Mübadele: Zorla Halk Değiştirmek

Belgesel Adı: 90 Yıllık Ayrılık: Mübadele

Yapım Yılı: 2013

Yapımcılar: Can Ertuna & Bahattin Demir

Türü: Belgesel

“Oradan getirdiğim toprağı babamın mezarına koydum, anneminkine de.”

90 Yıllık Ayrılık: Mübadele, NTV muhabiri Can Ertuna ve kameraman Bahattin Demir tarafından 1923 nüfus mübadelesinin 90. yılını anmak amacıyla 2013 yılında hazırlanmış, kısa sayılabilecek bir belgesel. Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinin 90 yıl sonra da süren etkileri, çoğunlukla hâlâ hayatta olan mübadiller ve onların çocukları ile yapılan röportajlarla ortaya konuyor; yani kâğıt üzerinde olmayan, tamamen hayatın içinden olan haliyle mübadelenin tarih ve sayılardan fazlası olduğu gözler önüne seriliyor.

Belgesel, birçok ilgili tarafın düşünceleri, tanıklıkları ve araştırmaları üstünden ilerliyor. Sadece Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen mübadillerin değil, Türkiye’den Yunanistan’a giden ve nesillerdir orada olan mübadillerin de dinlendiği çift taraflı bir yaklaşım bulunuyor. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın farklı bölgelerinden kişiler dinleniyor – Nevşehir, Girit ve Cunda Adaları gibi. Ayrıca araştırmacıların mübadele konusuna yaklaşımlarını açıkladıkları kesitler de var. Can Ertuna’nın yer yer kendi anlatımı tarihi bilgilerle desteklediği, eski fotoğrafları, bazı eski görüntüleri ve tarihi noktaları görebildiğimiz hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor bizi bu belgesel.

30 Ocak 1923’te Lozan Antlaşması’na ek olarak yapılan “Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol” ile Madde 1’de açıklandığı üzere Türkiye ve Yunanistan, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Türk uyruklu Rum Ortodoks dininden nüfusun Yunanistan sınırları içerisinde yaşayan Yunan uyruklu Müslüman nüfusu ile takası üzerine anlaşıyor. Daha çok dini temeller üzerinden yapılan anlaşmada hedef kitlenin yanı sıra aslında ana dili farklı olan farklı milletlerden kişiler de evlerini terk etmek durumunda kalıyor. Yine Madde 1 kapsamında mübadillerin Türk ya da Yunan hükümetlerinin izni olmadan geri dönemeyecekleri de belirtiliyor, yani mübadillerin evlerine dönüşleri kesin olarak engellenmiş oluyor. Böylece kaderleri anlaşmanın ilk satırlarında belirlenen mübadiller, yeni yurtlarına doğru yola çıkıyor ve etkisi mübadillerin torunları tarafından günümüzde bile hissedilen bir trajedi ortaya çıkmış oluyor.

Belgesel ilk başta mübadillerin yeni yurtlarına yolculuğa çıkarken geçtikleri temizlik prosedürleriyle başlıyor denebilir. Mübadillerin sınırdan geçmek için öncelikle kendilerinin ve kıyafetlerinin yıkanması ve dezenfekte edilmesi gerekiyor. Daha sonrasında ise mübadillerin kendilerini veya hayattaki aile üyelerini dinleyerek yolculuğun zorluklarını ve trajedilerini öğreniyoruz. Mübadillerin birden fazlası yolculuk esnasında sevdiklerini kaybettiklerini ifade ediyor. Bazıları bulundukları yere entegre olmayı başarmış, bazısı 90 yıl sonra bile yerel halk ile aralarındaki farklılıkların ne kadar belirgin olduğundan bahsediyor. Mübadiller ve aileleri özellikle de dil konusunda çok büyük sıkıntılar yaşadıklarını ifade ediyor. Yeni yurttaşlarıyla aynı dili paylaşmayan mübadiller, yeni ortamlarına uyum sağlamakta ve araya karışmakta zorluklar yaşamış, özellikle de eğitim konusunda. Ayrıca yeni yurttaşları da mübadilleri her zaman açık kollarla karşılamamış. Ticaretten aile ilişkilerine günümüze kadar uzanan ve uzatılan bir yabancılık hissi olduğu aşikâr.

Öncelikle, mübadillerin anlatımından apar topar gitmek zorunda kaldıklarını anlıyoruz. Bu yüzden Anadolu’da ticaret erbabı olarak tanınan Rum Ortodoks halk bile varlıklarını veya paralarını alamadan yola koyulmak zorunda kalmış. Tam kapasiteyle yerlerine aceleyle ulaştırılan mübadillerin vardıkları ilk limanda kalamadıklarını, bazen defalarca yer değiştirmek zorunda kaldıklarını öğreniyoruz. Zamanın koşulları ve özellikle de bu koşullarda yaşanabilecek sağlık trajedilerini düşündüğümüzde mübadillerin kaybettiklerini söyledikleri sevdiklerini sağlık sorunları yüzünden kaybettikleri çıkarımını yapmak mümkün. Tam bir Holokost sahnesini andıran Tuzla’daki temizlik istasyonunun da biraz bu sebeple kurulduğu anlaşılıyor. 

Aslında anlaşmaya göre gelen mübadillerin giden mübadillerin evlerine yerleşmesi ve iskân sorununun böyle aşılması gerekiyor. Ancak iki ülkenin de oldukça yeni devletler oluşu ve iç belirsizlik gibi sorunlardan dolayı 1 milyonu aşkın olması gereken evlerin çoğunun yerinde yeller esiyor, mübadillerin varlıkları talan ediliyor. Gelen mübadiller için yüz bini bile aşmayan sayılarda ev kalıyor ve krizin boyutunu bu açıdan biraz daha iyi kavrıyoruz.

Bütün bu zorlukların ardından geçen 90 yılda artık bulundukları yere ait olduklarını hisseden mübadil torunlarının yanı sıra vardıkları yerde belki de nesillerce dışlanmayla karşılaşmış, yerel topluluğa tam olarak uyum sağlayamamış bir kesimle de karşılaşıyoruz. Ancak her ne kadar uyum sağlamış olurlarsa olsunlar asla gerçek kökleri olarak gördükleri mübadele öncesi evlerini ve yurtlarını unutmayacakları da dillerini, yemeklerini ve diğer kültürel ögeleri yaşatıyor olmalarından belli. 

Belgesel, mübadele konusuna gerçekten birçok açıdan ve kapsamlı olarak yaklaşıyor. Ancak dil temasının neredeyse her mübadilin cümlelerini sardığını görmek mümkün ve benim için de en düşündürücü kısım bu oldu. Mübadillerin gittikleri yerde belki de son kaleleri olarak kendi dillerini yaşatmaya çalıştıklarını, kendi içlerinde o dilde konuştuklarını, çocuklarına o dilleri öğrettiklerini gösteriyor belgesel. Aslında aynı dini, belki benzer isimleri, bazen de aynı alfabeyi paylaşan insanların illaki aynı “millet”, aynı “halk” olamayacağını gösteren en önemli unsur dil sorunu. Kapadokya’daki köyünde aynı dili konuştuğu Müslüman komşularıyla bir ayrışma veya yabancılık hissi yaşamayan ancak Yunanca konuşan yeni yurttaşlarıyla aynı vatan hissini edinemeyen, kim bilir belki de Yunanistan’ı asla yurdu kabul etmemiş birinci nesil mübadiller görüyoruz. Belgeselin sonunda bir mübadil babasının nasıl hep Türkiye’de doğduğu yeri bir daha görmek istediğini ama hiç göremeden öldüğünü, sonrasında da kendisinin onun yerine gidip oradan getirdiği toprağı anne babasının mezarına serptiğini anlatıyor. Aynı vazifeyi de kendisi için kendi çocuklarının yerine getirmesini istediğini belirtiyor hatta.

Bu belgeseli izledikten sonra yurdundan dini farklılıklar adına koparılan masum halkın trajedisi ile insanın gözleri doluyor ancak akılda önemli sorular da beliriyor: bu insanlar aslında nereye aittir, koparıldıkları coğrafyanın toprağı bile tatlı geliyorsa? Halkı halk, komşuları komşu yapan, insanları birbirine bağlayan şey sadece din veya ırk olabilir mi gerçekten? Aynı dili konuşan, aynı yemeği paylaşan insanlar, taptıkları ile gerçekten ayrıştırılabilir mi? 

Ayşenur Alişiroğlu

Göç Çalışmaları Staj Programı

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...