Oryantalizm ve İdeoloji Arasında Sıkışmış Bir Dal Olarak Oksidentalizm’in İzleri

Öz

Bu makale, oksidentalizmin bilgisine ulaşabilmek amacıyla; tarih, felsefe ve sosyoloji gibi disiplinlere başvurularak oluşturulmuştur. Doğu ve Batı kelimelerinden etimolojik olarak somut bir anlam çıkarılabilse de zihinlerde oluşturdukları mana karmaşıktır. Batı’nın doğusunda kalan her toplumun, kendi batısı hakkında araştırma yapabileceği fikri, yakınçağda belli başlı Avrupa ülkelerinin hızlı gelişimine paralel olarak artmıştır. Dolayısıyla bu makalede, Batı’nın Avrupa, Doğu’nun ise Ortadoğu ile eşdeğer olduğu düşüncesinin temellerini, geçmişten bugüne devlet sistemlerinin oluşturduğu ve beslediği savunulmuştur. Daha yalın bir açıklamayla, Ortadoğu’da Suriye, Irak, İran ve iki kıta arasında bir “Araf’ta yer” olarak telakki edilecek Türkiye ile Batı Avrupa’daki İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler çapında zemin bulan fikirlerin bir Doğu ve Batı ayrımı ürettiğini görmekteyiz. Bu nedenle oryantalizmi, ideolojilerinden sıyırarak henüz yeni bir araştırma alanı olan oksidentalizme ulaşılabileceği düşüncesi bu çalışmanın temasını oluşturmuştur.

Anahtar Kelimeler: Oksidentalizm, Oryantalizm, Ortadoğu, Avrupa

 

Abstract

This article, in order to reach the knowledge of occidentalism; it was created by applying to disciplines such as history, philosophy and sociology. Although a concrete meaning can be derived from the words of East and West etymologically, their meanings in minds is complex. The idea that every society in the east of the West can do research on its own west has increased in parallel with the rapid development of various European countries in recent times. Therefore, in this article, it is argued that the basis of the idea that the West is equivalent to Europe and the East is equivalent to the Middle East have been formed and nurtured by state systems from past to present. With a simpler explanation, Syria, Iraq, Iran in the Middle East; and between the two continents “in limbo” as seen in Turkey will be considered, which in Western Europe; We see that the ideas that find ground in countries such as England, France and Germany produce a distinction between East and West. For this reason, the idea that occidentalism, which is a new research field, can be reached by stripping orientalism from its ideologies, has formed the theme of this.

Key Words: Occidentalism, Orientalism, Middle East, Europe

 

Giriş

Latince Occident olarak kullanılan Oksidental kelimesi sözlükte: “Batılı, daha Batı’da olan” gibi anlamlara gelmektedir (Merriam-Webster). Basın yoluyla bir inceleme yapıldığında, 1851 yılından bu yana haber arşivi oluşturan New York Times Gazetesi’nin 1858 ya da 1860 yılında rastlanılan bazı haberlerinde, Occidental kelimesi geçmektedir. Occidental, bir ülkeyi başka bir ülkeyle ya da bir kıtayı başka bir kıta ile kıyaslamaktan ziyade, herhangi bir ülkenin batı kısımlarını tabir ederken kullanılmıştır (NYT, 1860, s.4). Bahsedilen yıllarda genel olarak Meksika ve Nikaragua gibi ülkelerin ele alındığı makalelerde kullanılan kelime, yine 1860’ta kurulan lüks bir otele isim olarak verilmiştir (NYT, 1864,  s.4).

Oksidentalizm, henüz Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde yer bulamamış ve bu nedenle oksidentalistik araştırmalarda Türkçe tabanlı bir metod ya da literatür üzerinden eser inşa etmek mümkün görünmemektedir. Ortaylı (2010) çalışmasında, “Türkoloji ve var olmayan bir dal: Oksidentalistik” başlığı altında, Türkoloji’nin oksidentalist bir bakışla bizzat Türk Türkologlar tarafından incelenmesi lüzumuna değinmiş ve oksidentalizmin bizdeki eksikliklerine dikkat çekerek kısıtlı da olsa bir tanım yapmıştır (s.159). İlber Ortaylı, bahsi geçen çalışmada oksidentalizmi, Batı-Bilimci olmak şekilde nitelerken, Doğu’nun ve özellikle Türklerin bu konudaki eksikliklerine dikkat çekmiştir.

Oksidentalizm; Batı’ya merak duymanın, dünü ve bugünü hakkında fikir yürütmek; Batılı’nın dilini, kültürünü ve politik karakterini gözlemlemek olarak kabaca değerlendirilebilir. Tarihsel açıdan oksidentalizmi incelemek aslında binlerce yıllık bir süreci ele alarak sonsuz bir alanı işaret etmek demektir. Bir yön mü, coğrafya mı, Avrupa’nın kastedildiği bir birlik ya da kıta mı, bir Hristiyanlar ligi mi, yoksa zihinlerde canlandırılan ütopik bir rakip mi? olduğu müphem olan Batı’yı, şimdilik bir “şey” olarak tabir etmek, herhalde en ihtiyatlı yaklaşım olacaktır. Oksidentalizm ya da Garbiyatçılık adı altında kavramsallaştırılması oldukça yeni bir ilgi alanı olan Batı’yı inceleme düşüncesinin üzerinde yürütülen fikirler, oldukça eski tarihlere konumlanmaktadır. Ancak Batı incelemelerinin ya da Oksidentalizm hakkında yapılan mevcut değerlendirmelerin savunmacı bir bilinçle yazılagelmiş olması, onu Oryantalizm’in maruz kaldığı farklı değerlendirmelere sürüklemiş görünmektedir.

Bu çalışmada temel amaç, oksidentalizmin ne olduğunu ve zihinlerde neyi hatırlattığını karşılaştırmalı incelemelerle ortaya koymaktır. Bunu yapabilmek için öncelikle, Doğu’da yapılan çalışmalara ve salt haliyle oryantalizmin kökenlerine inilerek girizgâh yapılacaktır. Batılı olarak adlandırılan araştırmacıların doğuyu araştırmadaki temel itkilerinin, somutlaşmış bir doğu merakıyla mı, dini temayüllerle mi, yoksa sadece akademik kaygılarla mı yapıldığı sorularının analizi ile incelenecek ilk bölümün temel tezi, dini temayüllerin ağır bastığı yönünde olacaktır. Kronolojik olarak ilerleyecek olan ilk bölümde, oryantalist bakışın tarihsel zemini oluşturularak, oksident olanın var olmuş zihin kodlarına ve kırılma noktalarına da ulaşılacağı umulmaktadır.

İkinci bölümde Doğu ve Batı’nın; savaşlar, icatlar, akademik araştırmalar gibi çok çeşitli etkenler sonucunda yaşadığı dönüşümler ve birbirleriyle temaslarının artışı incelenmiştir. Bu nedenle bir tarafta fetihlerin diğer tarafta ise keşiflerin incelendiği bu bölümde yaşanan yüzleşme ile birlikte oryantalizmin kâğıda dökülüşü anlatılmıştır. Böylece birinci bölümde bilim ile dinin zorunlu bir biçimde dirsek teması halinde yürüdüğü yeniçağ ele alınırken, ikinci bölümde ise bilim ve dinin sınırlarının açıkça çizilmeye başlandığı ve artık bir seçim yapılması gerektiği yakın çağ düşünceleri analiz edilmiştir. Bu nedenlerle ikinci bölümün ana tezi ise literatürde sıkça işlenen “Ben” ve “Öteki” figürlerinin aslında insandan bağımsız olarak devlet sistemlerinden dinsel ve mezhepsel anlayışlara kadar geniş bir çeşitliliği olduğudur. Üçüncü ve son bölümde ise Selim İleri’nin “Aşk-ı Memnû ya da Uzun bir Kışın Siyah Günleri” ve Rasim Özdenören’in “Yaşadığımız Günler” eserleri değerlendirilerek, referanslarla Osmanlı’nın Modernleşme sürecinden bugüne kadar gelen oksidental yaklaşımlar ve oksidentten ne anlaşıldığı tartışılmıştır.

 

Erken Oryantalizm

Batı tarafından Doğu’yu anlama ve ‘belirli bir kalıp içinde’ inceleme çalışmalarının Osmanlı Devleti’nin doğuşu ile başladığı ve İstanbul’un Fethi’nin oluşturduğu yankılarla körüklendiği düşünceleri yaygındır. Bu yöndeki iddialarını daha ileriye taşıyan bir kısım tarihçiler, İstanbul’un fethi ile Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın açıldığını dahi kabullenmiştir. Öyle ki, fetihle birlikte paniğe kapılan Avrupalı sanatçılar, Roma’ya ya da çeşitli kültür başkentlerine dağılarak Rönesans’ı meydana getirmişlerdir. Ancak geçtiğimiz yüzyılla birlikte kavramsallaşan Annales Ekolü gibi pek çok bilimsel metot sayesindedir ki belli bir tarihte meydana gelen bir olay ya da vaka ile çağ açılıp kapanmayacağı, bunun bir süreç olduğu ve bu sürecin ya da süreçlerin, bilinen ya da bilinmeyen dinamikleri olduğu düşünceleri alışılagelmiş tarihsel anlayışları tamamen değiştirmiştir. Dahası Orta Çağ’ın, sanıldığı kadar karanlık olmadığı ve Yeni Çağ’da dahi karanlık dönemlere rastlanabileceği bulguları sayesinde, tarihsel ilerlemeciliğe şerh düşülmüş ve incelenen devletleri çağlara ya da dönemlere ayırma gibi yaklaşımlar da günden güne azalmıştır.

Doğu ve Batı’nın iki farklı coğrafya olarak birbiriyle temaslarının son bin yılını ele alacak olursak, on birinci yüzyıldan bu yana, Batı ve Doğu’nun ilk karşılaşması, Haçlı Seferleri (1092-1272) olarak belirlenebilir. Bahsi geçen yüzyıldan önceki karşılaşmaları kabaca, Roma İmparatorluğu ve İslam Devleti, İskender ve Pers-Mısır Uygarlığı, Yunan Kent Devletleri ve Pers İmparatorluğu gibi çatışmalar altında inceleyebilmek mümkünse de ele alınacak kaynakların çeşitliliği ve bahsi geçen mücadeleleri incelemenin ayrı bir uzmanlık alanı gerektireceği için bu çalışmanın dışında kalacaktır. Daha çok ekonomik ve siyasi sebeplerden ötürü düzenlenen Haçlı Seferleri dönemine tekabül eden on birinci yüzyıl, Batı ve Doğu arasında kültürel ve fikirsel temasların artması bakımından araştırmamız için bir milat olarak kabul edilebilir. Bu yüzyılda İspanya ve Fransa gibi ülkelerde başlayan tercüme faaliyetleri artarak devam etmiş, yüzyıl sonlarında neticelerini vererek, özellikle Arapça ve Latince arasındaki alışveriş yoğunlaşmıştır (Karlıağa, 2005, s.166). İbn-i Sina (M.S. 980-1037) ve İbn-i Rüşd’ün (1126-1198) eserleri yine bu yüzyılda uluslararası bir şöhret kazanmış, batı üniversitelerinde ve skolastik kurumlarda incelenip okutulmuştur. Paris ve Londra gibi dönemin önemli şehirlerindeki okullarda ele alınan İbn-i Sina’nın eserleri şüphe ve daha çok hayranlıkla karşılanmış ve nihayetinde on üçüncü yüzyılda Roma-Germen İmparatorluğu’nun tazyikleriyle karşılaşmıştır.

Çalışmamız açısından İbn-i Sina’nın gözlerini açtığı koşullara kısaca değinmek, kendisinin ve özellikle eserlerinin oluşturduğu etkinin çok kültürlülüğünü açıklayacaktır. Buhara’da 980-81 yıllarına tekabül eden bir tarihte doğan Ali bin Sînâ’nın babası aslen Hindistanlıdır ve bu sebeple ibn-i Sînâ’nın eğitim hayatında Hint matematiği ve aritmetiğinin önemli bir yeri vardır (Alper 1999, s.319). İbn-i Sina’nın babası Abdullah’ın ve amcasının Fatımî dâilerle (Şii-İsmailî misyoner) sıkı temas içinde olduğu ve evlerinde İsmailî düşünceye bağlı olarak heterodoks fikirlerin tartışıldığı bilinmektedir. Haçlı Seferleri’nin sebebi ya da sonucu olarak nitelendirilebilecek ve yıkıcı etkileri bugünkü bölünmüşlük baz alındığında tahmin edilebilen mezheplere ve halifeliklere bölünmüş bir İslam coğrafyasında elbette siyasi açıdan bir refah beklemek mümkün değildir. Ancak İbn-i Sinâ’nın Avicenna olma yolundaki yaşamında beslendiği bu çok kültürlülük hem onun eserlerinde ve felsefesindeki farkı oluşturmuş hem de Papalığın yoğun baskısı nedeniyle Batı’yı, henüz anlamlandıramadığı çok kültürlülükten beslenen ve kendini gerçekleştirmiş insan modeliyle tanıştırmıştır.

“İlk insan diye bir şey yoktur.”, “Öldükten sonra bedenden ayrılan nefsin maddî olarak cehennemde azap görmesi imkânsızdır.”, “İnsanların fiilleri ilahi inayete bağımlı değildir.” gibi görüşler içerdiği iddia edilen İbn-i Rüşd ve İbn-i Sinâ’nın fikirleri, 10 Aralık 1270 tarihi itibariyle Paris, Roma ve Köln olmak üzere başlıca şehirlerin de kısa süre sonra uyacağı bir genelgeyle maddeler halinde yasaklanmıştır (Karlıağa B., 2005, s.166). Maddelerin dini argümanlarla veya anlayışlarla bağdaşmamasının bir sonucu olarak reddedilmesinden çok, iki filozofun Katolik-Hristiyan dünyasında oluşturduğu yankının bir sonucu olarak maddelerin ortaya çıkartıldığı varsayımı daha olasıdır. Zira ikinci varsayımdan yola çıkacak olursak, örneğin İbn-i Sinâ’nın görüşleri Farâbi’nin ‘südûr’ teorisinden etkilenilerek oluşturulmuş ve teori olmasından dolayı da doğrudan bir reddediş ya da kabullenişle oluşturulmayacağı açıktır. Yasaklamaların arka planındaki sebep, Katolik üniversitelerin Kilise ile bağlarının güçlüğü olarak görülebilir. Skolastik otoritenin tehdit olarak algıladığı bu düşüncelerin cezası teorilerin sahiplerine ve çeşitli akademisyenlere kesilmiştir. Nitekim, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, daha da ileriye giderek aynı genelgede, düşüncelerin savunanların aforoz edileceğini belirtmiştir. İlerleyen zamanlarda oryantalizmin ve doğunun fikren bozulmaya uğramasından dolayı mistik bir algı katılacak olan “Doğu felsefeleri”, dini öğretinin tamamıyla zıttı bir anlayış ortaya koyması sebebiyle ve tahtını her geçen gün daha da sağlamlaştıran Tanrı-Devleti sistematiği ile çatışan fikirler dolayısıyla batıdan geçici olarak sınır dışı edilmiştir. Hemen hemen yüz yıl önce Nizamiye Medreselerinin yoğun gayretleriyle doğudan silinen İbn-i Sina, İbn-Rüşt ya da Aristo’nun görüşleri yüz yıl sonra kıta Avrupası’nın tedrisatından da kovulmuştur. Fakat doğuda Gazali’nin felsefeyi bitirdiği düşüncesi hâkim olmuşsa da İbn-i Rüşd ve özellikle Avicenne’in düşünceleri, batıda reformlar çağının fikirsel zeminine katkı sağlamıştır. Öte yandan ilerleyen yüzyıllarda Avrupa başkentlerindeki bilim insanlarının doğu ile temas halinde olmayı kesmemesi, bu temasın hâkim unsur olan Tanrı-Devlet sistematiğinden bağımsız bir biçimde ortaya çıktığını ve nihayetinde surda gedik açılmasına sebep olduğunu gösterecektir.

Hemen hemen bir yüzyıl boyunca batı literatürüne damga vuran İbn-i Sina (Avicenna) ve İbn-i Rüşd’ü, savundukları fikirlerin Aristo ile bağlar kurması ve ulaştıkları boyutlar açısından doğunun ilk oksidentalistleri olarak ele almak herhalde abartılı olmayacaktır. İki coğrafya arasındaki bütün bu fikir alışverişinde doğunun edilgen değil etken konumda olması ise dikkat çeken ayrı bir husustur. Bunun sebebi, Selçuklu, Fatımî ve öncesindeki Emevî kültürünün yerleşmişliğiyle açıklanabilir. Latinlerin on birinci yüzyılda başladığı tercüme faaliyetlerine, Emevîlerin sekizinci yüzyılda başlamaları ve Endülüs Emevilerinin ise İspanya’da bu faaliyetlere hız vermeleri çağının ilerisinde bir politika olarak oskidentalizmin ulaştığı boyutları göstermektedir. On birinci yüzyılda, daha çok Türkiye Selçuklularının kurmuş olduğu ticaret ağı Anadolu’yu bir ticaret merkezi ya da açık pazar haline getirmiştir. On ikinci yüzyıl Konya’sında ise Latin milletlerden; Piecenzalılara, Gaskonyalılara veya Normandiyalılara gerek askerlik mesleğinde gerekse tüccar olarak sıkça rastlamak alışılagelmiş bir durumdu (Yerasimos, 2000, s.164).

 

Oryantalizm ve Yüzleşme

On altıncı yüzyıl başları, İstanbul’un fethinden hemen hemen yarım asır sonrasına denk gelen süreç, artık batının Avrupalılaşma dönemini işaret etmektedir. Osmanlı ve ötesinin ise Doğu olarak isimlendirilmesi, yani oryantalizmin doğuşu başlamaktaydı. Terim anlamıyla basit fakat mahiyeti bakımından önemli dinamikleri içinde barındıran bu nitelemeleri doğuran ana etken, Tanrı-Devlet sisteminin Batı’da iyiden iyiye muhalefet bulması ve aslında fetihlerle adını duyuran Osmanlı Devleti’nin bu sistemin neresinde olduğunun merakıydı. Britanya’da Laudianism, başta Oxford Üniversitesi olmak üzere revaç bulmaktayken, bugünkü Orta Avrupa’nın büyük bölümünde Lutheran başkaldırı daha keskin bir biçimde ilerlemekteydi.  Doğu hakkında öncekilerden daha olumsuz fakat gelişen teknoloji sayesinde daha sarih malumatlar elde eden ve aktaran Batı’nın oryantalist faaliyetlerinin on altıncı yüzyıldaki artışının daha somut sebeplerini de sıralamak mümkündür.  Bunlardan en önemlileri arasında birçok akademisyenin müttefik olduğu, on beşinci yüzyıl ortalarında Meinz kentinde modern matbaanın keşfidir (Ağaoğulları 2015, s. 293). Matbaanın getirdiği kitap üretimindeki artış, ilerleyen dönemlerde roman türünü de ortaya çıkarmıştır. Fakat matbaanın icadıyla beraber bilgiye ulaşmak ve bilgi üretmek isteği o kadar hızlı gelişmiştir ki, ister roman olsun ister diğer türler, Terry Castle’ın belirttiği üzere artık antikite üzerine kurulu yazım tarzı yerine daha çağdaş daha demokratik olanı arayan bir bilincin tohumu atılmıştır (Stanford Humanities, 2020). Sayısı her geçen gün artan kitaplarda işlenen konular ne olursa olsun, Doğu vazgeçilmez bir tema arz etmiştir ve özellikle “Türk”, yazılan metinlerde önemli bir figür haline gelmiştir. Martin Luther’in 1541 yılında Wittenberg’deki ateşleyici vaazlarında dahi, Türkler soyut bir gücün somutlaşmış cezası olarak ele alınarak “Tanrı’nın Kırbacı” gibi ifadelerle anılmıştır (Tanyu,1981, s. 157). Aynı yıllarda Bordeaux’da Boétie (2015), acıyan bir ifadeyle Türkleri, “kitap düşmanı bir sultanın (Kanunî) esiri” olmakla itham etmiştir (s. 108). Étienne de la Boétie’nin “Büyük Türk” diye bahsettiği Kanuni ile ilgili malumatlarında, “duyduğuma göre” ifadesini kullanması, bulunduğu dönemde bir takım iletişim araçlarının faaliyette olduğunu göstermektedir. Bir dedikodu mahiyetindeki bu ithamlar dışında, İstanbul’da yaşanan bir durum veya olgunun Bordeaux’da yakın zamanlı olarak duyulması ve tartışılması da aslında haber alma olanaklarının genişliği yanında, kilise ya da manastıra bağımlılığın gitgide azaldığının bir göstergesidir.

Doğu’da, bir önceki bölümde ele alınan Emevi – Şii-Fatımî ayrılığının en yoğun olduğu dönemlerdeki çok kültürlülüğün getirdiği çatışma, geçen beş yüz yıldan fazla süre içerisinde daha da keskinleşmiş ve kendi içinde sistematik hale gelmiştir. Zira Şii cemaatin merkez konumu olarak İran artık netleşmiş ve on altıncı yüzyıl başlarında Osmanlı’nın demografik yapısını da ciddi biçimde tehdit edecek bir tehlike haline gelen Şah İsmail-Erdebil Tekkesi, kültleşmiştir. Şah İsmail, 1501 yılında henüz 20 yaşındayken emrinde yedi bin kişilik bir kuvvetle, Şirvan Ülkesi adı verilen Azerbaycan’a hareket etmiş ve karşısına çıkan hemen hemen üç katı büyüklüğündeki bir orduyu yenilgiye uğratmıştır (Sümer, 1999, s.24). Faruk Sümer’in zikrolunan çalışmasında, Şah İsmail’in ordusunu ve halkını oluşturan topluluklar/oymakların çoğunluğu Anadolu’daki İstanbul ile arası iyi olmayan “başıbozuk taifeden”; Rumlu, Ustacalu, Tekelü, Çepni, Turgutlu adıyla bilinen Batı Anadolu’daki yürükler olarak geçmektedir. Şah, bu topluluklarla birlikte kısmen şiddetli kısmen de tasavvuf etkisiyle merhametli pederşahi otoritesini kurarak yeni bir hanedanlık oluşturmuş ve Avrupa nezdinde bilerek ya da bilmeyerek bir alternatif görünümü almıştır. 

Oryantalizm çalışmalarına, on altıncı yüzyıl çerçevesinde oldukça sistemli bir biçimde başlayan Oxford Üniversitesi bu dönemde adeta bir misyon telakkisiyle çeşitli teologlar yetiştirmiştir. Bu teologlar; Osmanlı Irak’ına, Suriye’sine ve sonrasında İran’a çeşitli gezilerde bulunarak odak noktalarına öncelikle Kur’an-ı Kerim ve Hadis Kaynaklarını almıştır. Bu konuda dünya ölçeğindeki en etkili Arabist ve Oryantalist, Edward Pococke (1604-1691) olmalıdır. Pococke, Oxford üniversitesinin ilk Arapça Profesörü ve Şarkiyatçısı olarak tanınmaktadır (Korkut, 2007, s. 305). Kendisinden önce, İbranice, Aramice, Süryanice ve Arapça hakkında bilgi sahibi olan William Bedwell ve aynı zamanda William Laud’dan ders alan Pococke’ın çalışmalarının önemli bir bölümünün Suriye ve civar bölgelerde geçmesi kendisini önemli kılmaktadır.

1604 yılında Oxford’da doğan Pococke, Magdelen Hall’den mezun olarak, Oxford Üniversitesine bağlı olan Corpus Christi College’de 1629’da araştırmacı olarak görev almıştır (Korkut, 2007). Aynı sene Oxford Piskoposu olarak atanan Pococke İngiltere’de kaldığı süre içinde, Calvinizm’i reddeden ve Britanya’ya özgü bir dinsel anlayışın gelişmesinde öncülerden biri olan William Laud’un himayesinde bulunmuştur. Pococke, 1630’da William Laud’un destekleriyle ve Suriye’de imtiyaz sahibi İngiliz Levanten Şirketi’nin ev sahipliğiyle beş yıllık bir eğitim sürecinden geçmek için Halep’e seyahat etti. Suriye ve civar bölgelerde geçirdiği süre çerçevesinde dört yüze yakın yazma eser elde eden Pococke, aynı zamanda geliş amaçlarından biri olan Gazali felsefesi üzerine araştırmalarda bulunmuştur (MEND, 2019).  Öte yandan, Pococke’ın John Lock’un özel öğretmeni olması ve Thomas Hobbes’u etkileyen görüşleri bakımından Avrupa’nın dönüşümünde etkisi önemlidir. (Hub Talk, 2018).

On birinci yüzyıldan kabaca on altıncı yüzyıla kadar birbirinden bağımsız fakat ticari ve fikirsel alışverişlerin zaman zaman birleştirici etkisiyle iki blok olarak ilerleyen doğu ve batıda, artık oryantalizmin zeminini sağlamlaşmıştır. Başlangıcı beş asır önceye konumlandırılsa da daha çok günümüz ve yakın geçmişten referanslarla beslenen oryantalizm hakkında bu vesileyle çeşitli çıkarımlara varılabilir. Bunların en başında külli bir üslupla, Batı’nın Doğu’yu, “Tanınması gereken ötekiler” olarak ele aldığı çıkarımı yirminci yüzyıl itibariyle revaç bulmuştur. Bu çıkarımı bir tez halinde savunan ve oryantalizm denildiğinde akla gelen ilk kişilerden biri sayılabilecek Said’in (1978) oryantalizmini, emperyalizmin bir dejenerasyon aracı olarak telakki etmek mümkündür. Fakat Edward Said’den önce Yerasimos’un (2000) bu konu üzerinde kapsamlı bir külliyat oluşturduğu bilinmektedir (s.164). Ona göre batı tahakkümünün asıl sebebi, yine batı tarafından “az gelişmişlik” olarak adı konulan sömürü düzeninde doğunun metalaştırılmasıdır. Çalışmasında oryantalizm ismi geçmese de batıyı bir tahakküm öznesi olarak ele alması ve Cemil Meriç ile doğru orantılı olarak “bir-az gelişmişlik” sultası altında doğunun sömürgeleştirilme sürecini ele alan Stefanos Yerasimos, bahsi geçen çıkarımın öncülerinden sayılabilir. 1970 yıllarından itibaren geliştirilen bir başka çıkarım ise, bu sefer on altıncı yüzyıl oryantalistlerinin Doğu’yu, “Tanınması gereken Müslümanlar” olarak ele aldığı çıkarımıdır. Bu çalışmada da kısmen anlatılmaya çalışılan “oryantalist seferberlikler” neticesinde ortaya çıkan azim üzerinden post oryantalizmler türetildiği savunulabilir. Nitekim erken oryantalizm olarak da nitelenebilecek on altıncı ve on yedinci yüzyıl ortalarına kadar, Osmanlı’nın doğal sınırlarına ulaştığı düşünülürse, doğu ve batı açısından bir denge ve bu denge üzerinden daha saf bir oryantalizm “kurgulamak” mümkündür.

On sekizinci yüzyılın mekanik rüzgarının etkisiyle gelişen; sanayi devrimleri, anayasal devrimler ve reformlar, devletin uluslaşması ve “zor” gücünü kilisenin elinden tamamen alarak kendi zatında birleştirmesi gibi etkenler sonucunda adı konulan kapitalizm, oryantalizmi kendi hegemonik çıkarları doğrultusunda yoğurmuştur. On dokuzuncu yüzyıl ise artık doğunun kendisini bir meta olarak kabul etmesi ve ancak balolarda giydiği batılı kostümleriyle bu yabancılaşmadan sıyrılabileceği zannını beslediğinin açık tezahürlerini oluşturmakla birlikte çok eleştirilecek ve kendi içinde ‘ben’ ve ‘öteki’ yaratacaktır.

Çıkarımlar burada kısaltarak örneklendirilse de değinilen her bir ihtimal üzerinden bir oryantalizm türetildiğine şahit olunmakla birlikte, her birini genişletmek bu çalışmanın sınırlarını zorlayacağı için başka çalışmalarla üzerlerinde durmak gerekmektedir. Fakat çalışmamız açısından, birinci ihtimalin, yani algılayanın zihnindeki Batı’nın, Doğu’yu İslam olarak görmesinin anakronizmle hemhal olmuş sunumları, Oryantalizm adı altında çeşitli fikirler ve hatta ideolojiler bile üretmiştir. Avrupa’da oryantalist algı üzerine kurulan ideolojiler, esasında parçalanmış fakat hala statükoyla beslenen çeşitli imparatorlukların desteğiyle bir biçimde kendisinden söz ettiren Tanrısal akıl ve Tanrısal imparatorluk düzeniyle mücadeleye girişmiştir. Bu nedenle Osmanlı’nın kendisini revize edip edemeyeceği çıkarımları tartışmalarda önemli bir yapı oluşturmuştur. Çalışmamızın bu bölümünü oluşturan ideolojik tartışmalar, klasik anlatılardaki ıslahat ve reformlar üzerinden değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yazılmış eserler ve yakın dönemde yazılan İslamlaşmış Osmanlı tahayyülleri üzerinden değerlendirilecektir.

           

Post Oryantalizm ya da Oksidentalizm’in Mücadelesi

“Bilim, insana gerçeği vermekten ziyade onu yanılmaktan korur; fakat yanılmamaktan emin olmak da bir şeydir”. Renan (1951; XVII)

Tarihsel, edebi, sosyolojik ya da felsefi yazının genel görünümünde, doğulu olmak yeknesak bir nitelemeyi ifade etmemektedir. Doğulu’nun çeşitleri ve sıfatları ile karşılaşmak mümkündür. Zira coğrafi terimlerden de hatırlanacağı gibi bir Doğulu; Orta-doğulu, Uzak-doğulu, Yakın-doğulu olarak farklılıklar gösterebilir. Batı’ya coğrafi veya zihnen daha yakın doğulu, “Rûmî” gibi nitelendirmelerle salt doğulu olmaktan kurtulabilmiştir. Diğer taraftan, Doğu’nun en uzağındaki uzak çağdaş; uzak olduğu kadar melankolik ve yavaş olsa da bir Çin vatandaşının batı normlarına göre “uygun ve düzenli” olması, onu cazip ve incelemeye değer hale getirebilmektedir (NYT, 1853, s.4). Bu nedenle Oryantalizmi kurgulayan doğulu ve oryantalistin kurguladığı doğulu gibi iki teori ortaya çıkmaktadır. İkisi arasında büyük farklar olmasa da bu çalışmada sunulan savlardan en önemlisi, birinin diğerini beslediği veya kurguladığıdır. Cemil Meriç’in muhtemelen belirtmekten keyif duyacağı şekilde, “Mütedeyyin” yazarlar ele alınacak olursa, iki teori arasındaki en önemli bağlantının, ikincinin birinciyi kurguladığı anlaşılmaktadır. Yani, zaten oryantalistin kurgulamış olduğu doğulunun oryantalizmi tekrar kurgulama girişiyle karşılaşılmaktadır. Böylece yirminci yüzyıl Türkiye’sindeki Oksidental algı hakkında da fikir sahibi olunacaktır.

Yirminci yüzyılda Mütedeyyin’in, oksidental olanı bağdaştırdığı modern, gerçeklikle bağlantısızdır. O’nun en önemli başvuru kaynağı olan tarih, bütüncül bir bakış açısıyla ilerleyen bir süreç ve adalet ile zulmün mücadelesidir. Zulüm ve adalet ya da suç ve ceza ise Kuran-ı Kerim’e göre biçimlendirilmiş bir yaşamdır ve geçmişten beslenir. Bu dönemde Akif’in “Ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih?” yorumundan yola çıkarak, Kuran’ın öngördüğü içtihatlara göre, gelecek şekillenecek ya da geçmiş yargılanacaktır. Nitekim Kuran’da; Mümin-Münkir, Müslüman-Kâfir ayrımlarının ilk kısımlarında adillik, ikincilerinde ise zalimlik tecelli etmiştir (Özdenören, 1999, s.13). Fakat Batılı öyle değildir. Batılı filozof, cevaplarla değil, sorularla ilgilendiği için gök kubbeye somut bir seda bırakamıyor, “seç diyor ama insanın neyi seçeceğini göstermiyor” (Özdenören, 1999, s. 13). Bu nedenle sosyal bilimlere on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte hakim olacak hakikate giden seçeneklerin bolluğu doğulu için hiçbir şey ifade etmemektedir. Esasında “Doğulu” nitelemesinin absürtlüğünün sebebi, daha önce de değinildiği gibi sonradan üretilmiş ya da içine sübjektif yargıların sindiği bir kavram olmasından ileri gelmektedir. Doğuluyu da batılıyı da belirleyen veya biçimlendiren, “Oksident” olandır. Keza, yuvarlak bir dünyada, Ortadoğu, Yakındoğu, Uzakdoğu’nun ne manası vardır? (Meriç, 2010, s.77). Bu nedenle demokrasi, özgürlük gibi kavramlar da külli ve sürekli çağlayan bir kaynağın ürünü olmadığı için mütedeyyine göre sadece muğlak bir anlatıdan başka bir şey değildir.

Oksidental olanın değerlendirilmesi ise Aşk-ı Memnû’daki “Melih Bey Takımında” karşılığını bulmaktadır. Melih Bey Takımı, romanın ana karakterlerinden olan Bihter ve Peyker, anneleri Firdevs Hanım ve babaları Melih Bey’dir. Batılı yaşam tarzını özümsemiş aile figürü olarak betimlenen Melih Bey’ler için yaşam, bugünden başka bir şey değildir. Bu sebeple, mütedeyyinin karşısında duran batıcı, daha önce belirtildiğinin aksine çağdaş ya da uygar olmayı, dünya gerçekliğini kabullenmiş olmakta bulmuştur. Melih Bey takımında vücut bulan batıcılar, sadece görülenlerle yaşam süren, fikir yürüten ayrıca çizdikleri fasit daire içinden çıkmayan insanlardır (İleri, 1985, s.25).

Görüldüğü üzere, mütedeyyin doğulu somut referanslar üzerinden soyut olanı arzularken, batı üzerinden kurgulanan oksidental doğulu ise tam tersine soyut referansları yaşam biçimi haline getirerek somut olanı muhafaza etmek ister. Batılı Melih Bey takımının batıdan daha gülünç, daha avare ve hatta bazen cemiyet için daha tehlikeli olarak görülmesinin sebebi ise dini literatürde münafık ya da münkirin, kafirden daha tehlikeli olarak görülmesinde aranabilir.

 

Sonuç

Bu çalışmada; toplumların dengeliliği hususu gözetilmiştir. Zira verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi on birinci yüzyıl Bordeaux toplumuyla yine aynı yüzyılda Isfahan toplumu ya da E. Pococke ile İbn-i Sina, toplumsal statüleri, toplumlarının gelişmişliklerin farklılığı göz önünde bulundurularak eş değer tutulmamıştır. Çalışmanın ana gayesi, kişilerin bir felsefe üretmesinde ve felsefelerinin sınırlar aşmasındaki etkenleri incelemek ve bunların sonuçlarında devletler ve sistemlere dokunuşlarını irdelemektir. Bu vesileyle incelenen mikro örnekler daha büyük bir çıkarıma ulaşmak için yapılmamıştır. Çok kültürlülük örneklerinde görüldüğü üzere toplumsal alışverişi bünyesinde birleştiren insan, kendiliğini gerçekleştirerek ne doğuya ne de batıya sığamamış, fakat belirli bir kalıbın içinde yoğurulmuş toplumları, sistemleri veya gelenekleri bilerek ya da bilmeyerek sarsabilmiştir. Bu nedenle kendini gerçekleştiren İbn-i Sinâ yahut Pococke’un başarısı Isfahan veya Oxford’un başarısı anlamına gelmemektedir.   Oksidentalizm gibi henüz genç bir araştırma alanını bu gözle incelemek, onu filoloji, tarih, siyaset bilimi hatta psikoloji biliminin sunduğu araştırmalarla uygulamak, oryantalizmin doğuşundan bugüne kadar; yani kendini gerçekleştiren oryantalistten, doğudan olanı tüketmeyi alışkanlık haline getiren oryantaliste kadar geçen sürede yaşanan olumsuz tecrübelerden oksidentalizm çerçevesinde kaçınmayı sağlayabilecektir.

 

 BERKAY KOÇAK

TUİÇ Akademi Birimi

 

KAYNAKÇA

Ağaoğulları, M. A. (2015). Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler., İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.

Alper, Ö. M. (1999). İbn Sînâ, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-sina#1 (21.04.2021).

Boétie, É. (2015). Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Çev. Ayşe Meral, İstanbul, Alfa Basım Yayım.

İleri, S. (1985). Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, B/F/S, 2.

Karlığa, B. (2005). Doğu–Batı düşüncelerinde on üçüncü yüzyıl Dönüşümü. Doğu-Batı Dergisi, 33., 161-174.

Korkut, Ş. (2007). Pococke, Edward, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/pococke-edward (21.04.2021).

Meriç, C. (2010). Mağaradakiler. İletişim Yayınları, 19.

ORTAYLI, İ. (2011). Türkoloji ve Var Olmayan Bir Dal: Oksidentalistik. Tarih Yazıcılık Üzerine, Cedit Neşriyat, Ankara, 159-165.

Özdenören, R. (1999). Yaşadığımız Günler, İz Yayıncılık, 2.

Said, E. (1978). Orientalism: Western Concepts of The OrientNew York: Pantheon.

Sümer, F. (1999). Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü: Şah ismail ile Halefleri ve Anadolu Türkleri (Vol. 128). Türk Tarih Kurumu.

Tanyu, H. (1981). Martin Luther’in Türkler Hakkındaki Sözleri. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi24(1), 151-161.

Yerasimos, S., & Kuzuci, B. (2000). Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (Bizanstan Tanzimata). C.1, Belge Yayınları, 7. Baskı, İstanbul.

Castle, Terry. (7 Ağustos 2020). Yeni insanın edebiyatı: Romanın tarihi. Stanford Humanities Center. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=077WEetr-zM, (19.04.2021).

Hub Talk. (19.09.2018). Hub Talk:Shaykh Hamza Yusuf. YouTube. https://www.youtube.com/results?search_query=shaykh+hamza+yusuf+hub+talks, (20.04.2021).

NYT, (13.09.1853), The Chinese Revolution. New York Times. The Chinese Revolution. – The New York Times (nytimes.com), (23.04.2021).

NYT, Delta New Orleans. (05.01.1860). Fillibustering in Nicaragua. New York Times. https://www.nytimes.com/1860/01/05/archives/fillibustering-in-nicaragua-gen-walkers-revelations.html?searchResultPosition=1, (15.04.2021).

NYT, (11.01.1860). The Japanese Embassy. New york Times. The Japanese Embassy. – The New York Times (nytimes.com), (23.04.2021).

NYT, Local Intelligence. (26 Nisan 1864). The Metropolıtan Fair. The Receipts Over One Million Dollars. The Machınery Department. Self-Sewer. Occıdental Hotel Cabınet. New York Times. https://www.nytimes.com/1864/04/26/archives/local-intelligence-the-metropolitan-fair-the-receipts-over-one.html?searchResultPosition=1, (15.04.2021).

MEND, (25.07.2019). Islam putting countries ‘literally centuries behind’? John Locke disagrees. https://www.mend.org.uk/islam-putting-countries-literally-centuries-behind-john-locke-disagrees/, (20.04.2021).

Merriam-Webster, Occidental. Merriam-Webster.com Dictionary, Merriam-Webster, https://www.merriam-webster.com/dictionary/occidental. (23. 04. 2021).

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Gençlere Avrupa Turu: DiscoverEU ile Kültürel Keşifler

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından başlatılan DiscoverEU programı, gençlere...

Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü BM Genel Kurulu’nda Tartışılacak

📣 Eylem Çağrısı: 11 Temmuz'u Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü...

Yükseköğretime Erişim İzleme Anketi

Bu anket, 6 Şubat Depremi sonrasında Hatay'da yükseköğretime erişimde...

Küresel Güney Sorunu: Batı’nın Yanıldığı Noktalar

Bu yazı Uluslararası Kriz Grubu CEO'su Comfort Ero tarafından...