Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine

Evren Balta. (2019). Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine Yazılar. İstanbul: İletişim Yayınları. 1. Baskı. 254 sayfa, ISBN-13: 978-975-05-2729-6

 

Tedirginlik Çağı, içinden geçmekte olduğumuz pandemi süreci boyunca insan zihninden hiç eksik olmayan geleceğe dair endişeler, korkular, kaygılar, “Peki şimdi ne olacak?” soruları hususlarında salgın öncesi kaleme alınmış bir kitaptır. Kitap, 2019 yılının Ağustos ayında basıldığında dünyada henüz COVID-19 salgını ortaya çıkmamıştı. Ancak tam da salgın süreci ile daha da yoğunlaşan ve görünür hale gelen küresel tedirginlik ve eşitsizlik halini çözümlemesi, eseri son derece önemli bir kaynak mertebesine ulaştırırken aynı zamanda sosyal bilimlere yöneltilen “öngörülerde bulunamama” ve/veya “toplumsal olanı yeterince açıklayamama” eleştirilerine verilen en iyi yanıtlardan biri haline getirmiştir.

Doç. Dr. Evren Balta’nın akademik literatüre dayandırdığı düşünce ve gözlemlerini akademi dışı okurun da anlayabileceği sade ve açıklayıcı bir üslupla kaleme aldığı eserinde ilgilendiği alan bir hayli geniştir. Yazarın farklı konulardaki yazılarından oluşan bir derleme olan Tedirginlik Çağı, devletlerin yönelimlerini ve toplumların içinde bulundukları durumu açıklarken uluslararası ilişkiler literatürünün yanı sıra siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarından da yoğun şekilde faydalanmaktadır. Birbirlerinden beslenseler de farklı disiplinleri bir araya getirmenin riskli kabul edildiğini belirten yazara göre günümüz dünyasını anlamlandırmada bu cesareti gösterebilmenin önemi büyüktür.

Kitap, Şiddet, Aidiyet ve Siyaset ana başlıkları altında savaş, göç, popülizm, sosyal medya, Batı karşıtlığı gibi olguları tartışıyor olsa da eserin merkezine aldığı ve bütün bu başlıkları yatay olarak kesen kavram “belirsizlik” kavramıdır. Daha ilk sayfalardan itibaren içinde bulunduğumuz çağın ruhunun belirsizlik olduğunu söyleyen yazar, ilerleyen sayfalarda toplumların hangi alanlarda belirsizliklerle boğuştuğunu anlatmaktadır. Ancak yazar baştan okuyucuları şu sözlerle uyarmaktadır: “Bu kitap karanlık bir tablo sunuyor”.

Belirsizlik insanlık tarihi kadar eski” bir histir ve bazı araştırmacılara göre insanların doğada karşılaştıkları güçlükleri bertaraf edebilmek adına icatlarda bulunmalarını sağlamış olması bakımından olumlu bir kavram olarak değerlendirilebilirdir. Ancak yazar, günümüzde yaşanan belirsizliğin eşitsizlik, adaletsizlik ve (hem şiddetten korunabilme hem de sürekli bir iş garantisi anlamında) güvencesizlik içeren son derece negatif bir içeriğe sahip olduğunu belirtmektedir. Yazara göre aydınlanma, modernleşme ve ilerleme gayelerinin artık geçerli akçe olmadığı ve bu ilkeleri savunan büyük anlatıların itibarsızlığa uğradığı 21. yüzyılda onlardan boşalan yeri dolduracak yeni kapsayıcı anlatıların yokluğu, belirsizlik hissinin en önemli kaynaklarından biridir. Belirsizliğin boyutlarının insanların yaşam koşullarına göre değiştiğini söyleyen yazar için bununla baş etme gücü de “toplumsal ve bireysel olarak sahip olduğumuz kaynaklar” tarafından belirlenmektedir. Tam bu noktada yazar şu soruları sorar:

Peki ekonomik koşullar, kurumlar ve sosyal bağlarda dönüşüm belirsizlik hissini nasıl etkiler? Korku ve güvencesizliğin dönüşümü şiddet ve siyasetin dönüşümü ile nasıl ilişkilendirilebilir? Korku ve güvensizliğe, farklı kaynaklara sahip topluluklar nasıl cevap vermektedir? Elinde olanları da kaybetme korkusuyla yaşayanlar hangi tür baş etme biçimleri kullanmaktadırlar? Değişen şiddet biçimleri ile artan güvensizliğin biçimleri nedir?

COVID-19 salgını ile derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krizler döneminde cevabı aranan bu sorular üzerine düşünmek, aynı zamanda salgın sonrası dünyaya dair birtakım öngörülerde bulunmayı sağlayabilir.

Kitabın en önemli tespitlerinden biri klasik anlamda bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkmayacağıdır. Zira, savaş olgusu günümüzde tamamen değişirken şu anda olup biten savaşların eskiye ait gözlükleri takarak anlaşılması zordur. Diğer bir deyişle savaşı yalnızca egemen ulus-devletler arası bir çatışma olarak gören anlayışı bir kenara bırakıp onun değişen formlarına ve destek bulduğu sosyal ilişkilerin dönüşümüne odaklanmak gerekmektedir. Yazar, “savaş organizasyonunda ve teknolojisinde” yaşanan büyük değişimlerin izini sürmek isteyenler için açıklayıcı ve kolay takip edilebilir bir özet sunmaktadır. Savaşların gerçekleşme biçimine dair Orta Çağ devletleri paralı askerler vasıtasıyla savaşırken ulus-devletler her vatandaşını asker-bireye dönüştürerek 20. yüzyıl boyunca insan yoğunluklu bir cephe savaşı tertiplediği savaş düzeninin artık günümüzde teknoloji yoğunluklu savaş uçakları ve hatta İHA (insansız hava aracı)’lar aracılığıyla gerçekleştiği ve karşılığında teknolojik açıdan güçsüz olan tarafın da kentleri savaş cephelerine çevirdiği tespiti çok açıklayıcıdır. İşte tam da bu yüzden yazar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi toplu cephe savaşlarını beklemenin manası olmadığını belirtmektedir. Kitabın en güçlü yanlarından birine bu açıklayıcı tespit hâkim olmaktadır.

Savaşın bir diğer yüzü olarak göç etmek zorunda kalan milyonlarca mültecinin yüzleştikleri belirsizlik, yazarın ele aldığı bir başka bıçak sırtı konudur. Evren Balta, şu cümleleri yazarken geçmişi iyi süzmüş ve geleceği görmüştür: “Yükselen sağ popülist hareketlere göre işsizliğin ve hatta artan hastalıkların nedeni ‘çöken kamu’ değildir; topluma dışarıdan gelenlerdir. Bulaşıcı hastalıkların artmasının nedeni kamusal sistemin başarısızlığı değildir, geldikleri yerden toplumu bir veba gibi saran hastalıkları getirenlerdir.” Bu cümleler akıllara en basit deyişle COVID-19 salgını sonrası Midilli Adası’nda yaşananları getirmektedir. Ancak burada sorulması gereken önemli sorulardan bir tanesi Batı’yı sürekli mülteci karşıtlığıyla suçlarken Türk topraklarında farklı boyutlarda da olsa yaşanan benzer hadiselerin özeleştirisinin tam olarak ne zaman yapılacağıdır. Bu da okuru, kitabın ele aldığı bir başka önemli meseleye doğrudan bağlamaktadır: Batı karşıtlığı.

Yazar, Türk toplumunda yükselen Batı karşıtlığını açıklarken çok önemli bir hamle yaparak Batıcılığın Mustafa Kemal Atatürk ile başlamadığını, III. Selim’den II. Mahmut’a ve II. Abdülhamid’e uzanan bir geçmişinin olduğunu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla Batı’nın üstünlüğünün kabulü, Cumhuriyet dönemiyle sınırlı olmayıp Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren gelişen bir olgudur. Yazar, ülkedeki Batı karşıtlığının kökenlerinden birinin tarih derslerinde gördüğümüz, Anadolu’yu işgale gelen ve yurdu paramparça etmek isteyen Batılı ülkelerden kaynaklandığı görüşünü savunurken Cumhuriyet’in ilanı öncesinde ve sonrasında yapılan Batılı devrimlerin ise ister istemez Batı’yı örnek almak olduğunu, böylece Batı’ya karşı hislerin öfke ve öykünme arasında gidip geldiğini belirtmektedir.

Daha sonra dünyanın genelindeki Batı karşıtlığını tarihsel bir süreç içinde inceleyen yazar, Türkiye’deki Batı karşıtlığına dair çözümlemelerini derinleştirme yoluna gitmemektedir. Burada okur, belki günümüzde ülke topraklarında üretilen Batı karşıtlığı yazar tarafından daha detaylı bir şekilde ele alınabilirdi diye düşünebilir. Zira okur, Batı’nın bütün değerlerini reddeden ve tamamen Doğu’yu kutsayan marjinal görüş bir kenara bırakılsa bile bu marjinal görüşün haricindeki Batı karşıtlığının kof ve içi boş olduğunu düşünebilir. “Bugün eğer Batı üstünse”, bunun yalnızca sömürgeci geçmişinde aranmasının Batılı halkların, toplumsal sınıfların verdiği özgürlük hareketlerine karşı körleşmek olduğu düşünülebilir. Yazarın da değindiği gibi bu hareketler yalnızca Batı’ya özgü hareketler olmamıştır. Halkların tarih sahnesine çıkışları görece geç olsa da Doğu’da da büyük etkiler yaratmıştır. Ancak Batı, en azından işlediği büyük suçlarla yüzleşmeye cesaretli bir nesil yetiştirebilmiştir ve bazı suçlarıyla hesaplaşabilmiştir. Durumun Doğu toplumları için aynı olduğundan emin olmak ise güçtür. Asıl sorunun toplumların kimlikler üzerinden ve monoblok olarak tanımlanmasında yattığı rahatlıkla söylenebilir. Bu hata, elbette Batı toplumlarının da Doğu’yu değerlendirirken düştükleri bir hata olarak göze çarpmaktadır.

Evren Balta’nın eserinde tartıştığı sorulardan bir diğeri “Sosyal medya siyaseti nasıl etkiler?” sorusudur. Yazar burada sosyal medya ile ilgili bireylerin ana akım medya dışında nasıl kamuoyu oluşturabilecekleri, bunun karşılığında devletlerin “trolller” ve erişim engellemeleri vasıtasıyla gerçekleri nasıl manipüle edebileceği veya doğrudan yasaklayabileceği klasik anlatısının dışında, Cambridge Analytica skandalı üzerinden çok önemli bir noktayı vurgulamaktadır: Bazı sosyal medya platformları, ulusal seçimlerin kaderini belirlemek ve demokrasiyi hiçe saymak pahasına kullanıcı beğenilerini ve düşüncelerini içeren kişisel bilgileri başka şirketlere satmaktadırlar. ABD’de Donald Trump’ın başkan seçildiği 2016 seçimleri için yürütülen soruşturma ile patlayan skandalın bilgilerini paylaşan yazar, sosyal medyanın siyaseti nasıl belirlediğine dair çarpıcı kanıtlar sunmaktadır. Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in, söz konusu soruşturma kapsamında Demokrat Parti senatörü Alexandria Ocasio-Cortez tarafından sorgulandığı esnadaki hali ise görülmeye değerdir.

Bütün bu soruların ve tartışmaların nihai olarak vardığı noktada Evren Balta’nın kilit kavramı olan belirsizlik halinin üç sacayağı ön plana çıkıyor. İlk olarak uluslararası alanda ülkeler arasındaki ve her toplumun kendi içindeki gelir dağılımında yaşanan muazzam eşitsizlik; ardından savaşların formlarının dönüşmesi sonucu son derece güvenli sayılan kentsel bölgelerde bile yaşanan şiddet ve bu şiddetle birlikte savaşlar sonrası göçmek zorunda kalan mültecilerin yaşadıkları müthiş tedirginlik; son olarak ise 21. yüzyılın ilerleme, modernlik, güvenli bir geleceğe doğru adım atma gibi temel ilkelerden yoksun, her an neyle karşılaşılacağı belirsiz bir ortam doğurması anlamında büyük ve birleştirici bir anlatının eksikliği. Kısacası yazar, neoliberalizm diye adlandırılan bu dönemde toplumların hem geçinebilecekleri kalıcı bir iş bulma konusunda hem de kendilerini dış dünyaya karşı koruma konusunda aşırı güvensiz ve güvencesiz hissettiklerini; devletlerin ise sosyal devlet anlayışının çözüldüğü ve barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel ihtiyaçların piyasanın insafına terk edildiği bu dönemde zenginliğin yeniden dağıtılmasında temel rol oynayan vergi sistemlerindeki aşırı adaletsizliğini gösteriyor. Yazarın ortaya koyduğu bu gözlemler, COVID-19 salgınıyla sınanmış ve tamamen doğrulanmıştır. Salgın sürecinin toplumları daha da kırılgan, dezavantajlı grupları ise daha da güçsüz hale getirdiği aşikardır. Tedirginlik Çağı işte bu anlamda çok önemli bir eser ve yazarın sosyal bilimler alanına yaptığı büyük bir katkıdır.

 

 


VEYSEL CAN KARAKAŞ

BALKANLAR STAJYERİ   

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...