerika çok büyük bir ülke ve burayı da doldurmak için kapılarını açmıştır hala da kapıları açıktır. Fakat Amerika’nın kapısı, Amerikan ekonomisine katkı sağlayacak kişilere açıktır. Amerikalılar için anayasaları kutsal bir metindir ve oraya giden herkes bunu bilerek gider. Sadakat, Amerikan Anayasası üzerinedir ve onun üstüne yemin ederler. Tarihin en eski ve kısa anayasasıdır. Bununla iftihar ederler ve değiştirilmesi de çok zordur. Değiştirilmesi için ise 2/3 öneri gelecek ve eyaletlerin ¾ bunu onaylaması gerekecektir. Şimdiye kadar 26-27 kez değişiklik olmuştur. Bunların da 10-15 tanesi ilk yıllarda yapılmıştır. Kadınlara ve siyahlara seçim hakkı verilmiştir. Kölelik kaldırılmıştır. Anayasa değişikliği son dönemlerde çok ender gözüken bir durumdur.
Bu anayasada, federal kurumlar ve yetkileri sayılmıştır. “Bu yetkilerin dışında kalan bütün devlet yetkileri eyaletlerce kullanılır.” diye net bir ayrım yapılmıştır. Federal yetkiler savunma, dış işleri, para basma, maliyet, federal bütçe ve anayasal kurumların yetkileri yani başkanın yetkileri hem yüksek mahkemenin hem federal mahkemelerin yetkileri, federal kurumların yetkileri, Amerikan kongresinin oluşumu bunlar sayılmıştır. Eğitim, çevre, ekonomi, yerel kanunlar, medeni kanun, ticari kanunlar, para basma yetkisinin dışındaki bütün ekonomik yetkiler federe devletlerin yetkisi altındadır. Ama dış işleri federe bir bölgeye gidip büyükelçilik açamaz. Bu federal bir yetkidir.
Bizde bu Amerikan hayranlığı Amerikan mandacılarıyla başlar. Halide Edip o kadar ümitsizdi ki Amerikan mandacılığını savunacak kadar ileri gitmiştir. Mustafa Kemal’in de tabi Amerikan generalleriyle ilişkileri oldu. Örneğin MacArthur Mustafa Kemal’in hayranıydı. Fakat bu başkanlık sistemini esas gündeme getirenler 50’lerin o kraldan çok kralcı, NATO’dan çok NATO’cu Türk politikaları ortamında Demokrat Parti ve daha sonra hep sağ politikacılar (Demirel gibi, Özal gibi), bir de Besim Tibuk arada Liberal Demokrat Parti diye bir parti kurdu. O da Amerikan Sistemini savunuyordu. Ama onun politik hayatı kısa oldu. Bunu istememelerinin nedeni siyasal istikrarı öne sürmeleridir. Burada başkanlık sisteminin parlamenter sistemden farkı; örneğin Amerika başkanlık sisteminde Amerikan hükümeti demek bile doğru değildir. Amerika’da ‘’government’’ kullanılmaz, ‘’administration’’ kullanılır. Başkan ve yardımcısı federal düzeyde seçilir. Bunların yaptığı atamalar federal atamalardır. Çeşitli bölgelere federal savcı atarlar, federal hakim atarlar, Yüksek Mahkemeye hakim atarlar ama bunun için kongrenin de onayı gerekir. Büyükelçinin atamasında da senatonun onayı gerekir. Bu ikili bir mekanizmadır. Mesela federal mahkeme, yüksek mahkemeye atama yapıyor. Ancak federal mahkemenin 9 üyesi vardır. Mahkeme üyeleri emekli olmazlar, ömür boyu görev yaparlar. Bu yüzden Amerika’da şöyle bir söz vardır; ‘’Federal yargıçlar hiç emekli olmazlar, nadiren ölürler.’’
Yüksek Mahkeme dediğimizde ise, Yüksek Mahkeme yargı organının en tepesindedir. Ancak bizdeki Anayasa Mahkemesi’ne denk değildir. Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin yanında Danıştay ve Yargıtayı da içeren bir mahkemedir. Bu yüzden ismi Anayasa Mahkemesi değil, Yüksek Mahkemedir. Özel hukuk ilişkilerinin son noktası Yargıtay’dır. Devlet yetkilerinde en üst yetki Danıştaydadır, o da Yüksek Mahkemenin görev alanı çünkü Amerikan sistemi parlamenter değildir. Parlamenter sistemin beşiği İngiltere olmakla birlikte hukuk olarak da Anglo Saxson hukukudur. Yani kamu-özel hukuk ayrımı yoktur. Bu Fransız-Alman hukukuna has bir şeydir ve biz de onu almışız. Bizde kamu-özel hukuku ayrımı var o yüzden mahkemeler farklı farklıdır. Bu arada devleti ilgilendiren bir dava ile özel hukukla alakalı bir dava aynı mahkemede görülür. Devletle alakalı ayrı bir mahkeme yoktur. Bir idare mahkemesi yoktur Amerika’da. Hepsi sabit mahkemelerdir. O yüzden ‘’Supreme Court of the United States’’ yani ABD Yüce Mahkemesin’de Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi bir gücü vardır. Hukuk tektir. Ayrım Kıta Avrupa Sistemi denilen Fransız-Alman sistemindedir. Şimdi bu kadar farklılık var aramızda ama işte başkanlık davasıdır gidiyor…

Konuyu bu eksende değerlendirirsek, sizin söyleminizle Türkiye ne zamandan beri Amerikan Sistemini benimsiyor?

Mithat Paşa’dan, İngiliz Sisteminden beridir, Avrupa Sistem ithalinin ve kendi sistemimizi üretemememizi utanç verici bir şey olarak görüyorum. Mithat Paşa’yla birlikte 1876 da Kanun-i Esasi Kabul edildi. Meclisin 2 kanadı vardı; Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan. Meclis-i Ayan, Lordlar Kamarası demek oluyordu. Meclis-i Mebusan ise Avam Kamarası idi. Mithat Paşa, sende lordlar da yok, burjuva da yok ne alaka bu? Böyle bir sınıfsal bakış olmadığı için işin sırrının meclis açmada olduğunu düşünen Mithat Paşa zavallı bir Osmanlı münevveridir. Aynı zavallılığı Mithat Paşa’dan sonraki dönemde Jön Türkler de devam ettirmiştir. İstiklal Harbi ve ilk 2 anayasaya baktığımızda, Mustafa Kemal ile bir Fransız İhtilali havası geliyor.
1921 Anayasası ihtilalci meclis hükümetidir. Çok da kısadır. Meclis başkanı aynı zamanda hükümetin doğal başkanıdır. Kendi içinde de bakanları da belirler. Meclis, başkana yetki veriyor. Bir ihtilal hükümetidir. Kuvvetler birliği söz konusudur. Sovyet sistemi de buydu. Sovyet komiteler vardı. Bu komiteler birleşip Yüksek Sovyeti oluşturuyordu. Hükümet de bunun içinden çıkıyordu. Hükümet de bir Sovyetti.
Yönetici ekip, temsilciler mekanizmasının son noktasıdır. Bundan farklı olarak bir de parti vardır. Başlangıçta bizde parti yoktu. 1924 Anayasasında da parti yok ve 1924 Anayasası detaylı bir anayasadır. Cumhurbaşkanının tarafsız ve partiler dışı olmasına dair bir hüküm de yok ve Cumhuriyetin ilk 3 cumhurbaşkanı da partiliydi. Partili cumhurbaşkanı ile bu ülke 1923’den 1960’a kadar yönetildi. 1961 Anayasasından sonra gelen darbe sonucunda, cumhurbaşkanlığı makamı, genelkurmay başkanlarının ya da darbeyi yapanların son terfi makamı haline geldi. Bu bonapartist bir anlayıştır. Yani bütün partiler bizimdir. Böyle icat edilmiştir düşüncesidir. Özal’ın cumhurbaşkanlığı seçimiyle tartışılmaya başlandı. Çünkü öbürlerinin partisi yoktu. Generalin partisi mi olur? Özal’dan beri bu tarafsızlık tepkiler aldı. Ancak Anayasaya uygun olarak seçildiğinden meşruiyeti tartışılmadı.

Türkiye’de yeni bir sistem niçin isteniyor?

Başkanlık sistemi aslında Türkiye’de uygulanıyor. Belediyelerdeki sistem başkanlık sistemidir. Belediye meclisi kararını başkan veto edebilir. Bu başkanın önemli bir gücüdür. Amerika’da parti disiplini yoktur. Bir başkanla bir senatör ters düşebilir. Bizdeki sistemle kıyasladığımızda Amerikan sisteminden taban tabana bir farklılık bulunuyor. Bir başkan kongreyi dolaylı yoldan etkileyip yasa tasarıları çıkartır, bir kongre de başkanı hiçe sayıp yasa çıkartamaz ve vetoyu yer o yasa. Bu veto bizdeki Cumhurbaşkanlığı vetosu ya da Birleşmiş Milletler’deki Güvenlik Konseyi vetosu gibi değildir. Bizdeki Cumhurbaşkanlığı vetosu 15 gün geciktirme vetosudur. Sonra yayınlanmak zorundadır. Bizim sistemimizde anayasa değişikliğini referanduma götürme hakkı vardır. Amerikan sistemindeki veto da 2/3 oranı bulmak zorundadır. İki partili sistemde de 2/3’ü bulmak zordur ve nadirdir. Kongre, başkanı hiçe sayıp yasa çıkartamaz, kendine göre bütçe hazırlayamaz. Şimdi bütün bu farklılıklar dikkate alındığında bizdeki sağ politikacıların başkanlığı istemesinin temel nedeni; sağın politik hayatta bir egemenliğinin olmasıdır. Türkiye’de özellikle sağ bölündüğü için solun koalisyonlarla iktidara gelme şansı oldu. Başkanlık sistemi, ebediyen solun yok olması ve sağın sandıkta birleşmesidir. Bu nedenlerle savunulmuştur. Demokrat Parti bir istisnadır, o dönemde başkanlık sistemi doğrudan savunulmadı. Sadece Küçük Amerika yapacağız esprisi vardı. Soğuk Savaşın da etkisi vardır, sonradan Demirel ve özellikle Özal döneminde, Özal’ın da istediği bu yönde oldu.
Ayrıca, Türk halkı partiyi, ideolojiyi bilmez. Türk halkı, liderin söylemine ve eylemine bakar. Lidere oy verir ve hatta partilerin isimlerini bile çoğu kişi bilmez. Ecevit’in partisi, Demirel’in partisi, Özal’ın, Erbakan’ın partisi olarak bilinir. Fiiliyatta da zaten kişi öne çıktığı için Başkanlık Sistemi Türk toplumuna uygun pratik bir yoldur. Çünkü Türk toplumu parti ve kitle hareketine alışkın bir toplum değil; kırsal, arabesk ve lidere alışkın bir toplumdur. Seçmen genelinde sağ ağırlığın olması da bunu çekici hale getiriyor. Günümüzde de yine aynı gerekçeler mevcut. Üstüne bir de siyasal istikrar gerekçesini koyuyorlar. Buraya kadar anlattıklarımız başkanlık sisteminin Türkiye’de niçin istendiğidir.

Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi

Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, Başkanlık Sistemi Türkiye’deki sistem tartışmalarını çözecek midir?

Sağı birleştirmek, siyasal istikrar sağlamak, koalisyona meydan vermemek ve kuvvetler ayrımı isteniyor ama Amerikan sistemindeki mutlak ve yargı bağımsızlığını istiyor musun? Amerikan sistemi kendi içinde bir bütündür. Sindirim veya sinir sistemini ayrı ayrı alamazsınız hepsi bir bütün olarak oluşur. Amerikan sisteminde de bu böyledir. Başkanlık sistemi lafı bile yanlıştır. Amerikan sistemi denilmelidir. Böyle denildiği zaman Amerikan mandacılığı şeklinde tepkiyle karşılaşılacağı için Amerikan sistemi denmemektedir. Bu yüzden ”başkanlık sistemi” lafı kullanılıyor.

Siz “Amerikan mandacılığı şeklinde bir tepki alınmasından dolayı Amerikan sistemi denilmiyor, başkanlık sistemi olarak adlandırılıyor.” diyorsunuz¸Peki bu neden başkanlık sistemi olarak ifade ediliyor?

Çünkü bu sistemin belki en belirgin özgünlüğü başkanlıktır ama başka özellikleri de vardır. Gruplar ayrımı, federasyon, büyük federal yetkiler, yargının mutlak yetkileri, kongrenin gücü gibi. Kongrenin yargılama gücü de vardır. Yani kongre bir Amerikan Savunma Bakanını yargılayabiliyor, CIA Başkanını sorguya çekebiliyor. Bunlara razı mısınız? Senatonun yargı yetkisi var, ceza verme yetkisi var. Üstelik bunlar kamuoyuna da açıktır. Dürüst davranılmalı. Amerikan Sistemi sadece bir başkandan ibaretmiş gibi gösteriliyor.
Bir de hukukçular bu konuda pek konuşmuyorlar. Politize olmaktan çekiniyorlar, hukuk tarafsızdır deniliyor. Bilgilendirme adına bile bir tartışma yapılmadı şu ana dek. Partiler zaten kara cahil. O yüzden sağlıklı bir tartışma olmayınca vatandaşın da bir fikri olmuyor. Bir de şöyle bir kolaylık var. Bütün Türkiye, bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak görülüyor. Bu da sağlıklı değil. Çünkü belediyelerde bir başkanın başarısızlığı orayı etkiler. Burada birini başkan seçtiğinizde bütün Türkiye’yi etkiler.
Türkiye’de hep futbol ve alışılmışlıklar yapılıyor. Amerika’da da millet beyzbol, basket izliyorlar fakat orada millet hayatından memnun. Zaten formalitedir orada seçimler. Bu toplum bir politize toplum. Amerika’da politik bir sınıf kavgası yok. Sınıflar var, evet ama bu sistemin üzerinde uzlaşmış olan sınıfların hareketidir. Sendikaların bile cumhuriyetçileri ve demokratları vardır. Sınıf sendikacılığı değildir bu. Sendikanın ismi bile tuhaftır; Trade Union (Ticaret Birliği). Emek desene şuna. Amerika’da emek lafı adeta yasaktır. Ticaret birliğidir sendika. Amerika’da emek de bir metadır.
Belediye başkanlığı mantığı, son dönemlerde en çok istenme nedenidir. Hükümeti kendisinin oluşturmasıdır. Aynı İETT Genel Müdür’ü atar gibi Dışişleri Bakanı ataması gibi.

Türkiye’deki sistem tartışmalarına çözüm olarak gösterilen Başkanlık Sistemi size göre yanlış yorumlanıyor. Bu bağlamda sizce Türkiye için en uygun sistem modeli nedir ve nasıl olmalıdır?

Bir güçlü Cumhurbaşkanı değil de belki güçlü bir Başbakan olabilir. İşte o zaman Fransız modeline yaklaşırız. Türkiye’de gidilebilecek en ileri nokta ‘Amerikan Başkanlığı’ olmaz. Çünkü çok ciddi farklılıklar var. Bence Fransız modeli olabilir. Zaten 1982 Anayasa’sının pek çok hükmü Fransız Anayasasından bile ötedir. Sadece 2 farklılık vardır. Üst düzey yetkilileri komutanları cumhurbaşkanı atar. Ne Amerika’da ne Fransa’da Askeri Şura diye bir şey yoktur. Bir de partilidir cumhurbaşkanı. Bir partinin içindedir. O partinin içindeki görevi önemli değildir. Genel başkan veya üye de olabilir.
Tarafsızlık zaten askeri darbelerin ürettiği bir mekanizmadır. İki anayasada bu var ama öncekilerde yoktu. Cumhurbaşkanı tarafsız olacak diye bir hüküm de yoktu. Çok partililiğe göre yapılmış anayasalar da değildiler. Çok partililiğe de geçmek hataydı zaten. Böyle bir anayasa yapılacaksa 1961’de darbeyle değil 1945’de yapılmalıydı. Çok partililiğe geçerken ciddi bir seçim kanunu ve ciddi bir anayasayla geçilmeliydi. Onu da bırakın Ceza Kanunu da değiştirilmeliydi, fikir suçları olmamalıydı. Terör suçu ayrı bir şeydir, fikir suçu ayrı bir şeydir. Terörü desteklemek ve teşvik etmek de fikir suçu değildir. Bu konuda da Avrupalıların aklına uyacak değiliz. O terör suçudur. Terör suçunun fikirle alakası yoktur. Türkiye’nin bu mekanizmada en ileri gidebileceği yer Fransız modelidir.

Fransız modelinin uygulandığı ülkeler nereleridir? Bu model Türkiye’deki sistem tartışmalarında talep edilenlere cevap verebilir mi? Muhalefet nasıl bir yol izlemelidir?

Bu Fransız modeli alan Rusya gibi, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri gibi ülkeler var oralarda tabi liderler öne çıkmakta, Putin, Aliyev gibi… Ama sonuçta bir parti ve başbakandan oluşmaktadır. Bu model belki Türkiye’nin bazı meselelerini aşmasına yol açabilir. Muhalefetin bu konuda mevcutu savunma ötesinde bir tavrı yok. Mevcut da zaten berbattı. 2010 referandumunda da gördük bunu. Muhalefet, 2010 referandumunda 12 Eylül Anayasasını savunan bir çizgiye düşmüştü. Bu işi mecliste halletmeye bakılmalıdır. Cumhurbaşkanına evet sen partili mi olmak istiyorsun? Tamam, ama şu zırhını da çıkarman gerekiyor. Hem zırh giyeceksin hem istediğime istediğimi söylerim; ben partiliyim, ben istediğim gibi korunurum gibi. Partili olacaksan zaten bu olmaz. Bir de bu askeri anayasaların tarafsızlığı getirme nedeni cumhurbaşkanı makamını da tartışmalardan korumak istemeleriydi. Şimdi eğer buna gerek duymuyorsan cumhurbaşkanının hedef olmasını istiyorsan o zaman bir karikatür yüzünden dava açma gibi şeylerden de vazgeçmen gerekir. Muhalefet en azından bunu isteyebilir. Ve artık bu işin referanduma götürülmemesi. Çünkü iki referandum oldu ve ikisinde de bozguna uğradılar. Yani hatayı üçüncü kez yapmamalılar.
İktidarın stratejisi olarak, iktidarın gelişi bile bir krizin üstüneydi. Siyaset kriz çıkarıp da karambolden gol atma değildir. Sayın Baykal bunun üstadıydı. En sonunda da seçmeni bezdirdi ve bu iktidarı ortaya çıkardı. Bunu görmemek ve objektif bir şekilde değerlendirmemek olmaz. Bu alışkanlık devam ediyor. Yani kriz hükümetin devrilmesi için lazım. Böyle bir siyaset olmaz. Böyle bir siyaset yapan da bedelini öder.
13 senedir krizleri fırsata dönüştüren bir iktidar anlayışı görüyoruz. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerini doğrudan bir kriz haline sokan muhalefetti. Muhalefeti ve solu birleştireceklerine sağı birleştirdiler. Çünkü ortada büyük bir korku havası hakimdi.

Sizinde belirttiğiniz gibi 2007 yılı ve öncesinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’de her zaman bir kriz ortamı oluşturmuş. Burada biraz bu krizlere değinebilir misiniz?

Her cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’de bir krize dönüşmüştü. Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı seçilmesi de böyle oldu. 1924 Anayasasında her parlamento dönemi sonunda yeni parlamento yeni meclis oluştuğunda o seçerdi cumhurbaşkanını. Cumhurbaşkanı bir nevi meclis başkanı seçilir gibi seçiliyordu. 1961 Anayasası zaten ve bir darbenin ürünüydü. 1966’da yeni cumhurbaşkanı seçilirken Kontenjan Senatörlüğü icat edildi. Bu Meclisi-Ayandır. Resmen Ayan Meclisinin uzantısıdır. Osmanlı kafası bir tutumdur. Bir senatör istifa ettirildi. 1966’da ki Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Genel Kurmay Başkanlığından istifa etti aynı zamanda ne tesadüftür ki bütün partiler onu aday gösterdi ve Cumhurbaşkanı seçildi. Genel Kurmay Başkanlığından başka da o dönemde aday olabilecek birisi yoktu. Bu Türkiye demokrasisinde bir rezalettir. Yöntemin komik olmasına üzülüyorum. 1973’de görev dönemi biterken bu defa Kara Kuvvetleri Komutanı çıktı ve “Ben Cumhurbaşkanı olacağım gerekirse darbe yaparım.” gibi meclisi tehdit etti. Tehditle Faruk Gürler krizini yaşadı bu ülke. Seni seçmeyeceğiz dendi. Rezil oldu. Daha sonra bir denge olarak Amiral Fahri Korutürk yapıldı ama mecliste cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda belirsiz olduğu için 1979-1980 de Türkiye, cumhurbaşkanını seçemedi ve bu aylarca darbe nedeni oldu. 1961 Anayasası çok özgürlükçü falan, onu 1946’da getirecektiniz. İş işten geçmiş toplum bölünmüş ondan sonra siyasal uzlaşı gösteriliyor. Vaktinde yapılacaktı. Özal’ın seçilmesi 1989’da yine krizle sancılı geçti. Çünkü oyları %21’e düşmüş azınlık durumundaki bir parti Cumhurbaşkanı seçiyor. Ama yasal. Anayasa veriyor bu hakkı. Böyle bir ortamda Demirel, Özal öldüğü için Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Mehmet Bülent Uludağ ile Türkiye’de Anayasa ve Sistem Tartışmaları Üzerine Söyleşi
İlle tarafsız cumhurbaşkanı seçeceksen yabancı bir ülke vatandaşını getirmen gerekir. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi krize dönüştü. O kriz erken seçimle aşıldı. 1982 Anayasasının krizi önlemede iki önemli katkısı vardır: Erken seçim 3 durumda mümkün olur. Ya meclis karar alır ya 45 gün içinde hükümet kurulamazsa cumhurbaşkanı seçilemezse ve üçüncü durum, 45 gün içinde otomatik olarak hiç kimsenin karar vermesi gerekmez. Erken seçime gidilir. Bu mesela 1961 Anayasasında yoktu. 2 örnekte uygulandı. 2007’de cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu ülkede 367 diye dillere destan bir hokkabazlık yapıldı. O zaman seçilmiş bütün cumhurbaşkanları gayrimeşruydu demiş oluyorsunuz. Özal da gayrimeşru! Demirel de gayrimeşru! Ama bunu Anayasa Mahkemesi onayladı.
Bundan sonra Cumhurbaşkanı halk referandunmu ile seçilmesiyle kriz aşıldı. Her cumhurbaşkanlığı seçimini krize dönüştüren bir meclis gördük biz 50 senedir. Bu bir çocuğun elindeki oyuncak değildir. Ekonomi var, kriz var, enflasyon var. Bu halkın, meclise attığı bir tokattır. O yüzden fiilen biz başkanlık sistemine geçtik diyebiliyorlar. Ha Amerikan sistemi fiilen 4+4, bizde de 5+5 bunu diyebiliyorlar.
Yani referandum krizlerin sonucunda gerçekleşiyor ve krizin çözümü olarak değerlendiriliyor. Yani referandumları krizleri çözüm olarak gösteren iktidar var. O yüzden akıllı bir muhalefetin bu iktidar karşısında 3. defa aynı hatayı yapmaması gerekir. Bu meseleyi mecliste çözmesi gerekir. Ve en çok da satrancı Obama sistemiyle açıyorlar; ”Ama ben Yarı Başkanlık Sistemini öneriyorum” şeklinde. En azından bu yönde bir uzlaşı getirilmelidir. Çünkü 2 referandumda da krizi tetikleyen referandumlar oldu. Bunu yapmazlarsa 2019’da 3 tane seçim var. İlk Mali İdare seçimi yani belediye seçimi, ikincisi Cumhurbaşkanlığı seçimi, üçüncüsü de milletvekili seçimi. Ardı ardına olacak bu seçimler. Bu seçimlerin hepsini iktidar referandum havasına sokacaktır. Başkanlık referandumu ve bununla ilgili bütün suçu muhalefete yükleyecektir.

Yani yıl boyu seçim olacak öyle mi? Bu üç seçimi aynı gün yapmak daha masrafsız olmaz mı?

Bu 3 seçim aynı gün olmaz. Türkiye tarihinde 1 kere oldu. 1999 yılında. Çok abuk subuk bir seçimdi. Böyle bir tuhaflığın tekrarını hiçbir siyasi parti bir daha istemez. Tarihleri belli zaten hepsi ayrı ayrı olacak Mart’ta yerel yönetimler, Ağustosta Cumhurbaşkanlığı, Kasımda da milletvekilliği seçimleri olacak.
Bu eğer bu şekilde değişmezse gündemde devam edecek 2019 seçimlerini referandum havasıyla girecek bir iktidar havası olacaktır. Muhalefet referanduma götürmeden 2 defa aynı hatayı yaptı. 3. defa aynı hatayı yapmamalıdır.

Anayasa değişikliği konusunda sizce karar alıcılar nasıl bir yol izlemelidirler?

Mecliste,anayasa komisyonunda bu partiler doğrudan anayasa değişikliği konusunda anlaşmalılar. Mevcut anayasada Başlangıç Hükmü, Geçici Maddeler ve YÖK dâhil olmak üzere 12 Eylül ve diğer askeri darbelerin bütün izleri kadırılmalı, Milli Güvenlik Kurulu dahi anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı veya önemsiz bir kurum olmalıdır. Hükümetin sorguya çekildiği hükümet içi hükümet olmamalı ya da temelli ayrı bir kurum olmalı “Devlet Su İşleri” gibi.
Cumhurbaşkanının üst kademe atamaları yapması şu anda 3’lü imzayla oluyor. Bir de tek başına yaptığı atamalar var. Rektör atamaları gibi Cumhurbaşkanının onursal bir yetki olarak düşünülüyor. İmzalamam diye bir seçeneği de var. Kimse de niye imzalamadın diye soramaz, sorumsuzdur. Fransız modelinde bu daha geniştir. Fakat siyasette şöyle bir düstur var; bir şeye karşıysanız alternatifini de söylemeniz gerekir. Bir anayasaya karşıysanız benim anayasam da bu demelisiniz. Ben şu ana kadar muhalefetini, benim anayasam budur, diye bir anayasa önerisi görmedim. Sadece mevcut devam etsin diyorlar, mevcut da Kenan Evren’e göre dikilmiş bir anayasadır. Partilerimizin artık bu kısırlıktan kurtulması gerekiyor. İktidarın kolaycılığını görmemiz lazım. Siyasi kriz var. Çözüm referandum.. Hükümet istikrarsız oluştu, gelsin başkanlık sistemi. Bu ezberciliktir. İngiltere’de 3 asırdır takır takır işleyen istikrarlı bir sistem var. İngiltere’de savaş dönemleri hariç koalisyon yoktur. Savaşta da zaten bütün ulus omuz omuza verir. Bu basit çoğunluk ve dar bölgeli sistemle ortaya çıkıyor. Bu şekilde sağlanıyor. Ve parlamenter sistemin beşiği. Buyrun… Demek ki krizin nedeni parlamenter sistem değil, seçim sistemi.

Son olarak bahsetmek gerekirse, sistem tartışmalarında krizinin nedeni “Parlamenter Sistem” değil, “Seçim Sistemi” dediniz, peki sizin öneriniz nedir?

Evet krizin nedendi, parlamenter sistem değil seçim sistemi ve benim bu konudaki önerim şöyle:
Parlamentonun üye sayısı artırılmalı, çünkü Türkiye kalabalık bir ülke. Avrupa kontenjanı veya Dış Türk vatandaşları kontenjanı ayrıca belirlenmelidir. Onların oyları içeri serpiştirilmeli değil, dışarı için 50 tane milletvekili koyacaksın nüfusa göre. Amerika’daki Türkler için 10 tane, Almanya veya Avrupa için 40 tane. Diğer ülkeler için nüfus oranına göre bir dış kontenjan koyacaksın.
Ondan ayrı olarak 800 üyeli parlamento 400+400 biçiminde, ben bu 800 lafını ettiğimde bir takım gazeteciler ya 550 tanesini zor besliyoruz 800 tanesini mi besleyeceğiz diyorlar. Bunun adına demagoji derler ve halk dalkavukluğudur bunun öteki adı. 800 ün yarısı İngiltere’deki gibi dar bölgeli çoğunluk sistemiyle seçilecek. Zaten bakın Artvin, Iğdır, Tunceli, Bayburt, Kilis, Gümüşhane, Hakkari.. Buralarda 2 tane milletvekili var ve 10 bin oyla, 7 bin oyla milletvekili seçiliyor buralarda. Istanbul’da 100 bin oyla seçiliyor ama. İzmir’de 80 bin oyla seçiliyor. Buraların hakkı yenmemeli ve buralara dar bölgeli çoğunluk sistemiyle milletvekili gelmelidir. 2’ye ayrılmış bir dar bölge; il genelinde %40’ı aşan bir parti 1 tane alacak mesela. Öbür partilerden hiçbiri aşamazsa 2’sinide alacak. %40’ı 2 parti aşarsa sonuç 1-1 olacak. Dar bölge sisteminin özelliği budur. Yani 2 tane milletvekili çıkaran illerde %40 rakamını koyacaksın. Veya 15 gün sonar ikinci tur getireceksin. İkisi de aşarsa 1-1. Biri aşar diğeri aşamazsa biri 39 diğeri 61’de kalırsa ikisini de o alır. Böylece oylar dağılmayacak geri kalan 400 tanesi de Istanbul, izmir’de 2 milletvekilinden oluşan bölgelere ayrılacak. Geri kalan 400 milletvekili fazla nüfuslu iller için ekstra milletvekili olacak. Bu zaten var. Artvin’de 2 tane, İstanbul’da 90 tane. Bu 90 tanenin yarısı bu şekilde dar bölgelerle oluşacak, geri kalan yarısı ise basit çoğunluğa göre seçilecek. Nispi temsile göre seçilecek. Baraj düşürülebilir. Azaltılırsa küçük partilerin de temsili sağlanır ve büyük partilerin de şımarmaması sağlanır. Küçük partilerin zamanla yükselme imkanı böyle bir seçim sistemi ile oluşabilir. Bence bu tartışılmalı. Eğer parlamenter sisteme devam etmek istiyorsanız bunun tartışılması lazım.
Parlamenter sistem istikrarsızlık sağlıyor, gelsin başkanlık sistemi. İktidar bu kolaycılığı yapıyor. Buna bir cevap vermek gerekir. Bakın İngiltere buyrun parlamenter sistemi. İstikrarsızlık var mı İngiltere’de? İngiltere’de istikrarı Seçim Kanunu sağlıyor . Bunu düzeltmeye bakmamız lazım. Bizim muhalefet partilerimizden acaba İngiltere’yi inceleyen bakan var mıdır? İnşallah vardır fakat olsaydı bu lafları eden biri çıkardı herhalde. Bunu söyleyebilecek bir muhalefet şu anda yok. Onu diyecek kişinin o seçim kanunu kabul etmeye hazır olması gerekir. En azından bunu gündemde tutabiliriz. Olabilececek olan Fransız modelidir. Siyasal partiler ve seçim kanunu anayasadan ayrı düşünülmemelidir. Bu 2 kanunda ciddi sorunlar var ve bu kanunlar anayasaya eklenmelidir. Önüne gelen sürekli değiştirememelidir. Siyasal Partiler Kanunu 1983’de darbecilerin yaptığı bir kanundur. Partilere seçimlerde iş birliği yapma olanağı getirilmeli. Seçim barajının ötesinde 800’lük 400+400 ve buna ek 50 ya da 100 tane yurt dışı kontenjanının ötesinde, partiler ittifak yapabilmeli ve seçimlerde bu oylar ortak sayılmalıdır. Tek bir blok gibi… Bu bizde yok mesela. Bunu uygulayan ülkeler var. Doğu Avrupa ülkeleri İtalya, Fransa buralarda var. Biz bu seçime blok olarak giriyoruz diyorlar. Bizim oylarımızı ortak hesaplayın, aday listemiz de 1’dir. Adaylarımızı da ona göre seçin diyorlar. Bu getirilmeli mesela. Yıllardır konuşuluyor bu. Bütün partiler aralarında oturur konuşurlar, ortak listeyle çıkarlar seçime. Bu mümkün, bunun uygulaması vardır.

Esra YILMAZ – Samet ERSAN
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi TUİÇ Temsilcisi

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Avrupa Gündemi Konferansları – II: “Bizi Bağlayan Göç” – AB-Türkiye Ortaklığını Yeniden Değerlendirmek

Kocaeli Üniversitesi’nin yürütücülüğünde düzenlenen Avrupa Gündemi Konferanslarının ikincisi 24-25...

Avusturya Seçim Sonuçları: Aşırı Sağ FPÖ’nün Zaferi Yeni Bir Dönemi mi İşaret Ediyor?

Avusturya’da 2024 seçimleri, ülkenin siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından...

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu Tamamlandı

Afro-Avrasya Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen "Uluslararası İlişkiler Yaz Okulu...

Afrika’nın Konumu ve Türkiye: BM 79. Genel Kurul Toplantısı

1945 Yılında kurulan BM’nin bugün dünya haritası üzerinde yer...